Müjgan Halis

Cumhuriyet’in kayıp mezarları: Toprak altına saklanmış hakikatler

Bir asırdır açıklanmayan mezarlar, yalnızca üç önderin kayıp bedenlerini değil; devletin hafızayla, kimlikle ve geçmişle kurduğu karmaşık ilişkiyi de görünür kılıyor.

100 yıl önce Şeyh Said’le başladı

1925 yılı… Cumhuriyet henüz kuruluş sancılarını atlatamamış, yeni rejimin ideolojik çerçevesi ise keskin bir biçimde çizilmeye çalışılıyordu. Merkezî devlet, bir yandan modernleşme, laikleşme ve ulusal kimlik inşası hedeflerini ilerletirken, diğer yandan çok kimlikli Osmanlı mirasını sert politikalarla tasfiye etme arayışındaydı. Bu atmosfer, devletin güvenlik reflekslerini olağanüstü hâl düzeyine taşıyan bir gerilim üretmişti.

İşte Şeyh Said tam da bu dönemde tarih sahnesinin ortasında belirdi. Nakşibendî tarikatının etkili bir şeyhi, Kürt toplumunun kanaat önderi ve bölgede sözünün ağırlığı olan bir dini figürdü. Devletin “isyan” olarak tanımladığı hareketin lideri olmakla suçlandı; ancak bu süreçte siyasi, etnik ve dini gerilimlerin nasıl iç içe geçtiği hâlâ tartışma konusudur. 29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından, temyiz hakkı dahi tanınmadan idama mahkûm edildi. Aynı gün, 46 arkadaşıyla birlikte Diyarbakır’da infaz edildi.

Fakat infazın ardından yaşananlar adaletin değil, bir suskunluk politikasının devamı niteliğindeydi: Şeyh Said ve arkadaşlarının nereye gömüldüğü hiçbir zaman açıklanmadı. Bu belirsizlik, sadece bir ailenin yasını derinleştirmekle kalmadı; bir halkın toplumsal hafızasında onarılması güç bir boşluk açtı.

Neredeyse bir asırdır aynı soru soruluyor: “Şeyh Said’in mezarı nerede?”

2024 yılında Diyarbakır Barosu ile Şeyh Said Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği, İçişleri Bakanlığı’na resmî başvuruda bulundu. Amaç, devlet arşivlerinde bulunduğu düşünülen mezar yerlerinin kamuoyuna açıklanmasıydı.

Bugün, yüz yıl önce darağacında son bulan bir hayat hâlâ toprağa kavuşmuş değil. Bu suskunluk, Türkiye’nin kendi geçmişiyle yüzleşme konusundaki kronik tedirginliğinin sembollerinden biri olmaya devam ediyor.

Dersim’de bitmeyen hesaplaşma

15 Kasım 1937 sabahı Elazığ Buğday Meydanı… Tarihin belki de en dramatik sahnelerinden birinde, Dersim’in Alevi Kürt önderi Seyid Rıza, oğlu Resik Hüseyin ve yedi arkadaşı idam sehpasına çıkarıldı. Yargı süreci aceleyle yürütülmüş, hukuki standartlar neredeyse tamamen askıya alınmıştı. Yaşlar değiştirilmiş, savunma imkânı kısıtlanmış ve karar çoktan verilmişti.

Seyid Rıza’nın idam öncesi söylediği sözler halkın hafızasına kazındı: “Evlad-ı Kerbelayız; ayıptır, zulümdür, cinayettir!”

Fakat en büyük zulüm belki de idamdan sonra yaşandı: Onların da mezar yerleri saklandı. Ne resmî kayıtlar, ne tanıklıklar, ne de devletin arşivleri bu konuda en ufak bir açıklık sunuyor. Sanki tarihten silinmeleri yetmemiş gibi, topraktan da silinmeleri amaçlanmıştı.

Devlet politikaları incelendiğinde bu tavrın münferit bir karar olmadığı görülüyor. 1925 tarihli Şark Islahat Planı ve 1936 tarihli Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun, Dersim’i “Kürtlüğün ve şekavetin merkezi” olarak tanımlıyordu. Amaç, bölgeyi kültürel, sosyal ve demografik açıdan dönüştürerek “itiat eden” bir vilayet yaratmaktı.

1937–38 Dersim Harekâtı’nın bilançosu resmî belgelerde bile 13.160 ölüm ve 11.818 sürgün olarak yer alır. Rakamlar bile tek başına bir felaketin resmini çizmeye yeterlidir. Buna rağmen devlet, bu süreçte alınan kararların ayrıntılarını hâlâ tamamen açmış değil. Hatta Seyid Rıza’nın yargılandığı mahkemenin belgeleri “devlet sırrı” gerekçesiyle kapalı tutuluyor.

2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı “Dersim için devlet adına özür” açıklaması bile mezarları gün yüzüne çıkaramadı. Çünkü mesele bir özür cümlesinin ötesinde, yapısal bir hafıza politikasıyla ilgilidir.

Dersim halkı bugün hâlâ soruyor: “Nereye gömdünüz Seyid Rıza’yı?”

Said-i Kürdi’nin mezarını yıkıp yok ettiler

Bediüzzaman Said-i Kürdî (Said Nursî) 23 Mart 1960’ta Şanlıurfa’da vefat ettiğinde, halk onu büyük bir kalabalığın katıldığı bir törenle Halil-ür Rahman Dergâhı’nın yanında toprağa verdi. Ancak vefatından kısa süre sonra yaşananlar, Türkiye’de sembolik figürlerin bedenleri üzerinden yürütülen siyasal kontrolün bir başka örneğiydi.

27 Mayıs darbesinin ardından yönetime el koyan cunta, Said-i Kürdî’nin mezarının “ziyaretgâha dönüşeceği” gerekçesiyle gizlice açılmasını emretti. 12 Temmuz 1960 gecesi naaş Urfa’dan alındı ve bir askerî uçakla bilinmeyen bir yere nakledildi. O uçakta bulunan Erol Türegün’ün yıllar sonra yaptığı açıklamaya göre mezar, Isparta ile Afyon arasındaki bir noktaya defnedilmişti. Fakat yerin tam konumu bugün bile bilinmiyor.

Bazı rivayetler, 1969’da öğrencilerinin mezarı yeniden yer değiştirdiğini ve yalnızca küçük bir grubun bildiği bir noktaya taşındığını anlatır. Ancak hiçbir resmi açıklama yapılmamıştır. Böylece Said-i Kürdî’nin mezarının hikâyesi, Cumhuriyet’in erken döneminden 1960’lara kadar uzanan “mezar gizleme” geleneğinin devamına dönüştü.

Devletin bu politikası çoğu kez “sembolleşme korkusu”yla açıklanır: Toplumsal etki yaratacağı düşünülen kişilerin yalnızca hatıraları değil, bedenleri de kontrol edilmek istenir. Fakat bu kontrol çabası, ironik biçimde, unutturma değil daha derin bir hatırlama yaratır.

Mezarı kontrol etmek

Şeyh Said, Seyid Rıza ve Said-i Kürdî… Üçünün yaşamı farklı zamanlarda sonlandı, ancak ortak bir kaderde buluştular: Toprağın bile çok görüldüğü bir ölüm.

Devletin mezar gizleme politikası, sadece güvenlik reflekslerinden ibaret değildir. Bu uygulama, kimlikleri, aidiyetleri, toplumsal hafızayı ve hatta gelecek kuşakların tarih algısını şekillendirmeyi amaçlayan bir iktidar stratejisinin parçasıdır. Kişiyi ölmeden önce susturan otorite, ölümünden sonra da ona ait olan mekânı, yani mezarı kontrol etmek ister.

Oysa tarih, ancak açıklıkla, yüzleşmeyle, hakikatin üzerindeki örtüyü kaldırmakla anlam kazanır. Mezarı bulmak, bir başlangıçtır; fakat asıl soru mezarın neden gizlendiğini sormaktır.

Bugün karşımıza çıkan soru yalın ama sarsıcıdır: Bir toplum, ölülerini bulmadan kendi tarihini gerçekten bulabilir mi?

 

Dersim Gazetesi

Recent Posts

DEM Parti’li Saruhan Oluç: Kayyımlar rejiminin sonuna geliniyor

DEM Parti’li Saruhan Oluç, Êlih’teki kayyım yönetimi altında belediyeye ait Ahmet Güneştekin Kültür Merkezi’nin Devlet…

4 saat ago

15 Kasım’a Doğru: Dersim Hafızasının Politik Anlamı ve Bugüne Düşen Sorumluluk

Her 15 Kasım yaklaştığında, 4 Mayıs 1937’de başlayan Dersim Katliamı’nın ve 15 Kasım’da Pir Seyit…

4 saat ago

Dersim’de yaralı halde bulunan yavru ayı tedavi altına alındı

Pülümür ilçesine bağlı Turnadere Köyü’nde yaralı olduğu için acı çeken ayıyı gören köylüler, durumu Doğa…

7 saat ago

Dersim Tertelesi İçin Meclis Araştırması Talebi

Dersim Milletvekili Ayten Kordu, 1937–38 Dersim Tertelesi sırasında idam edilen Pir Seyit Rıza, oğlu Resik…

9 saat ago

38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi

FADIL ÖZTÜRK (*) (*) Mayıs ayında yitirdiğimiz Dersimli şair ve yazar Fadıl Öztürk'ün Dersim Soykırımı…

9 saat ago

Seyid Rıza’nın mezar yeri açıklansın: Gidersem gözüm açık kalacak

Dersim Tertelesi’nin üzerinden 88 yıl geçmesine rağmen yaşamını yitirenlerin ve özellikle Seyid Rıza ile beraber…

13 saat ago