Ölüm ve Medeniyet Paradoksunda Dersim

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Dersim kırımını pek çok yanıy­la tartıştık ve araştırdık. Bu tartışma ve araştırmalar, hem “milli” tarihin örttüğü gerçeklerin açığa çıkarılması ve bütünlüklü bir bakış açısına ulaş­mak hem de sol tahayyülün demok­rasi paydasında yeniden anlamlan­dırılabilmesi açısından gerçekten de önemli bir işlev gördü. Ancak bu ay­dınlanmanın hala aşamadığı sorunlar da var. Örneğin Cumhuriyet’in Dersim müdahalesinin, ‘medeniyet götürme’ gerekçesiyle meşrulaşıp meşrulaşma­yacağı sorunu bunlardan biri.

Bu sorunun doğru yanıtı, 1937-38 Dersim’inde yaşananlar kar­şısında vicdanımızı kaybetmeden var olabilmek için zorunlu.

Dahası bu soruyla yüzleşmek, aynı zamanda sosyalizm ve demokra­si kavrayışının günümüz koşullarında güncellenebilmesi ve egemenlerin çıkarlarınca belirlenen yaklaşımlar­dan ayrışabilmenin de ön koşulu.

Medeniyet yol yapımıyla tarif edilir mi?

Yaşanan deneylerin de gös­terdiği gibi, “ilericilik” ve “medeniyet” gibi kavramları, hak ihlallerine karşı bir mazeret olmaktan çıkarıp, hak ve özgürlükler bağlamında yeniden ta­nımlamadan, artık liberal bir tutarlılı­ğı bile yakalamak imkânsızdır.

Kuşkusuz medeniyet kavramı­nı teknik ilerleme, yol, okul, vb. geliş­melerden koparmak olanaksız. Bun­lar medeniyet ve ilerlemenin olmazsa olmaz araçları. Bu açıdan, örneğin İngiltere’nin Hindistan veya Avustral­ya’yı dünyanın bütününe bağlama ve bu coğrafyaların içinde yaşadığı ka­palı ve ‘geri’ ilişkileri aşarak gelişimle­rini hızlandırmak anlamındaki katkısı görmezden gelinemez.

Ancak bu katkının, birincisi orayı sömürgeleştirmek, ikincisi bü­yük hak ihlalleri ve kıyımlar gerçekleş­tirmek gibi görmezden gelinemez iki büyük sorunu var. Bu ise hem ilericilik hem de medeniyet açısından olmaz­sa olmaz durumundaki değerlerin çiğnenmesi anlamına geliyor. Dola­yısıyla burada söz konusu olan, kendi burjuvazisinin kâr oranlarını arttırma ve egemenlik alanlarını genişletmek çıkarının türevi olarak gerçekleşen bir “ilerletme” ve “medenileştirme” duru­mudur.

Oysa medeniyet ve ilerleme, maddi ögeleri yanında, hukuk, evren­sellik, insan hakları, laiklik, ötekilerin haklarına saygı gibi manevi ögeleriyle birlikte bütünlüklü bir şekilde kavran­mak durumunda. Bu basit gerçeğin unutulduğu noktada medeniyetin bütünsel anlamından kopulacağı bir yana, yapılan yollar birer talan ve ezme, kurulan okullar birer asimilas­yon ve gütme aracına dönüşecektir.

Üstelik böylesi hak ihlalcisi uy­gulamalar, eğer egemenin kimliğin­den bir halka yapılıyorsa diktatöryal bir rejimin, başka kimlikten bir halka karşı yapılıyorsa sömürgeciliğin gös­tergeleridir.

Esasen Dersim’e müdahale­nin amirleri nezdinde de bu keyfiyet açık. Nitekim Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Eylül 1930 tarihli raporu; “Reislerin bey ve ağa­ların, seyitlerin (…) sonra halkın en şerir olanlarının Dersim’den uzak olan ovalara sevk ve öz Türk köyleri içerisi­ne dağıtılması (…) yüksek memurlara adeta koloni idarelerindeki yetkilerin verilmesi” gibi önerileri takiben, “Der­sim önce koloni gibi ele alınmalı. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve yavaş yavaş öz Türk hukuku uygulanmalı” sözleri buna delalet.

Bir başka halka yönelik bir uy­gulama içinde olunduğu, bu nedenle yapılanın bir (iç) sömürgeleştirme ol­duğu, o halkı bir başka halka dönüş­türülmeye ve bu sayede ona ait bir yurdun, Türklerin yurdu haline geti­rilmeye çalışıldığı ortada. Dolayısıyla bu durumun, hele ki geride bu denli çok sürgün, öldürme, aşağılama ve asimilasyon varken medeniyet ve ile­ricilik kavramlarıyla meşrulaştırılabilir olmadığı açık.

Dahası hakiki bir yüzleşme açısından şunu da teslim etmek du­rumundayız: Maddi medeniyetin zor kullanılarak ve ilhak edici bir yerden götürülmesi, egemen yazında salt medenileşmemiş halklara atfen kul­lanılan barbarlığın, medeniler eliyle gerçekleştirilmesidir.

Dolayısıyla medeniyetin mad­di göstergelerinin diyeti olarak ta­hakküm, katliam ve asimilasyon gibi suçların hafifletilmesi ve doğallaştırıl­ması, gerçekte bütünlüklü bir mede­niyet ve ilericiliğe karşı yabancılaştı­rıcıdır.

***

1930’larda Dersim feodal, doğ­rusu daha da geri bir norm olarak aşi­ret ilişkilerinde yaşıyor; bunun doğal sonucu olarak da liderliğini aşiret ön­derlerinde buluyordu. Bu açıdan Der­sim ve önderliğinin Türk önderliğine oranla bir hayli geri ilişkiler ve tem­siliyet içindeydi. Dolayısıyla ortada siyasal ve sosyo-ekonomik bir gerilik ilerilik durumu olduğu açık. Ancak Dersim’e yapılan seferin, tüm rapor ve ilgili kanunlarda da açıklıkla görüldü­ğü gibi feodalizme karşı bir mücade­le olarak başlamadığı, yani bir gerilik ilerilik çatışması olarak ortaya çıkma­dığı gibi, sonraki uygulamalar da bu eksende şekillenmeyecekti.

Dersimlilerin yurdu ilhak mı edildi?

Aksine Dersimliyi geri ilişkiler ağından kurtarıp medeniyet götür­me yöneliminden tümüyle bağımsız olan bu kıyıcı sefer, tıpkı İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı sefer gibi, orayı fethetmek, kolonize etmek, halkını dönüştürerek kendi burjuvazisi için pazara dönüştürmekti. Bu noktada yurt/vatan ile milliyet arasındaki illi­yet de anımsanırsa, Dersim’e yapılan seferin, orayı Dersimlinin yurdu ol­maktan çıkartıp ilhak etmek olarak belirginleştiği daha da netleşir. Vata­nın da, medeniyet ve ilerlemenin de yurttaşın hakları ekseninde belirlene­ceği gerçeği bağlamında Ankara’daki “ilerinin”, Dersim’deki “geriye” mua­melesi, Amerikalı beyaz “ilerinin”, yerli “gerisine” uygulamasından farksız.

Üstelik yaşadığı nesnel gerilik ve liderliğinin geleneksel karakterine karşın Dersim’in cumhuriyet ve laiklik yönelimlerine karşı en küçük bir kar­şı çıkış sergilemediği de açık. İstediği şey, anadili ve inancıyla kimliği inkâr edilmeden yaşama hakkının tanın­masıydı ki bu talebin karşılanması, Türkiye’nin gerçek bir cumhuriyet ve gerçek bir laiklikle yönetilmesi, yani hak ihlalleriyle kötürümleştirilmeme­si demekti.

Dolayısıyla Dersimlinin kendi doğallığındaki beklentisi, Cumhuri­yet modernleşmesinin maddi olarak engellenmesi değil, tersine manevi, hukuki medenileşmesi ve ilerleme­sinin de olmazsa olmaz gereğiydi. Cumhuriyet medenileşmesinin bunu dikkate almayıp tersini yapmasının bedeli ise, sadece Dersimliye (ve di­ğer tüm ötekilere) yaşatılan felaket­ler değil, bir bütün olarak Türkiye’nin de 94 yıldır demokratikleşememesi, medenileşememesi, günümüzde de siyasal İslamcılarca teslim alınmasıdır.

Dahası Meclis zabıtlarından da görüleceği gibi Milli Mücadele döne­minde Dersim, (en az Türk milli ege­menliği kadar meşru olan) Kürdistanî kaygılarla siyaset yapanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmasını ta­lep edecek denli, kaderini Türklere ve Cumhuriyete bağlamış kişilerce temsil edilmişti. Ne ki bu temsilciler, önce ikinci meclisten tasfiye edilecek, en önde geleni Hasan Hayri, kısa bir zaman sonra, üstelik ilişkisiz olduğu Şeyh Said ayaklanması bahanesiyle asılacak, son olarak da Dersim’in bü­tünü 37-38’de kıyıma uğratılacaktı. Dolayısıyla sadece vicdani-hukuki açıdan değil, bilimsel soğukkanlılık­la da teslim edilmesi gereken şey, Dersimde yaşananın “ilerinin geriyle mücadelesi” değildi; aksine “ilerinin” maddi avantajları ve üstünlüğünden faydalanarak, “geriyi” sömürgeleştir­mesi, kimliğinden koparmasıydı.

Dersim’in, Cumhuriyet, laiklik, modernleşme ile karşıtlık sergile­mediği ve bunlarla uyum çabasında olduğu bir yana (yine evrensel bir hak olan) ayrı bir devlet hayaliyle iliş­kilendirilebilecek bir tepkisi, hele ki ayaklanması da yoktu. Kısacası Der­sim’e yönelik seferin bir Anzavur gibi, saltanat kışkırtması bir ayaklanmayı ezmekle kıyaslanamayacağı açık. Da­hası, her ne kadar kimliği reddedildiği için doğal olsa da Şeyh Said gibi bir ayaklanması da söz konusu değildi. O halde kaygısı, tepkisi ve direncinin cumhuriyete ve laikliğe karşı diye aktarılması da hakikatin çarpıtılması olmaktadır.

Seyit Rıza’nın bir direnç gös­terdiği, dahası Dersim’in kaygılarını dirence çeviren bir manevi etkisi ol­duğu doğrudur. Nitekim Naşit Hakkı Uluğ’un, “Bu adam Dersim’in karanlık vicdanında bir urdur”; “Ben Dersime giderken bütün kumandanların bü­tün mesul idare amirlerinin kafası bu­nunla meşguldü” sözlerinde de yan­sıyan bir özelliği olduğu kesin; ancak bu özellik, onun geriyi ayakta tutmak, ileriyi engellemek değil, aksine Dersi­min ezilmesine, asimilasyonuna karşı direncin, hak talebi için çözüm arayı­şının misyonudur.

***

Durum buyken Komünist En­ternasyonal çizgisi çerçevesinde TKP; “iki ayı aşkın bir zamandan beri An­kara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayak­lanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feo­dal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen bugüne kadar ülkenin bu sapa böl­gesinde barınmayı başarmışlardır” diyerek, tavrını Kemalizmden yana saptayacaktı.

Önceden de irdelemiştim () gerçi ama bir başka açıdan yeniden irdelenmeyi hakkediyor:

Bu yaklaşım, kendi kimliğin­den emekçilerin sendikalarını, 1 Ma­yıslarını yasaklayan, Nazım Hikmetle­rini, Hikmet Kıvılcımlılarını hapislerde çürüten gözü kara bir burjuva iktidarı önsel olarak “ilericilikle” konumlandı­rarak öncelikle kendi sınıfına sırtını dönüyor. Rejimin, rapor ve yasaların­da alenen ilan edilen Dersim’in “ko­lonizasyonu” ve Dersimlinin “Türkleş­tirilmesi” saldırısını, “aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanması” olarak konumlandı­rarak tersyüz ediyor. Dili ve inancıyla farklı bir ulusal aidiyet olup korkunç bir yoksulluk­la boğuşan Dersimliye sadece karakol, sürgün ve asimilasyon olarak giden bir Cumhuriyet’i, “reformculukla” olum­larken, sorunlarının iyileştirilmesini ve hak­larının teslimi için diya­log isteyen Dersimliyi, “aşiret”, “gericilik” ve “feodalizme” indirge­mekle katliama destek veriyor.

“Bugün Kema­list hükümetin enerjik reformları yüzünden –diye devam eden yaklaşım-, kendi ikti­darlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların umutsuz direnişi karşısındayız. Feodal unsurlar kamuoyunu bir şekilde hazırladıktan sonra, birçok aşiret kendi arasında ittifak yaptı ve Genel Müfettiş’e [Alp­doğan Paşa] yazılı bir açıklama gön­dererek, idari makamlarla anlaşma temeli olmak üzere utanmazca şartlar ileri sürdü.”

Görüldüğü gibi, “enerjik re­formlara karşı feodalizmin direnişi” illüzyonuyla Dersimlinin kitlesel sür­günü, kırımı ve zehirlenmesine sırtı­mızı dönmemiz isteniyor. Devletten talepte bulunmak gibi basit yurttaşlık hakkı, “utanmazca şartlar” niteleme­siyle aşağılanıyor.

Sovyetler Birliği, Koçgiri, Şeyh Said ve Dersim’i görmedi

Bu yaklaşım ilk defa Şeyh Sait ayaklanması ve bastırılmasından baş­layarak, Komünist Enternasyonal dâ­hil solun yayın organlarında, “gerici feodal ağaların, devrimci ve cumhu­riyetçi Ankara hükümetine karşı” tavrı kalıp yüklemiyle tekrarlanagelecektir.

“Kürt köylüsünün ağaların zul­münden kurtarılması” nitelemesi de bu dönemlerde en çok başvurulan yüklem olacaktır. Ancak asgari ger­çekçilikle görüleceği gibi Türk prole­taryası ve onun komünist temsilcile­ri dâhil Kürt ve Türk köylüsü, en ağır baskıları bizzat rejimin kendisinden görecektir.

Esasen Cumhuriyetin anti feo­dal bir irade yerine sadece alternatif iktidar odaklarını, Türk-Sünni olma­yan kimlikleri ortadan kaldıran bir kararlılık sergilediği sabittir. Nitekim Kürtçenin yasaklanması veya Alevi­lerin, Hıristiyanların, emek haklarının kamu düzeninin dışına atılmasında, hatta bir şapka kanununda bile gös­terdiği hassasiyeti asla toprak refor­mu konusunda göstermeyecektir.

Keyfiyet bu olunca ilericilik konusuna dair ezberlerimizi değiştir­mek, onu yeniden ve hak eksenli bir yerden düşünmek durumundayız. Aksi takdirde sosyalizm iddiaları söz­den öte bir anlam taşımayacaktır.

Dahası bu ilk dönem komü­nistleri için öne sürülebilecek maze­retlerin, bugünkü benzerleri için en küçük anlamda geçerli olmayacağı da anımsanmalı. Yeni bir süreç yaşa­nıyordu ve sonuçları görünmemişti. Emperyalizme karşı Sovyetleri savun­manın, Türkiye’nin de emperyalizme karşı derinleşme ihtimalinin beklen­diği günlerdi. Ortada hem modern hem de emperyalizmle sorun yaşa­yan bir milli mücadele vardı, dahası Sovyetlerle müttefik siyaset izliyor ve sömürgeci bir konjonktürde milli bağımsızlık gibi sosyalizm için önem­li bir değeri temsil ediyordu. İşte bu verilerden hareketle, sınıfsal olarak feodal olan, kazanırlarsa dünya den­gelerinde ne yapacakları da meçhul olan güçlerin, örneğin Koçgiri’nin, Şeyh Said’in, Seyit Rıza’nın hak talep­leri görmezden gelindi.

Bu yaklaşımla emperyalizme karşıtlık hak sorununun, taktik çıkar­lar ilkenin önüne geçti; bu anlaşılır bir durumdu, ama benzeri tüm uygula­maların da gösterdiği gibi sosyalizm deneyi ve duruşunun reel siyasete kurban edilerek kirlenmesini getirdi.

Bugün bu mazeretlerin hiçbiri yok. Kemalizmin, ihtiyacı biter bit­mez Sovyetler Birliği’ne sırtını dönüp emperyalizmle uzlaştığı, kendi halkı­nın 1 Mayısı, sendikası, komünisti ve aydınına nasıl saldırgan davrandığı da görüldü. Dolayısıyla artık dünkü mazeretlerden yoksun olduğumuz bir gerçeklikte yaşamanın sorumlu­luğu karşısındayız. Bu sorumluluğu gerçekleşirmeye, kendi egemenleri­mizin her renginden bağımsızlaşmak konusunda daha yoğun bir arınmayla başlayabiliriz!…

Erdoğan Aydın

Ölüm ve Medeniyet Paradoksunda Dersim
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA