“Hayat Güzel Olsun” Diye Kendini Feda Edenler…

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İnsanı diğer canlılardan ayırt eden en belirgin özellik, toplumsallığını örgütleyerek iradesiyle harekete geçebilmesidir. Bu diyalektiğin tarihini nereye dayandırabileceğimize dair kesin bir fikrim yok. Çünkü hiç de yabana atılmayacak bir felsefi görüşe göre “BigBang” le varlığa dönüşen enerjinin tüm eylemleri iradidir ve evriminin zirvesi olan toplumsallaşmada kendi hakikatinin sırrına erme arayışını yoğunlaştırmaktadır.

Bu nedenle evrenin devinimi her anlamda adalete göre işleyen bir çarkla gerçekleşir. Her şey zaten öyle olması gerektiği için meşrebine uygun olarak kendi doğal mecrasında anlamına kavuşur. Vahşi doğadaki çok adaletsiz gibi görünen doğal seleksiyon kanunu bile bu ahengin bir boyutu olarak algılanabilir.

Fakat insan ahlak gibi sihirli bir çeperi sarınarak kültürel üretimleriyle vahşetten uygarlığa doğru hızla yol almıştır. Ancak uygar birikimlerin devletçi iktidar zihniyetçe gaspından itibaren ahlakın şekillendirdiği toplumsal doğa ciddi bir çarpıklık ve yozlaşmayla yüz yüze kaldı.

Grek mitolojisinde ateşle metaforize eden hakikatin insanlığa taşınmasının bedeli Prometheus arketipinde olduğu gibi zincirlere bağlanarak sonsuz işkencelere mahkûm edilmek olmuştur. Bundan sakınmanın tek yolu tanrılara biat edip “gemisini kurtaran kaptandır” düsturuna sarılarak onursuzca bireycilik çirkefinin içine saplanmak olarak sunuldu çağlar boyu.

Diğer taraftan ilk oluşun o gizemli potansiyel iradesiyle uyumu varlık gerekçesi yaparak Prometheus’un yolundan gidenler sayesinde hakikat ve anlam mücadelesi bir karşı duruş olarak iktidarların korkulu rüyası olmayı süregeldi.

Gençlik yıllarımızın başlarında devrimcileri ama en çok da Rus devrimini anlatan romanlar okurduk. Bunlardan “Saat On Üçte Sayın Generalim” adlı romanın olay örgüsü çok etkilemişti beni. Faşizmin korkunç işkencelerine direnen bir devrimciye partisi rol icabı çözülüp işbirliğine yatarak düşmanlarını yanlış yönlendirme talimatı ulaştırır.

Sorgucuların bile artık işkenceden bezdiği bir anda devrimci kahramanımız rol icabı zaaf göstermeye başlar ve planını hayata geçirir. Ona deli gibi âşık olan onu sorgudan sağ kurtarmak için gücünün ötesinde bir enerjiyle çabalayan karısı onun işbirliğine tanık olduğunda hemen intihar eder. Asıl vurucu epizot ise faşist işkenceci ile tutsak arasında geçen diyalogda saklıdır. İşkencecisi ona neden çözüldüğünü, neden teslim olduğunu sorar. Tutsak şaşırır buna, “sizin istediğiniz de bu değil mi, doğru da karar kıldım” mealinde bir şeyler söyler. Canı çok sıkkın olan işkenceci “Hayatın anlamlı olabilmesi için sizin gibilerin direnmesi gerekir” diyerek tanımlamakta güçlük çektiği o duyguyu dışa vurur.

İşte birlikte o romanları okuduğumuz arkadaşlarımızın bir kısmı Prometheus’un yolundan giderek hakikati yaşamsallaştırmak adına kendilerini ateşe attılar. Maalesef onlardan çoğu yaşamıyor artık. Aslında onlara acımak, üzülmek yerine kısa da olsa inandıkları şekilde yaşadıkları için imrenmek gerek belki de. Fakat her birinin hatırası birer düğüm oldu oturdu yüreklerimize. Tabi, onlarla yoldaşlığın omuzlarımıza yüklediği manevi yükün de farkındayım. Kendi gücü oranında hatıralarıyla ve kendi vicdanıyla barışık yaşayabilmek önceliğimiz oluyor her koşulda.

Bir de metafor olmanın ötesinde çeyrek asırı aşkın süredir zincirlenmiş olarak zindan hücrelerinde gıdım gıdım ölmeye mahkum edilen yoldaşlarımız var. Maalesef her yıl sayıları katlanarak arta arta şimdilerde onbinleri aştı üstelik devlet cephesinde büyüyen kin ve nefrete koşut olarak artık ölünceye kadar hücrede tek başına ve her türlü haktan yoksun olarak yaşamaya mahkûm ediliyorlar.

Ne kadar ağır koşullarda nasıl bir yoksunluk içinde yaşadıklarını ve helede ölümcül derecede hastalıklarla boğuşarak yaşam mücadelesi verenlerin çektiklerini alelusul basına yansıyanlardan anlayabilmek kesinlikle mümkün değil.

Nihayetinde nerelerden geçip nerelere vardığını bilerek bu yola girmişlerdi. Kaderinden şikâyet edip hayata küsen tek bir tutsak hikâyesi duymadım. Ancak asıl kahredici olan geride kalanların arkadaşların, çevrenin hatta öz be öz aile fertlerinin lakayt ve ilgisiz kalarak kapatıldıkları tabutluklara bir kilidi de onların vurmasıdır.

Ne yaparsak yapalım onlara olan vefa ve aslında vefadan da öte doğal borcumuzu ödeyebilmek mümkün değil. Ama en azından topluca kart atıp basın karşısında gövde gösterisi yapma dışında ağırlığımız oranında kıyısından, ucundan duvarlara yüklenerek onlara biraz daha fazla nefes taşıyabiliriz diye düşünüyorum.

Ama maalesef “dostlar pazarda görsün” saikiyle bir iki nümayişte bulunmak dışında hepsini kaderlerine terk ediyoruz. Ateş düştüğü yeri zindanlarda yarım asırdan fazladır etrafına da yayılarak yakmaya devam ediyor.

Tutsakların çoğu ailelerinden binlerce kilometre uzaklardaki zindanlarda tutuluyor. Bizim kuşaktan anne babası yaşayan tutsak kalmadı neredeyse. Zamane genç akrabalar içinse onlar bir zamanlara ait müzelik birer numune gibi algılanıyor. Sadece onlarla övüne bildikleri ortamlarda hatırlayabiliyorlar teyzelerini, halalarını veya amcalarını, dayılarını. Bir de selam söylemenin şimdilik bir maliyeti olmadığından yanlarına bir gidene rast geldiklerinde bol bol selam göndermeyi ihmal etmiyorlar. Ama yirmi kusur yılda tek bir sefer bile olsun onları ziyarete gitmemiş olmaktan hicap duymayı akıllarına bile getirmiyorlar.

Yine cezaevlerinde, mafya, uyuşturucu suçlarından yatan Kürt mahkûmlar da var. Onların tutulduğu cezaevinin önü ana baba günü oluyor hep. Arkadaşlardan birine bu paradoksu anlattığımda “biz de milyon dolarlara hükmetsek bırak uyuşturucu ticaretini daha beterinden bile yatıyor olsak yeğenlerimiz iyi gün dostu arkadaşlarımız ziyaret sırası için kapışırlardı” dedi acı acı gülümseyerek.

Ha bir de “içim kaldırmıyor, yüreğim daralıyor, o nedenle tutsaklarla ilgili hassasiyetim için uzak duruyorum” palavrasına sarılanlar var. Emin olun, dolar-akçe ya da rütbe mevki getirisi olsa ziyaretçi sırasının başında saç baş yolacak olanların başında bunlar gelirdi.

Hala anlam kırıntılarında teselli bulup hayata sarılabiliyorsak bunu bu kendini adamış insanların asil direniş ve mücadelelerine borçlu olduğumuzu bir an bile unutmamalıyız.

Yanlıştan dönmek için hiçbir zaman geç değildir. Zira Brecht’in vurguladığı gibi “bilmeden yapılan hata yanlışlıktır, bilerek yapılan ise ihanettir”

Ahlak, vicdan, vefa, dostluk ve adalet eşiğimizden hiç uzaklaşmasın, ihanet yüreği nasırlaşanların payına yazılsın.

“Hayat Güzel Olsun” Diye Kendini Feda Edenler…
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA