25 Eylül’de Kürdistan’da yapılan halk oylamasında ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa evet sonucu çıktı. Kampanya boyunca büyük coşku yaşandı, kitlesel mitingler, dev bayraklar ulusal kimliğin en üst düzeyde sahiplenildiğinin kanıtıydı.
Dersim gazetesinin bir önceki sayısında kaleme aldığımız kısa bir değerlendirme yazısında kırılgan Ortadoğu siyasetinde referandum sürecinde birçok riskin yanı sıra yolun tuzaklarla dolu olabileceğine vurgu yapmıştık. 16 Ekim 2017 tarihinde yaşanan Kerkük faciasında Kürdistan’ın nasıl tuzağa düşürüldüğünü hep beraber gördük.
Kürdistan’ın tarihsel figürü, büyük siyaset adamı Mam Celal’in ölümünden çok kısa bir süre sonra İran göstere göstere, vahşette IŞİD ve selefilerle yarışan Şii mezhepçi ordusu Haşd Şabi ile Kürt topraklarına tecavüz etti. Aslında İran’ın bu saldırı operasyonu tamamiyle beklenmedik bir hareket değildi. Ortadoğu siyasetinin kadim cambaz devleti, Türk ve Arap devletleriyle birlikte Kürtler’in özgürlük mücadelesinin ezeli eş-düşmanıdır. Mevzubahis Kürtler olunca Şii-Sünni, Türk-Fars rekabetini rahatlıkla kenara koymakta İran son derece mahirdir.
İran tarafından oluşturulan ve fiili olarak yönetilen milis-ordu Haşd Şabi’nin namluları nihayetinde Kürtlere çevireceğinin emareleri epey bir zamandır vardı. Özellikle Kerkük, Xanekin ve Tuz Xurmatu bölgelerinde IŞİD ile savaş sürerken sık sık Kürdistan peşmergesi ile Haşd arasında sıcak çatışmalar yaşanmaktaydı.
Kürdistan tarihinde gaflet, ihanet, bozgun sıkça rastlanan bir olgudur, adeta aşiretçi, aileci ve parçacı yaklaşım Kürtler’in genlerine işlemiştir. 1992 yılından bu yana tanıklık ettiğimiz; ülke tarihindeki en özgür ve rahat ortamda kısmi ilerleme ve kazanımlar elde edilmekle birlikte, ulusal birlik, şeffaflık, adalet, özgürlük, eğitim, üretim, kültür alanlarında durum hiç de iç açıcı değil.
Bir devlette olmaması gereken ne varsa hepsini Kürdistan’da görmek mümkün. İki başlı otorite, PDK peşmergesi ve YNK peşmergesi olarak ayrılan ayrı ordular, Süleymaniye ve Erbil’in iki ayrı başkent gibi yapılanması toplumun bölünmüşlüğünün ne kadar derinlerde olduğunu göstermektedir.
2012 yılında Hewler’de tanıştığım Barzani ailesinden bir genç, taşıdıkları kimlikle Süleymaniye’ye giremediklerini onları da Hewler’e sokmadıklarını anlatmıştı.
2014 yılındaki IŞİD saldırıları sırasında yaşanan dağınıklık ve panik içerideki çürümüşlüğün ipuçlarını vermişti. O zaman da Hewler’den sivillerin can havliyle daha kuzeye doğru kaçtığını çok net hatırlıyorum. Ancak Kerkük hezimeti bu uyuşukluğun ve yalan rüzgarının iyice görünür olmasına vesile olmuştur.
YNK’nin Kerkük ihaneti ne kadar hazinse Irak ordusunun 24 saat içinde Şengal, Maxmur ve diğer KDP kontrolündeki alanlara girmesi de Barzani’nin başını yere eğdirecek kadar ağırdır.
Kerkük bir milattır, Kürdistan ya aynı zihniyet ile devam edip köleleşmeye doğru gidecek veyahut ulusal kimlikli direnişi seçerek epeyi bir darbe yemiş olan onuruna sahip çıkacaktır. Devleti kendi aşiret ve ailesine tapulu mülk gibi gören ve keyfi bir şekilde yöneten ailelerin bu imtiyazları mutlaka ellerinden alınmalı, ulusal birlik temelinde güçlendirilmiş bir Meclisin önderliğinde yeni bir tolum inşa edilmelidir.
KDP lideri Mesut Barzani 1 Kasım 2017 tarihi itibariyle Kürdistan Bölgesi Başkanlığı’nı bırakarak bu kurumu da lağvetmiştir. Bu sayın Barzani için hazin bir sondur. Her ne kadar yandaş basın (TC’de yandaş basın olur da Kürdistan’da olmaz mı) gerçekleri görmese de dünya kamuoyu nezdinde gerek Kürdistan gerekse Barzani ismi büyük bir darbe yemiştir.
Yeni Kürt paradigmasında bütün parçaların kaderi birleştirilmelidir, özellikle Rojava’ya düşmanlık temelindeki ilkel yaklaşım terkedilerek oradaki kazanımların kalıcı hale getirilmesinin mücadelesi verilmelidir. Aksi halde Süleymaniye İran’ın, Hewler Türkiye’nin, Kobani veya Haseke Suriye’nin ayakları altında ezilip gidecektir.
Ahmede Xani yaşıyor olsaydı ve bu trajedinin destanını yazsaydı mutlaka “akılsız, aç gözlü, korkak” liderlerden bahsederdi. “Koyun gibi insanlar, görmeyen gözler” dememesi için bir uyanışa ihtiyaç olduğu aşikardır.