Bir Anka Kuşu hikâyesi

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde, bilgi ağacının dallarında Zümrüd-ü Anka (Simurg, Phoenix, Homa) diye bir kuş yaşarmış ve her şeyi bilirmiş! Devasa bilgi hazinesiyle her sorunu çözen, her derde deva bulabilen bu efsanevi kuş bir gün kaybolmuş! Rivayet olunur ki Kaf dağının ardında yaşarmış ve Kaf dağına ulaşmak için yedi zorlu vadiyi aşmak gerekirmiş. Bunun üzerine Anka’nın yokluğundan hicap duyan bütün kuşlar toplanmış ve Kaf dağına doğru yola düşmüşler.

İstek (nefs), aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret (şaşkınlık) ve yokluk (benlik) vadileri boyunca, yolculuğun her aşamasında kimi kuşlar ölmüş, kimisi başka canlılara yem olmuş, kimi yolunu şaşırmış, kimi de geri dönmüş. Vadiyi arşınladıkça sayıları iyice azalmış ve sadece son vadiyi geçene kadar sabır, metanet ve çaba göstermiş olanlar ulaşmışlar Kaf Dağına ve anlamışlar ki gerçekte Anka Kuşu kendileridir . Bunlar 30 kuştur ve zaten Simurg Farsça’da 30 kuş anlamına gelmektedir.

Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr eserinde aktardığı bu hikâyenin esası; ancak bu yedi vadiyi geçebilen, nefsinden-egolarından, küçük dünya işlerinden sıyrılmış, daha büyük düşleri olan, belli bir amacın peşinden sonuna kadar gidebilen, bunun gerektirdiği sabrı, emeği ve çabayı gösterebilenlerdir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilenler. Kendi Anka kuşu hikâyesini yazabilenlerdir aslında. Batıni tarafıyla ise gerçek yolculuk kendine, kendi içine yapılan yolculuktur ve insan kendi nefsine, eksiklerine, zaaflarına, egosuna karşı savaşını burada kazanır. Dört kapı, kırk makamı tamamlayıp kendi gerçek benliğine ve evrensel hakikatine ulaşma çabası da bunu anlatır. Yokluk vadisinde o güne kadar öğrendiğimiz ve üzerimizde yapay duran tüm kıyafetlerden sıyrılırız ve asıl benliğimizi o zaman kazanırız. Benlik vadisine yok oluş ismi boşuna verilmemiştir.

Mitolojiden günümüze dönersek efendim; madem yedi vadinin sonuncusunu geçince öğrendiğimiz şey, kendi küllerimizden yeniden dirilip kendi Anka kuşu hikayemizi yazmaya gayret etmekse; Anka Dersim oluşumunun tam da buradan anlaşılmasını isteriz.

İran edebiyatında Anka Kuşu “Homa” olarak tanımlanmış, yani bizim Dersim Kırmancki’sindeki (Zazaca) “Tanrı”yla eşdeğer! Şafi Zazalar Tanrıya “Homa” diyorlar, Dersim Kızılbaş Zazaları da sabah uyandıklarında güneşe “Ya tijaHomete” (Ey Homet’in güneşi) diye saygı gösterirler. Aslında tanrısallık atfettiğimiz bu ‘Homa’ ya da ‘Homet’ kavramları, ‘evren’ (universe) anlamına da geliyor. Hallac-ı Mansur’dan beri gelip tanrıyı insanda bulan “enel hak” anlayışıyla uyumlu bir bakış açısıdır bu bize göre. Yani tanrı evrenin bütünüdür ve insan da o bütünün bir parçası olarak, geçmesi gereken vadileri aştığı oranda aynı bütünün bir parçası ve tezahürüdür.

Anka kuşu hikâyesinin anlatıldığı ‘Mantıku’t-Tayr’ kitabındaki ‘Tayr’ sözcüğü ise Zazaca’da kuşlar için kullandığımız “theyr” ile akraba ve hatta aynı sözcüktür. Çocukluğumuzun Dersim’inde hepimizin evlerinde asılı duran Ezidilerin ‘melek-i tavus’ işlemeli duvar halılarını bir de bu bağlamda düşünmeli sanki. Dahası Zağros dağlarındaki kırk bin yıllık mağara kalıntılarında bulunan ve insanlığın ilk sanat eserlerinden sayılan duvara kazılmış kuş insan figürlerini de.. (Andrew Collins’in ‘Meleklerin Küllerinden’ kitabının okunması tüm bu bağlantılar ve daha fazlası açısından şiddetle önerilir.)

ANKA DERSİM derken, tüm bu bağlantıların birlikte düşünülmesi lazımdır. Esasında bugün ki halet-i ruhiyemizin, içinde bulunduğumuz zorlu koşulların, giderek talan edilmiş değerlerimizin ve artık esamesi okunur noktaya gelmesine ramak kalmış gerçek Dersim kültürü, duruşu ve tavrının pür haliyle sevimsiz-sevgisiz yüzleşmelerimizin geldiği noktada; Turgut Uyar’ın deyimiyle “hayır diyebilmek” için, bir karşı akıntı oluşturabilmek için, tüm bu gidişatın başka türlü de olabileceğini,ümidini ya da parıltısını/tılsımını yitirmiş dimağlara fısıldamak için bir çaba diyebiliriz bu oluşuma.

Bu noktada öncelikle, biz neremizden ve nasıl hadım edildik sorusunun yanıtı önemli!

Tarihsel Dersim kimliğine değil ama mevcut kimliğine karşı hayal kırıklıkları yaşamamızla başladı her şey! Öncelikle “Biz Dersimliyiz, şöyleyiz, böyleyiz, şöyle üstünüz, böyle yüceyiz” türünden naralar atıp mangalları küle muhtaç eyleyen ama bize göre hayatın hiç bir alanında bir üretim sergilemeyen, yeni bir önermeleri, tavırları, duruşları, pratikleri, asaletleri, incelikleri, şıklıkları olmadığı halde car car konuşan; arka planları boş, alt yapısı sağlam olmayan, kof varoluşlarla yüzleştik, kendimizle! Nietzsche’nin “gerçeğin ne kadarına katlanabilirsin” sözüne atfen; doğduğu topraklarda yaşayıp orada ölmeye ve geride kalan bütün hayatlarını sıfırlayıp gelmiş insanların Dersim’i terk etmeyi dahi düşünecek noktaya gelmesini nasıl açıklayacağız?.

Sonuçta görüyoruz ki insanların çoğu egolarını doyurmak için belli kurumlarda yer alıyor ve en kadim değerlerimiz bile onlar için bir sıçrama tahtası olabildiği ölçüde değer kazanıp dile getiriliyor ama o değerlerin dünyasına göre davranılmıyor, o değerlere göre yaşanılmıyor! Kültürel mirasımızla bağlarımızın koparıldığı, değerler dünyamızın alaşağı edildiği bir Dersimli kimliğine, biz bazılarımız kendimizi ait ve yakın görmüyoruz..

Bize göre Dersim kimliği ve tavrı ya da duruşu şöyle birşeydi mesela; ben çocukken son hatırladığım evde 4 ineğimiz vardı, birinin adı Nale, birinin adı Bore, biri Çare ama diğerinin adını hatırlayamıyorum onun hatırasından özür dileyerek! Sonbahar gelmiş ve kışa girmeden önce kavurma yapmak için bir inek kesilecekti! Evde bu konu haftalarca gündem olmuştu. Nale artık yaşlanmıştı, eskiden olduğu gibi süt vermiyordu, hamile kalıp yeni inek adayları da doğurmuyordu! Çoğunluk onun kesilmesini savunuyordu ama babaannem İsmihan buna ısrarla karşı çıkıyordu. Nale, bir çok açıdan işe yaramaz bir hale gelmiş olsa da evin emektarıydı ve onun gözünün nuruydu! Bore ise doğurabiliyor, daha ıskartaya çıkmamış ama biraz huysuzdu hem de daha kiloluydu, aşağı doğru sarkan etlerinden memeleri bile zor görünüyordu ve onun etinden kış boyu yetecek kadar kavurma çıkabilirdi! Neticede bu tartışma sonuç verip iki taraf anlaşamayınca denildi ki; ineğin kesileceği sabah hangi inek ahırın kapısına daha yakınsa o kesilecekti! Sabah kapı açıldı ve görüldü ki kapının önünde Nale bekliyordu! Babaannem bu duruma çok üzüldü ama bir şey de demedi..Nale’nin yanına gitti, sarıldı, öptü, sevdi! Nale de duruma çoktan razı ve hazır bir halde pozisyon aldı, kimse onu itmeden-çekmeden kendisi dışarı çıktı! Herkesin büyük bir sevgisi ve saygısıyla karşılaştı! Neredeyse orada bulunan herkes Nale’yle tek tek vedalaştı, rızalığını istedi. Bu fasıldan sonra Nale etraftakilerin yardımıyla usulca yere yan yattı ve boynunu bıçağa uzattı. Hüzün ve sevgiyle karışık bir ruh haliyle kesildi gözyaşları eşliğinde! Ardından geçen günler haftalar boyunca evde her gün Nale’den bahsediliyor ve onunla ilgili anılar anlatılıyordu, sevgi ve özlemle yad ediliyordu! Ahıra girildiğinde onun yerinin boş olması haftalar sonra bile hala bir hüzün gerekçesiydi. Bizde evin hayvanları da evin bireyleri gibiydi.

Eskiden bir ineğe karşı gösterilen hakkaniyet, vicdan, sevginin zerresi bugün insanlarımızın çoğunda, insana karşı bile yok. Eskilerin karınları aç olsa da gönülleri ve gözleri toktu! Tarla-tum düşmanlıklarının bile bir adabı vardı! İnsan kalitesi, asaleti, güzelliği bugün ki kadar yerlerde sürünmüyordu! O zaman yapılması gereken şey belliydi bizim açımızdan..

Sonuçta kötülük kadar iyilik de bulaşıcıdır. Geldiğimiz noktada, doku ne kadar bozulmuş olsa da; bu toplumda biz zamanlar “rızalık şehri” kültürü yaşandı ve bazılarımız bunun son demlerine yetişti! Komşusuyla tartıştığı için, bunu kendisine yakıştırmayıp sırf bu nedenle köyünü terk eden insanlarımız da oldu. O halde mevcut yozlaşma akıntısına karşı, bugün geldiğimiz noktayı beğenmeyen bizler, Anka kuşu gibi küllerinden yeniden, küllerimizden yeniden kendi köklerimiz üzerinden, kendi değerlerimizle var olarak geleneğimizi yeniden kurabiliriz! Üretim yapabiliriz ve bunu günümüz faydacı zihniyet dünyasının duvarlarına hapsolmadan hakkaniyetle, vicdanla, doğaya-insana ve yaşayan tüm canlılara-türlere saygıyla, kardeşlikle yaparak, olumlu bir örnek sergileyebiliriz, hakim zihniyet dünyasını ve algıyı değiştirebiliriz!

Her ateş sönüp küle döndüğünde, kendini, kendi küllerinden yeniden dirilten ANKA kuşu gibi, yaşadığı coğrafyası tar u mar edilip dünyanın dört bir tarafına dağılmış, deyim yerindeyse külleri savrulmuş DERSİM toplumunun kendini, kendi küllerinden ve kendi kökleri üzerinde yeniden varetmesi arzusuyla aldık ANKA DERSİM ismini! Yanısıra benzer çabalara soluk ve destek vermesi, yaratıcı bir örnek olması için..

Doğanın ve doğadakilerin korunması, kaybolan yerel tohumların bulunup çoğaltılarak üretime sevk edilmesi, bu yöndeki çabaların desteklenmesi, yanı sıra önemli şifa değeri olan bitkilerin bu değerlerinin açığa çıkarılarak kültüre alınması (tohum geliştirme) ve farklı bölgelere ait önemli bitkilerin bu topraklarda denenmesi gibi bir takım çabalar içindeyiz!

Bu, insana, doğaya ve onun üzerinde yaşayan tüm canlılara karşı yeni bir tavır önerisidir.

Öncelikle etrafımızdaki tüm sistemden özgürleşmek ve sonraki adımda  yeniden ilişkilenmek.. Yeni bir biçim, yeni bir formatla, edinilmiş bilgilere bakışımızı daha geniş bir pencereden yeniden kurarken;

Yozlaştırılıp tüketim menziline konmuş tüm bağlardan, baskı unsurlarından sıyrılıp, bütün sistemlerden özgürleşerek yeniden başlayabiliriz. Ancak o zaman etrafımızla açık, gerçek ve sahici bir bağ kurabiliriz. Bu tamamen açık işleyen, önceliğini kendi iç etiğine, doğanın yarattıklarına saygı ve onu koruma duygusuyla boy veren bir üretim anlayışıdır.

Anka Dersim’in en başta doğaya, ekosisteme ve onun xızır’ınxırmançık”ı saydığımız nimetleri olmak üzere, kimseye, hiçbir varoluşa, hiçbir canlıya, türe, cinsel kimliğe, cinsel tercihe, dala, yaprağa, ağaca, balığa, hiçbir varoluşa karşı bir birartniyeti yoktur.  Davet sözün kurulduğu yere, niyet birlikte üretip birlikte bölüşmeyedir.

Bir Babamansur pirinin dillendirdiği gibi eskilerimiz, “Biz toprağa hak diyoruz, biz suda hakkı görüyoruz” diyorlardı. Dedelerimiz, bu tohumların haktan geldiğine ve korunması gerektiğine inanırlardı. Hakkın rızkı neyse o aynen kabul edilir, rızkın yapay yollarla çoğaltılmasına karşı çıkılırdı. Babalarımızın “hardêdewreş” (derviş toprağı) dediği ve öpüp kutsal saydığı Dersim coğrafyasını kimyasal ilaçlarla zehirlemeye hakkımız yok! Öncelikle buradan başlıyoruz çalışmaya..

Eskilerimiz buğday başağına ‘namet’ der ve ona “Ser sarê çar kitabo”, yani “dört kitabın başı” diyerek en büyük kutsallığı atfederdi. Günümüzde gluten ve bromüre boğulmuş kimyasal unlara karşı, bizler de gelenekten öğrenerek asırlık yerel tohumları, kimyasal gübre kullanılmamış topraklarda çoğaltarak yaygınlaştırmak ve elde edilen ürünleri ise olabildiğince geleneksel ve sağlıklı yöntemlerle işleyip ambalajlayarak tüketiciyle buluşturmak istiyoruz! Bu amaçla Pertek, Mazgirt ve Ovacık’ta buğday ekiminin yanısıra Pertek’te asırlık bir su değirmenini faal hale getirdik.

İkinci önceliğimiz şifalı bitkiler alanı.. Ovacık başta olmak üzere, bölgemizdeki bitkilerin şifa değerlerini ortaya çıkarmak, unutulmaya yüz tutmuş halk bilgeliğinden öğrenerek, ilaçlara boğulmuş sağlığımızı bir nebze olsun kimyasal içermeyen doğal yöntemlerle korumaya katkı yapmak istiyoruz. Bu amaçla hem akademik destekle bitkilerin sağlığa yararlı türlerini tespit ve test etmek hem doğa talanına karşı bunları kültüre almak ve bunlardan yağ, sabun gibi ürünler elde etmek için çalışıyoruz. Sarımsak, kekik, kantaron gibi doğamızda kendiliğinden yetişen bitkileri tohuma alarak çoğaltmanın yanı sıra, lavanta, safran ve ekinezya gibi bölgeye has olmayan bitkileri de üretim alanlarımızda deneme çalışmalarındayız.

Tüm bu süreçlerde “Kader gayrete aşıktır” sözü kulağımıza küpedir!.

Eyüp Hanoğlu

Bir Anka Kuşu hikâyesi
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA