09.11.2020 tarihinde yitirdiğimiz şair, yazar Mehmet Çetin’in gazetemizin Temmuz 2013 tarihli sayısında yayınlanan ”İqrârîye” yazısı. Anısına saygıyla…
“yani çocuğun sesinden anadiliyle havalanan o ilk sözcük, o ilk hece, o ilk harf, anadile ‘iqrar vermek’ olarak ele alındığında..”
Meram, “îqrâr”..
Değil, o incecik çubuğun verdiği acı önemli değildi de, bunu ilk kez yapıyor olmasıydı beni şaşırtan; babamın ruhunda şiddete yer yoktu oysa, beni ya da birilerini dövdüğünü hatırlamıyordum hiç.. ama çocukluk çağı işte, hiç mi hiç küfürbaz bir çocuk değilken, gün gelmiş, hatırlamadığım bir nedenle ve kimden duymuşsam, kirvemizin dedesinin mezarına küfretmişim. Onun, çocukluğumu bağışlayan tebessümüne rağmen, babam çok kızıyor bana ve elindeki çubukla sırtıma vuruyor, sertçe. Evet, o acıyı değil ama, mealen ‘insan, îqrârına nasıl küfreder’ diyen babamın kızgınlığını, yüzündeki o mahcubiyeti hiç mi hiç unutmuyorum.
Çocukluk çağları ve sevdiklerinden öğreniyor insan; îqrâra küfür edilmezdi!..
Büyüdükçe öğreniyor çocuk, ‘îqrâr’ın o hayatta ne derinlikler, kutsamalar, paylaşımlar, ne sevgiler ne vazgeçilmezlikler taşıdığını.. sanki “gelmiş geçmiş yaşama ustaları/ zamanı tarif ediyor bize” der gibi sevgili Turgut Uyar, o yaşam ustalarından öğreniyor çocuk, îqrâr’ın nasıl bir dokunulmazlık, nasıl bir adanma hali olduğunu.. öğrenerek büyüyor çocuk ve aklı erdiğinde, hayatını sınırsız ve sınıfsız bir dünya mücadelesine adadığında, onu da bir tür ‘îqrâr’ verme olarak görüyor, kendince öyle yorumluyor, yetmiyor, tutuyor mesela bir yoldaşıyla ‘îqrâr’ oluyor ve ona ‘îqrâr’ kodadını da kendisi veriyor ki kim bilir daha neler..
(…)
Babamın, sırtıma o çubukla vurmasının üzerinden neredeyse elli yıl geçiyor, yani uzun süren bir öğrenme ve anlama hali.. ki Kırmanckî ilk şiir kitabımı yayına hazırlarken, yolumu kesen yine ‘îqrâr’ oluyor, bendeki hakkını haber eyliyor sanki.. öyle, kitapta yer alan şiirlerin kendilerince dertleri olsa dahi, hepsinin birlikte bir ortak meramı da var diye düşünüyor ve bunu kapsayacak bir Dersim meseli arıyorum. Sonunda, Cemal Taş’ın Dersim’den derlediği karınca ile ağaç meseliyle karşılaşıyor, hiç tereddüt etmiyor, Cemal kardeşimin emeğine de atıfla, o meseli şiir dilime tercüme ediyor, önsöz niyetine kitabın girişine alıyorum: “vane; ‘dare ke adir de vêsena, mircolike dare canêverdana’, vane, nêremena. ayî ebê dare vêsena. waxte jû de, vane, dare re vato mircolike; ‘mi xo de wedare.. adirê xo de wedare.. wela xo de..’ vane.. ”*
Bütün meram böyle bir îqrâra dair..
ikrar-ikrarname..
Arapça kökenden gelen ‘ikrar’ın güncel Türkçe sözlük anlamı; açıktan söylemek, söz vermek, yemin etmek, biat etmek, kabul ve tasdik etmek, itiraf etmek, onaylamaktı. Ayrıca, Osmanlıca’daki ‘ikrar-ı kitabe’nin, bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu yazı ile tasdik etmesi olduğunu.. ölüm anındaki ‘ikrar-ı mariz’ ile vasiyetnamenin söz konusu edildiğini.. iddianamelerde ise ‘itiraf’ anlamıyla öne çıktığını.. borçlar hukukunda yeri olduğunu.. yine pek çok inançta ‘ikrar’ın, gerek kişisel, gerekse birlikte günah çıkarma anlamına geldiğini.. ikrar vermenin de esasen ‘söz vermek’ olduğunu.. “ikrar verdi cahil gönlüm inandı / seherin yelleri esti gelmedi”yle Karacaoğlan’ın bunu şiire böylece dâhil kıldığını..
İslam’dan farklı olarak Alevilik’teki ikrar vermenin, sözlük anlamı ötesinde, bireysel olandan toplumsal olana kadar, toplumu kuşatan değerlerden biri olarak görüldüğünü.. ikrarsız Alevi olunamayacağını.. kişinin hem kendi hem de ailesinin rızasıyla, bilerek, isteyerek, gönülden bu ikrarı verdiğini.. cemaat ve pir huzurunda söz verilip, gülbenk alınarak ikrar kapısından içeriye adım atıldığını.. ikrar vermenin, karşılıklı saygı, sevgi ve paylaşımı öncelediğini.. yolun değerlerine göre yaşamak ve gereklerini yerine getirmek sorumluluğu yüklediğini.. cenaze, müsahiplik, sünnet, nikâh gibi ikili ya da toplumsal ilişki hukukuyla cemlerde ikrar alınıp verildiğini.. biriktirilen içtihatlarla verili mananın derinleştirildiğini.. nesilden nesile geçen bir yardımlaşma ve paylaşım geleneği edindiğini.. aileler ya da kavimler arası kavgalara, düşmanlıklara son vermek, dostluğu daim kılmak için de ikrar verildiğini.. açık ve kapalı hallerinin olduğunu.. eşiğinden kapısına ve semahına kadar nice ritüeller içerdiğini.. bütün bunların sınanma yerinin ‘dar’ olduğunu.. bunun da Dar-ı Mansur olduğunu.. yani ikrar verildikten sonra Mansur gibi ipi boynunda taşımaya hazır olmak anlamına geldiğini.. “…ikrarı boynuna kement olası/ verdiğin ikrara saldım ben seni” diyen Pir Sultan’ın da aynı dar’dan ses verdiğini…
Öğreniyorsunuz.. çocukluktan başlanarak tanık olunan ve yaşanan bu hayat ve değerlerin nasıl bir ‘ikrar vermek’ olduğunu, inanç ve toplum sözleşmesine dair nasıl bir tür ‘kök hücre’ değeri taşıdığını öğrendikçe.. öğrendikçe anlıyor çocuk; evet, birlikte yaşamak birlikte ‘yol’ yürümek demekti, ve yol hem ikrar, hem de ikrar verilen ile yürünendi..
Yol, ikrarsız yürünmez..
Ayrıca, doğayla uyumlu yaşam kültürü üzerindeki etkileriyle, Alevi Kırmanç/Kırdaş kültürlenmesindeki ‘îqrâr’ın da yeni anlamlar kazandığı, mana zenginliğine uğradığı bir başka hakikat idi…
Biraz da bundan mı, Suredar’dan sonra, Dersim’e dair kimi yazıları derlendiğim Yas Kitabı-Dersim İçin Yazdılar’ın tanıtım etkinliklerinde sıklıkla, Dersimî kültürel iklimin ahlâki belirleyeninin ‘îqrâr’, doğasıyla yaşam hukukunun da ‘ciraniye’ olduğu vurguluyor ve bunun kirvelik-musahiplik-taliplik konteksinden öteye anlamlar içerdiğini söylemeye çalışıyordum. Teolojik olandan sosyolojik olana kadar pek çok alanda bu böyle idi, yani kanımca…
Yani içinde yaşadığı doğayla uyumu önceleyen Alevi Kürd kültürlenmesindeki ‘îqrâr’ın, verili ‘ikrar’dan da farklı mecralara evrildiğini, îqrâr’ın sadece insanlar arası ilişkide değil ama insanın doğayla, doğadaki diğer varlıklarla ilişkisinde de düzenleyici olduğunu, kutsanan aya-güneşe, ateşe-küle, pınara-ırmağa, dağa-taşa, dara-ağaca, nihayetinde ‘jîyar û dîyar’a söz vererek yaşamanın, neredeyse bütün bir hayatı ‘îqrâr’ vererek yaşamak anlamına geldiğini söylemeye çalışıyordum. Ki Qoçqiri katliamı sürecinde, “ikrar verenler elmaya/ zülfikar-ı mürtezaya/ geriden teller çektiler/ biz uymayız eşkiyaya” diye kederlenen Alişêr’in de bunu hatırlattığını… (…)
Bilinir, ilk insanlıktan başlanarak, hayatta kalma mücadelesinde rekabetin temel duygu olduğu yaygın bir kanı ya da ‘algı’ dayatmasıydı. Pozitivist epistemolojinin, ‘ben’ merkezli bu dayatmayı nasıl yaptığı kimsenin saklısı değildi. Ki her şeyi atomize eden ve tüketimin menziline koyan kapitalizmin, insanı kendine, ilişkilerine, kadim değerlerine ve doğasına yabancılaştıran, yalnızlaştıran, yarışı, hırsı, rekabeti kazanmanın biricik seçeneği olarak dayatan bu ahlâkın, ilişki ve değerler tahribatı da artık kimsenin saklısı değil. Üstelik, ilk insanlıktan itibaren hayatta kalmanın esasen yardımlaşma, dayanışma ve paylaşım sayesinden olduğu, toplumsallaşma süreçlerinden sınanarak geldiği, pek çok araştırma-inceleme tarafından bunun defalarca doğrulandığı, ve bu fikriyat üzerinden yükselen farklı toplumsal yaşam/sistem önermeleri de olduğu halde…
Ezcümle, indirgeyici bir fıkıh-hukuk kural ve manzumeleri üzerinden değil belki ama kolektif değerler-içtihatlar düzleminden bakıldığında, Alevi Kürd kültürlenmesindeki ‘îqrâr’ın, zamanın ruhunu da içkin kılan yeni bir etimolojik, teolojik ya da sosyolojik okumayı hak ettiği, muhataplarından bunu talep ettiği aşikâr olsa gerekir. Toplumsal, ahlâkî ve kültürel yeninden kuruluş sürecinde, değişen hayat ve taleplerin aşkın kılındığı böyle bir yeniden okuma, mesela ekolojik, demokratik ve cinsiyet eşitlikçi toplum önermesine önemli bir katkı sunar, sunabilir. İnsandan doğaya ve doğadaki diğer canlı-cansız bütün varlıklara kadar, mağduriyetlerin ortak talebi ve hatırlatması da bu olsa gerekir. İlk hatırlamadan yol düşülürse, mesela çocuğun, ana dili ile ilk teması, o ilk söz, ilk îqrâr.. yani çocuğun sesinden anadiliyle havalanan o ilk sözcük, o ilk hece, o ilk harf, anadile ‘iqrar vermek’ olarak ele alındığında..
Anadilden başlanarak verdiğimiz îqrârın birey ve toplum olarak neresinde durduğumuzu ‘dar’ın da suali olarak hayatımıza çağırdığımızda, fazlasıyla sınandığımız ve pek çok alanda ‘iqrar’ımıza sadık kalmadığımız görünür olmaktadır. Dersim özelinde söylenecek olursa, bu, ‘îqrârîye’ demekti ki, Pir Sultan’ın nefesiyle “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” demenin en hakkaniyetli haliydi, hama…
Kederlerimiz hayatlarımızdan da ağır ama E. Galeano’nun benzer bir vesileyle hatırlattığı gibi, belki, ‘şimdi yeniden başa dönmenin zamanıdır’; anadilden yanık meşe dalına, ağulanan topraktan boğulan sulara, ırmaklara, ziyaretlere, mazlum ve mağdur ile saf tutmaktan, hasret düşülen bir doğa, toplumsal hayat ve kolektif değerlere kadar, yaşanılandan öğrendiklerimizle bir yeniden başa dönmenin zemanı..
Zeman, îqrâr verdiklerimizin sualleriyle de bizi ‘dar’a, sınanmaya çağırmakta..
*“Derler ki; ağaç ateşte yandığında, karınca ağacı bırakmaz, kaçmazmış. O da ağaçla birlikte yanarmış, çünkü zamanın birinde derler, ağaca ikrar vermiş karınca; ‘beni kendinde sakla, ateşinde sakla, külünde’ diye…” (Suredar)