Şiirlerimde umutsuz insanların sesiyim. Daha doğrusu şiirlerimde onlara umutsuz olmadıklarını, yan yana yürüdüğümüzü söylüyorum.
Bana göre şiir, kahır ve kederin sözcüklerin büyüsünden damıtılarak ahenk kazanmasıdır. Bu da lirik bir yönelimdir zaten. Şayet bir metinde ahenk varsa, orada lirik olan akış da vardır.
Şiirlerimde umutsuz insanların sesiyim. Daha doğrusu şiirlerimde onlara umutsuz olmadıklarını, yan yana yürüdüğümüzü söylüyorum. Bunu yapmazsam, böyle yazmazsam, şiirlerime yansıtmazsam, şairliğimden utanırım.
Sevgili dostum Özgün E. Bulut, son kitabınla başlamak istiyorum söyleşimize. Kitaba ismini veren “Kuşların Kanadına Sarıldım” şiirine eğildiğimde, ‘anne’ ve insanı yansıtan ‘kuş’ imgesiyle, insanoğlunun yolculuğunun nereye evrildiğine ve insanın vicdani güncesinin sorgulanmasına açılan bir pencereyle karşılaştığımı duyumsadım. Böyle bir çıkarsama için şiirin şairi olarak neler söylemek istersiniz?
Bir şiiri oluşturan ana etken, şairin dünyaya bakışı, kimliği ve duruşudur. Bunu yaparken de ana malzeme dildir, sözcüklerdir. Şair sözcüklerden sesi yükseltir, melodi çıkarır. Yaptığım aslında bu. Kendimi, insanı, tanıklıklarımı, gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatırken hayallerimden, düşüncelerimden, duygularımdan ve ruhumdan da çok şey katarım. Aynı zamanda beni okuyanların ruhuna da ulaşmaya çalışırım. İşte bu yoğunlukların buluştuğu ortak yer vicdandır. Vicdanın dili ile düşünen bir şairim aynı zamanda.
Şimdi bu girizgahtan sonra, senin soruna gelebilirim. 90’lı yıllar ülkemiz tarihinin en fena yıllarıdır. Acılarla, korkuyla, baskıyla dolu bu yıllardan hafızada kalan ve bir türlü aydınlatılamayan ‘kayıp’lar vardır. Faili meçhul cinayetler vardır. Anneler her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelerek, kayıplarının akıbetini sormak için sessizce oturdular ve her türlü baskıya, engellemeye, kara, kışa, kıyamete rağmen bugünlere kadar geldiler. Yağmur, çamur demeden evlatlarını aradılar ve aramaya da devam ediyorlar. Ben de bazen gider o oturmalarda bulunurum. Onlarla olduğum bir cumartesi günü, kendi elleriyle çocuğunu güvenlik görevlilerine teslim eden ve bir daha haber alamayan bir annenin çığlıklarına tanık oldum. ‘‘Ben bir kuş olmuş, dala konmuş ve aşağılara bakarak sürekli figan ediyorum.’ İşte orada bir acının, çığlığın nerelere gittiğini duyumsadım. Hem anne hem de kuş imgesiyle buluştum. Kuş anneydi, anne kuştu. Günlerce o cümlenin ağırlığını yaşadım ve bu şiir ortaya çıktı.
Vicdan ve vefa dilinden uzak bir şiirin eksik olacağını düşünenlerdenim. Açtığım pencereden sadece temiz hava girmiyordu. Çığlıklar, gözyaşları ve o annenin sesi de birlikteydi. Susamazdım, kayıtsız kalamazdım.
Kuşların Kanadına Sarıldım ile ilgili neler söylemek istersin? Söz gelimi önceki çalışmalarından farklı olarak yeni biçem ya da söylem farklılıkları denedin mi ya da yeni bir derinliğin keşfine mi çıktın?
Ben hiçbir kitabımda farklı bir biçem aramadım, denemedim. Aradığım ruhumun derinliklerindeki sesti. O sesi bugünlere taşımak istedim. Yaşadığım, tanıklık ettiğim hallerle ilgiliydi şiirlerim. O nedenle her kitabıma eşlik eden şey, biçemden çok, özdü. Kaymalar ya da farklılıklar özde oluyordu. Ülkenin siyasi atmosferiyle de alakalı bir ruh halinden söz ediyorum. İçimize etki eden, yaralayan, bizi boğan ve hayatımızı kabusa çeviren hali ortaya çıkarmaya çalışıyorum.
Yaptığım şiirsel denemeler, arayışlar hep kendi dönemiyle ilintili aslında. Efsun’da yer alan şiirler dibe vurmuş bir adamın kederini yansıtıyordu. Yalnızlaşmış, umutsuz ve karamsar bir ruh hali vardı. Kırılma Vakti’ndeki şiirler daha çok kendimle hesaplaşmaydı ve yavaş yavaş sokağa çıkan, kavga eden bir Özgün E. Bulut vardı. Efsun, Kırılma Vakti ve Kuşların Kanadına Sarıldım’daki şiirler benim dilimi bulduğum şiirlerdir. Vicdana sarıldığım, unutmadığım, gözlerimi kapatmadığım, mış gibi yapmadığım şiirlerdir ve benim olgunluk dönemimdir. Daha çok derinliğin keşfine çıktım diyebilirim bu kitaplardaki şiirlerim için.
Özgün E. Bulut şiiri üstüne düşünürken, yüzeysel olmayan bir temasla yaşamın özüne lirik bir yönelim ekseninde insan varlığıyla bir hesaplaşma içine girildiği fikrine kapılıyorum; bu konuda ne demek istersiniz?
Bana göre şiir, kahır ve kederin sözcüklerin büyüsünden damıtılarak ahenk kazanmasıdır. Bu da lirik bir yönelimdir zaten. Şayet bir metinde ahenk varsa, orada lirik olan akış da vardır. İmparatorun Terzisi filminde izlemiştim. Terzi: ‘Dikiş dikmek iki kelimeyi birleştirmek gibidir. İğneyi kumaşa batırırken ruhunu verirsin, çekerken geri alırsın’ demişti. Şiir tam da budur. Sözcükleri kağıda aktarırken oraya ruhunu taşırsın. Ruhunun her halini yani… Bitirince de geri alırsın ve bu her yeni şiirde devam eder. Şiirde yaptığım aslında daha çok kendi dünyamı anlatmak. Ancak bunu yaparken de insanlığın bana aktardığı mirastan ışık alıyorum ve bu ışık aynı zamanda hem kendimle, hem de onlarla hesaplaşmamı sağlıyor.
Lenin şöyle der. ‘Sosyalizm bir duvarın arkasında yaşamak değil, başkalarına ulaşmak ve onlarla yaşayabilmektir. Sadece iyi bir dünya hayal etmek değil, dünyayı iyi bir haline getirmektir.’ Şiirde yaptığım, yapmaya çalıştığım aslında tam da bu. Duvarın ön tarafında, insanlara dokunarak, onlarla tartışarak, onlara bilgi vermeden, akıl sunmadan doğru şeyler yapabileceğimizin pusulasını tutuyorum.
Şiirin yanı sıra kültür sanat alanında metinler ve değerlendirme yazıları da kaleme aldığın biliniyor. Yazı ediminin nesir ve nazım olarak iki alanında ürünler veren biri olarak şiir, düzyazı ve düzyazı şiirle ilgili düşüncelerini bizimle paylaşabilir misin?
Şair sadece şiir yazan, şiir üstüne düşünen biri değildir. Şairin hayata dair düşünceleri yoksa o zaman onun şiiri de eksiktir. Bir şair ekonomiden, sosyolojiden, felsefeden kopuk olamaz. Bunları bilmezse ve bu anlamda fikir üretemezse zaten şiiri de eksiktir ve ilerleyemez. Her şeyi dizelerle anlatamazsınız. Şiir daha çok ses, imge ve metaforlarla örülüdür. Oysa içinde bulunduğunuz zaman dilimi korkunç ve insanın kazanımlarını yok etmeye yöneliktir. İşte bu anlarda şiirin dışına çıkıp, düşüncelerimi düz yazıyla ifade ediyorum. Eleştirel ve lirik yazılar olarak ele alınabilir benim yazdıklarım. Hatta şiir üstüne ve sevdiğim kitaplar hakkında yazdıklarımı da eklersem, ne söylemek istediğimi daha da iyi anlatmış olurum.
Şiirlerimde umutsuz insanların sesiyim. Daha doğrusu şiirlerimde onlara umutsuz olmadıklarını, yan yana yürüdüğümüzü söylüyorum. Bunu yapmazsam, böyle yazmazsam, şiirlerime yansıtmazsam, şairliğimden utanırım. Kendimi şair saymam. Adorno ‘en kötü durumdakilere bile o kadar da fena değil’ dedirten bir ağırbaşlılıktan söz eder Edebiyat Yazıları’nda. Ne yazık ki sadece yoksul insanlar değil, böyle düşünen sanatçılar da var. Aslında o kadar kötü bir durumdayız ki insanların gözlerine perde çekilmiş, kalpleri taşlaşmış, sadakaya muhtaç olmuş bir haldeyken bile, içinde oldukları bu durumlarından memnun görünüyorlar. Benim düz yazılarımda yaptığım, bunu tersine çevirmek. Durumun ne kadar fena olduğunu göstermek. Yanımız, yöremiz, sağımız, solumuz pislikten, gürültüden, betondan geçilmiyor. Nefes alamıyoruz kısaca. Tüm bunların içinden doğru olan sesi bulmaya çalışıyorum. Bu bazen şiir, bazen de düz yazı oluyor. İkisinde de hep yaptığım şeye, vicdana sığınıyorum.
Şiir yolculuğunda ilk günkü şiirin ile şu anki şiirin arasında nasıl bir farklılık gözlemliyorsun?
Tema olarak bir farklılık yok. Şiiri tanıdıkça, şiir dağarcığımı zenginleştirdikçe, dünya şiirinde gezintiler yaptıkça ister istemez değişiklikler yaşanıyor. Daha kolay ve daha basit dizelerdi ilk yazdıklarım. Ancak zamanla içimdeki yolculukların büyümesi ve benim onları taşıyamam sonucu dizelerim de değişti. Öğrendiklerim, etkilendiklerimden yeni yollara doğru yürüdüm. Yukarıda da belirttiğim gibi bu yolculuklar sonucunda kendi dilimi yakalamış oldum.
İlhan Berk bir söyleşisinde, “Şiir öğretilmez, öğrenilmez: Bulunur,” demişti. Senin bu konuda ne düşündüğünü sorsam…
Bu soruya vereceğim yanıt aslında ilk şiirlerim ve geldiğim nokta için verdiğim yanıtta biraz var. Kısmen katılabilirim İlhan Berk’e. Ne demek istediğini anlıyorum aslında. Bu ‘ağıt söylenmez, yakılır’ sözüne benzer. Bana göre bulunan ilk dizedir şiiri şiir yapan. Gerisi işçilik, emek ve çalışma işidir. Öğrendikleriniz, bilgileriniz ve bilgi birikiminizle ilgilidir. Öyle olmasa kimseyi okumaya, şiir üstüne kelam etmeye gerek olmazdı! Hatta şairi okumaya bile. Dizeyi bul, yaz ve geç.
Şiir, dil sorunsalı mıdır sence?
Evet, şiir bir dil sorunsalıdır. Anlatılmak istenen şey, en güçlü şekilde dil kullanılarak yapılır. Dilin aracı da sözcüklerdir, sestir. Sözcükler sadece tonlamaya katkı sunmaz, lirizme katkı sunmaz. Bir şairin duygularını sıradanlıktan çıkarıp, zenginleştirir ve şiire itici güç olur. Nihayetinde şiir dilin ön planda olduğu estetik bir haykırıştır.
Şair şiirlerinde bulunduğu çağla ve toplumla organik bağ kurmalı mıdır sence. Böyle bir bağın estetiksel kaygıya olan mesafesi nedir?
Bu sadece şairin sorunu değil, bütün sanatçıların da sorunu. Biz tarihi sadece tarihçilerden değil, o dönemin sanatçılarından da öğreniyoruz. Örneğin bir Ortaçağ’ı, bir Rönesans’ı sadece yazılı metinlerden okumuyoruz. Aynı zamanda heykeltıraşlardan, müzisyenlerden de öğreniyoruz. Her dönemin bir ruhu var. O ruhu en iyi anlatansa, o dönemin sanatçılarıdır. Şiire gelecek olursam, her şair zaten kendi dönemini de anlatır. Geleceğe kalan şair, dönemine tanıklık eden şairdir. Neruda’yı Neruda yapan budur. Aragon’u, Eluard’ı, Mayakovski’yi büyük şair yapan bu tanıklıklarıdır. Keza Nazım o nedenle Nazım’dır. Sözünü ettiğim şairler aynı zamanda estetik kaygılar taşıyan ve şiirlerini böyle oluşturan şairlerdir. Sadece ağaç, çiçek, doğa ya da aşk şiirlerinde mi estetik olur? Değil tabi ki. Sizin anlatma, dizeyi oluşturma biçiminiz de çok önemli.
Son olarak şiirlerinde, imgesel ve tematik dolaşımlarınızın iyiliğin dünyasına ulaşmanın yollarını arayan, bu uğurda itiraz etmekten kaçınmayan bir duruşun yansıtmasına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunun Dersim’li olmanla bağıntısı var mıdır, varsa bu bağıntıya dair neler söylemek istersin?
Benim şiirim insana dairdir. Ana temayı insan oluşturur. İnsanın her hali daha doğrusu… Yaşam şiire girdiği ölçüde anlam kazanır ve şiire dönüşür. Yaşamı faydacı yanı ile değil, insanı ezen, tüketen hali ile değil, bir mücadeleye adanmış hali ile taşırım şiirime. Aşkın peşinden gezer dizelerim, barışa uğrar, özgür insanın ardından koşar, coşkun akan sulara girer, rüzgara sığınır, gözlerin sıcaklığına düşer ve oradan kalbe yerleşir.
Şiir sadece duyguların en deli anlarını yazmak değildir. Şiir bu dünyanın pisliklerine itirazdır aynı zamanda. İşte böyle anlarda öfkemizi dışa vurmanın yoludur. Bunda Dersimli olmamın etkisi var mı? Açıkçası bilmiyorum. Ancak o coğrafyanın bana sunduğu değerlerden, güzelliklerden yararlandığımı düşünüyorum. Büyüklerimden dinlediğim anlatılar, dağlarımızın, sularımızın kerameti, utangaçlığım şiirimi besleyen zenginliklerdir. Şair olmamda katkısı büyüktür. Ancak başka bir yerde de doğsaydım bu itiraz dili mutlaka olurdu.