TAYLAN AYRILMAZ
Yılmaz Güney’in ileriye doğru içerdiği çelişkilerle birlikte değişmiş olmasından nefret eden geniş bir sağ, islamcı liberal, feminist spektrum var.
Her şey, 9 Eylül’de Murathan Mungan’ın sosyal medya hesabından, “Yılmaz Güney, iyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi” paylaşımına, Farah Zeynep Abdullah’ın “Ve sinemamızın en iyi kadın döven erkeği ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan” ifadesiyle cevap vermesiyle başladı.
Yüzüklerin Efendisi: İki Kule filminin ikinci serisinde Saruman, Rohan’ı yok etmek amacıyla Miğfer Dibi’ne saldırır. Böylelikle Miğfer Dibi Savaşı başlar. Savaşta Saruman ordusu, surları geçmek için Miğfer Dibi’nin zayıf noktasını orkların “fedai eylemiyle” patlatır. Surlarda gedik açılmıştır. Orklar açılan bu gedikten kaleye girerler. Saruman’ın melezleyerek ürettiği Ork Adamların önceki Ork Adamlardan farkı daha çok insana benzemesidir. Nitekim kitabın yazarı Tolkien, bu konu hakkında şunları söylemiştir: “Şüphe yok ki ileride Üçüncü Çağ’da Saruman bunu yeniden keşfetti, veya kitaplardan öğrendi, ve efendi olma şehveti onu buna, en kötü işini yapmaya sevketti: Orkları ve goblinleri melezlemek. Neticede, şeytanî, büyük Adamorklar ve güvenilmez, aşağılık Orkadamlar türetti.”
Fatih Yaşlı’nın “bok gibi yaşam formları yılmaz güney eleştiriyor memlekette” diyerek kastettiği şey belki de budur. Bu bahiste de “kahverengi yaşam formlarının” zayıf halka olarak gördükleri Yılmaz Güney’di. Nasıl görmesinler ki? Bütün bir cumhuriyet tarihini sınıfsal ve ulusal bir matrise batırıp çıkarmasının elbette bir “kefareti” olacaktı. O kefaret 25 ayrı cezaevinde 15 yıl yatarak ve 100 yılla yargılanmış olmak değildi; ya da 18 yaşında kaleme aldığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri hikâyesinde ‘komünizm propagandası’ yapmak gerekçesiyle hakkında 1 buçuk yıl ağır hapis, 6 ay sürgün, ömür boyu amme haklarından yoksun kalkmak da olamazdı. Sesinizi duyuyorum; kanser hiç değildi.
Yaşamının erken evrelerindeki “lümpen” davranışlarıydı. Nebahat Çehre’ye şiddet uygulamasıydı. Dahası “Kasten Adam Öldürmek” değil, “Kastın Aşılması Sonucu Adam Öldürme” fiilini faşist bir provakasyon sonucu işlemesiydi. Bu nedenle bütün tahkimatlarını buraya yaptılar. Bir Sarumanları vardı ama Orkları eksikti. Orklarını bir dizi ünlüsünde buldular. O da elinde taşıdığı “bombayı” bir ünlüye yaraşır biçimde; en akılsız şekilde patlattı.
Bombanın patlatılmasıyla düzen tayfları gediğin başına doluştu. Kimler yoktu ki aralarında; misal Fatih Altaylı’nın istihbarat iltisaklı olduğu, kadınların kafasından çok bacak aralarını düşünmesiyle öne çıktığını ufak bir arşiv araştırmasıyla öğrenebilirsiniz. Yediği tokatla dünyanın çevresinde on tur atan Ahmet Hakan, sol liberallerin “islamcı mahallenin vicdanı” diyerek sosyalistlere pazarlamaya çalıştığı İsmail Kılıçarslan.. Bu sonuncusu mezata geç kalan bir “zübük” tavrıyla “Fanus çatladı, darısı Mahir’inden Deniz’ine” diyerek, siyasi hedefini en açık şekilde ifade edenlerdendi. Fakat ne Yılmaz Güney’i verirler ne de diğerlerini. Sonuçta duvarda açılan şey bir gedik değildi, sadece onun hayaliydi.
Farah Zeynep Abdullah’ın ön ayak olduğu sağcı öföriyle ırkçı ergenler, memleket partili zombiler, babala tuhafiyesi ve magazin ünlüleri; hep beraber faşist orjiye tutularak Yılmaz Güney’in çevresinde Ku Klux Klan dansıyla döndüler. Farah Zeynep Abdullah toplumsal sorunları sindirecek politik bir arka planınız olmadığında genelgeçer ve basmakalıp değerlendirmelere hapsolmanın, hâkim trendlere dayalı bir politik doğruculuğun tipik bir numunesi oldu. Şimdilerde Ümit Özdağ’ın ergen ırkçı kitlesi dışında bağıranı yok. Belki de Fransız oyuncu Adéle Haenel olmayı düşünüyordu ama kurtlara Asena oldu.
Garbis Altınoğlu’ndan bir alıntıyla başlayarak bu konuyu bitirmeyi yeterli görüyorum fakat alıntıya geçmeden önce davanın apar topar sonuçlandırıldığını, Güney’i film çekemeyecek, marjinal bir siyasi pozisyona itmek gayesiyle yürütüldüğünü ve soruşturmanın tarafsızlığı ilkesinin en baştan rafa kaldırıldığını eklemeliyim. İkincisi Güney’in çevresinde bulunanların da yönlendirmesiyle yapılan yanlış savunma kurgusu, davayı yürütenlerin elinde karşı bir koza dönüşmüş dolayısıyla savunma, daha mahkeme safhasına geçmeden çökmüştür. Biz yine de eleştiri çubuğunu Yılmaz Güney’e bükelim ve sözü Garbis Altınoğlu’na verelim.
“Sefa Mutlu adlı gerici yargıcın Yılmaz Güney’e ve eşine karşı ağır hakarette bulunması elbette karşılıksız kalmamalıydı. Ancak, Yılmaz Güney’in de sıradan bir Anadolu insanı değil, devrimci bir aydın olduğunu, kendisini komünist saydığını unutmamak gerekir. Onun Mutlu’yu vurarak öldürmesini, “Her onurlu Anadolu insanının göstermesi gereken tepki” olarak nitelemek ve bu öldürme eylemini normal bulmak ve aklamak yanlıştır. Hem de iki bakımdan yanlıştır: Birincisi, gerici ya da faşist de olsa birisinin bir devrimciye ya da herhangi bir insana ağır hakaret yapmasının cezası o kişinin, hakarete uğrayan kişi tarafından öldürülmesi olamaz. Suç ile ceza arasında bir orantı olması gerekir. Mutlu’nun kişiliği ve davranışının iğrençliği, bu öldürme eylemini adil ve haklı kılamaz. Eğer böyle bir hakkı kabul edeceksek benzer durumlarda o hakkı başkalarının da, yani HERKESİN kullanmasını onamak gerekir. Böyle bir yaklaşımın doğru olmayacağı açıktır. İkincisi ve daha da önemlisi Güney, devrimci sorumlulukları ve bu çerçevede bir dizi film vb. projesi olan bir insandı. Sıradan bir gerici ya da faşisti cezalandırma bahanesiyle kendisinin hapse tıkılmasına fırsat vermesi bu bakımdan da doğru değildi. Bu olayı başlatan Mutlu değil de devletin herhangi bir provokatör ajanı da olabilirdi. Belki Güney’in yapması gereken Mutlu’nun hakaretine, onu sözlü olarak yanıtlamak ya da dövmek suretiyle yanıtlamasıydı. Sonuç olarak, onun bu somut durumda, Mutlu’yu öldürmekle, kendi duygularına yenik düştüğünü ve bir zaaf sergilediğini kabul etmek gerekir.”
Sosyalist mücadelenin insanıyla sosyalist mücadele öncesinin insanı birbirinden farklıdır ama sürtünmesiz de değildir. Bu bahiste ne tam bir kopuştan ne de pürüssüz bir devamlıktan bahsedebiliriz. Marx, Gotha ve Erfurt Pogramlarının Eleştirisi kitabında yeni toplumun rahminden çıktığı eski düzenin doğum lekelerini taşıdığını yazar.
Geç kapitalistleşmiş, halk seferberliği olmaksızın yukarıdan devrimlerle kapitalist dönüşümleri hayata geçiren ülkelerde yönetici sınıflar, tüccar sermayeye ve toprak ağalarına yaslanır. Türkiye’de de tam olarak böyle olmuştur. Kırsal bölgelerdeki sınıfsal yapı ile siyaset arasındaki ilişkiye dokunmamak, tarımda hâkim yapının değişimine yol açacak hiçbir politikaya yanaşmamak cumhuriyetin sınıfsal içeriğidir. Tarikat ve cemaatler Cumhuriyet’in sınıfsal içeriğinden peydah oldu. Yoksul köylüler harekete geçmemeliydi, Kürtler de ulusal bilinç oluşmamalıydı. En önemlisi ayaklar başolmamalıydı. Bu nedenle ağalara uzatılan el, yoksul köylüye jandarma dayağı olarak geri döndü.
Nasıl mı? 21 Mayıs 1963 tarihindeki ikinci darbe girişiminden sonra yargılanarak idam edilen Albay Talat Aydemir, darbe kalkışmasını gerekçeklendirmek için hazırladığı 25 maddelik özetin 5 maddesinde şöyle der “Siyasi partileri Türkiye’de finanse edenler köyde ve kasabada ağalar, küçük ve orta vilayetlerde eşraflar, büyük vilayetlerde sermayedarlar ve patronlar oldukça vatandaşın serbest seçimle rey kullanmasına imkan yoktur.” Aydemir siyaseti finanse sosyal sınıfların gerçekçi bir tasvirini sunmuştur fakat bunların Türk burjuva devriminin sınıfsal içeriği olduğunu bilerek es geçmiştir. Çünkü savunmasının daha sonraki maddelerinde komünizm ve kürtçülük cerayanlarını savuşturmak için darbeye gereksinim olduğunu anlatır. Bir nevi hakim sınıflara uyarı niteliği taşıyan savunma “darbe olmazsa, devrim olur” argümanına yaslanır.
Somut iki karşılaştırmayla devam edelim: Fatih Altaylı’nın dedesi, Hüsamettin Altaylı’nın Van’lı bir toprak ağası olması Fatih Altaylı’nın toplumsal konumunu, o daha doğmadan önce belirlemiştir. Yılmaz Güney’in toplumsal konumu da, o daha topraksız yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmeden belirlenmiştir. Bir toprak ağasının torunu olarak dünyaya gelirseniz binlerce dönüm toprağınız, konaklarınız, yedi tane (Ermeni) kiliseniz olur. Topraksız yoksul bir Kürt ailesinin torunu olarak doğarsanız “kuşpalazı, boğmaca, karaçiçek, sıtma yürek enfarktı, kanser filan ” dışında size bir miras kalan bir şey olmaz.
Fatih Altaylı’nın lümpenliği, geç kapitalistleşen toprak ağalarına, tüccar sermayeye yaslanan, mülkiyet transferiyle (ayri müslim sermaye) sermaye biriktiren bir sınıfın lümpenliğidir. Daha açık söylemek gerekirse lümpenlik Türk burjuvazisinin sınıf bilincidir.
Yılmaz Güney mi? Onun “lümpenliği” Türk burjuva devriminin doğum lekeleridir. Sınıf bilincine giden yol, cerahatın ve pisliğin içinden açılmıştır. Terry Eagleton’ın zarif ifadesiyle “başlamak için hiçbir ‘kusursuz’ nokta yoktur” Yılmaz Güney için de yoktu. Yılmaz Güney, düzenin onda bıraktığı doğum lekelerinden, düzeni yıkacak sınıfsal ve ulusal antogonizmalar yaratmayı başarmıştır.
Garbis Altınoğlu’ndan bir alıntıyla başlayarak bu konuyu bitirmeyi yeterli görüyorum fakat alıntıya geçmeden önce davanın apar topar sonuçlandırıldığını, Güney’i film çekemeyecek, marjinal bir siyasi pozisyona itmek gayesiyle yürütüldüğünü ve soruşturmanın tarafsızlığı ilkesinin en baştan rafa kaldırıldığını eklemeliyim. İkincisi Güney’in çevresinde bulunanların da yönlendirmesiyle yapılan yanlış savunma kurgusu, davayı yürütenlerin elinde karşı bir koza dönüşmüş dolayısıyla savunma, daha mahkeme safhasına geçmeden çökmüştür. Biz yine de eleştiri çubuğunu Yılmaz Güney’e bükelim ve sözü Garbis Altınoğlu’na verelim.
“Sefa Mutlu adlı gerici yargıcın Yılmaz Güney’e ve eşine karşı ağır hakarette bulunması elbette karşılıksız kalmamalıydı. Ancak, Yılmaz Güney’in de sıradan bir Anadolu insanı değil, devrimci bir aydın olduğunu, kendisini komünist saydığını unutmamak gerekir. Onun Mutlu’yu vurarak öldürmesini, “Her onurlu Anadolu insanının göstermesi gereken tepki” olarak nitelemek ve bu öldürme eylemini normal bulmak ve aklamak yanlıştır. Hem de iki bakımdan yanlıştır: Birincisi, gerici ya da faşist de olsa birisinin bir devrimciye ya da herhangi bir insana ağır hakaret yapmasının cezası o kişinin, hakarete uğrayan kişi tarafından öldürülmesi olamaz. Suç ile ceza arasında bir orantı olması gerekir. Mutlu’nun kişiliği ve davranışının iğrençliği, bu öldürme eylemini adil ve haklı kılamaz. Eğer böyle bir hakkı kabul edeceksek benzer durumlarda o hakkı başkalarının da, yani HERKESİN kullanmasını onamak gerekir. Böyle bir yaklaşımın doğru olmayacağı açıktır. İkincisi ve daha da önemlisi Güney, devrimci sorumlulukları ve bu çerçevede bir dizi film vb. projesi olan bir insandı. Sıradan bir gerici ya da faşisti cezalandırma bahanesiyle kendisinin hapse tıkılmasına fırsat vermesi bu bakımdan da doğru değildi. Bu olayı başlatan Mutlu değil de devletin herhangi bir provokatör ajanı da olabilirdi. Belki Güney’in yapması gereken Mutlu’nun hakaretine, onu sözlü olarak yanıtlamak ya da dövmek suretiyle yanıtlamasıydı. Sonuç olarak, onun bu somut durumda, Mutlu’yu öldürmekle, kendi duygularına yenik düştüğünü ve bir zaaf sergilediğini kabul etmek gerekir.”
Sosyalist mücadelenin insanıyla sosyalist mücadele öncesinin insanı birbirinden farklıdır ama sürtünmesiz de değildir. Bu bahiste ne tam bir kopuştan ne de pürüssüz bir devamlıktan bahsedebiliriz. Marx, Gotha ve Erfurt Pogramlarının Eleştirisi kitabında yeni toplumun rahminden çıktığı eski düzenin doğum lekelerini taşıdığını yazar.
Geç kapitalistleşmiş, halk seferberliği olmaksızın yukarıdan devrimlerle kapitalist dönüşümleri hayata geçiren ülkelerde yönetici sınıflar, tüccar sermayeye ve toprak ağalarına yaslanır. Türkiye’de de tam olarak böyle olmuştur. Kırsal bölgelerdeki sınıfsal yapı ile siyaset arasındaki ilişkiye dokunmamak, tarımda hâkim yapının değişimine yol açacak hiçbir politikaya yanaşmamak cumhuriyetin sınıfsal içeriğidir. Tarikat ve cemaatler Cumhuriyet’in sınıfsal içeriğinden peydah oldu. Yoksul köylüler harekete geçmemeliydi, Kürtler de ulusal bilinç oluşmamalıydı. En önemlisi ayaklar başolmamalıydı. Bu nedenle ağalara uzatılan el, yoksul köylüye jandarma dayağı olarak geri döndü.
Nasıl mı? 21 Mayıs 1963 tarihindeki ikinci darbe girişiminden sonra yargılanarak idam edilen Albay Talat Aydemir, darbe kalkışmasını gerekçeklendirmek için hazırladığı 25 maddelik özetin 5 maddesinde şöyle der “Siyasi partileri Türkiye’de finanse edenler köyde ve kasabada ağalar, küçük ve orta vilayetlerde eşraflar, büyük vilayetlerde sermayedarlar ve patronlar oldukça vatandaşın serbest seçimle rey kullanmasına imkan yoktur.” Aydemir siyaseti finanse sosyal sınıfların gerçekçi bir tasvirini sunmuştur fakat bunların Türk burjuva devriminin sınıfsal içeriği olduğunu bilerek es geçmiştir. Çünkü savunmasının daha sonraki maddelerinde komünizm ve kürtçülük cerayanlarını savuşturmak için darbeye gereksinim olduğunu anlatır. Bir nevi hakim sınıflara uyarı niteliği taşıyan savunma “darbe olmazsa, devrim olur” argümanına yaslanır.
Somut iki karşılaştırmayla devam edelim: Fatih Altaylı’nın dedesi, Hüsamettin Altaylı’nın Van’lı bir toprak ağası olması Fatih Altaylı’nın toplumsal konumunu, o daha doğmadan önce belirlemiştir. Yılmaz Güney’in toplumsal konumu da, o daha topraksız yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmeden belirlenmiştir. Bir toprak ağasının torunu olarak dünyaya gelirseniz binlerce dönüm toprağınız, konaklarınız, yedi tane (Ermeni) kiliseniz olur. Topraksız yoksul bir Kürt ailesinin torunu olarak doğarsanız “kuşpalazı, boğmaca, karaçiçek, sıtma yürek enfarktı, kanser filan ” dışında size bir miras kalan bir şey olmaz.
Fatih Altaylı’nın lümpenliği, geç kapitalistleşen toprak ağalarına, tüccar sermayeye yaslanan, mülkiyet transferiyle (ayri müslim sermaye) sermaye biriktiren bir sınıfın lümpenliğidir. Daha açık söylemek gerekirse lümpenlik Türk burjuvazisinin sınıf bilincidir.
Yılmaz Güney mi? Onun “lümpenliği” Türk burjuva devriminin doğum lekeleridir. Sınıf bilincine giden yol, cerahatın ve pisliğin içinden açılmıştır. Terry Eagleton’ın zarif ifadesiyle “başlamak için hiçbir ‘kusursuz’ nokta yoktur” Yılmaz Güney için de yoktu. Yılmaz Güney, düzenin onda bıraktığı doğum lekelerinden, düzeni yıkacak sınıfsal ve ulusal antogonizmalar yaratmayı başarmıştır.
Dersim Belediyesi’nde başlatılan nöbete katılan yurttaşlar, “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” diyerek irade gaspına…
Dersim Belediye Eş Başkanı Cevdet Konak ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün de aralarında olduğu…
Dersim Belediyesi'nde başlatılan nöbet eyleminde eşbaşkanlar, kararın kayyım hazırlığı olduğunu belirterek mücadele çağrısı yaptı. Dersim'de…
Dersim Belediye Eşbaşkanı Cevdet Konak ile Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'e 6 yıl 3'er ay…
Elâzığ’da 32 yaşındaki Burcu Demir’i 8 Şubat’ta katleden Uzman Çavuş Murat Coşansel’in yargılandığı davanın 4.…
Doğa Koruma ve Milli Parklar (DKMP) 15. Bölge Müdürlüğüne bağlı Tunceli Şubesi ekipleri, il genelinde…