Giriş:
Yoğunlukla 1990’lı yıllarda örgütlenmeye başlayan Alevilere, belli odaklar tarafından Osmanlı oyunlarıyla şırınga edilen “Türk İslam Sentezli Tezler” günümüzde yeniden hortlatılmaya başlanılıyor. Aslında bu faaliyetler, Dersim özelinde hiç bitmedi. Ve fakat son yıllarda, içeriden ve dışarıdan daha da çok karmaşık bir hız kazandı.
25 Temmuz 2024 tarihinde Dersimde 22. Munzur Kültür ve Doğa Festivalinin 1. Gününde, “Dersim’den Horasan’a, Horasan’dan Dersim’e” başlığı altında Nesimi Aday, Yalçın Çakmak ve Selim Temo’nun katıldığı bir panel gerçekleştirilmişti. Bu panelde tarihsel veriler ışığında konunun uzmanları kısmen de olsa, bu kısıtlı zaman içerisinde Dersim hakikatini dile getirmişlerdi. Akabinde ilgili-ilgisiz, içi boş, mesnetsiz türlü tartışmalar devam etmişti.
Bunun sonucunda hedefe ulaşılamayınca, bu çalışmaya nispet teşkil edecek bir şekilde, karşı bir atağa geçildi. Birkaç resmi kurumun bir aramaya gelerek; 16-17 Ekim 2024 tarihlerinde, halktan kopuk sadece elitler eşliğinde, Munzur Üniversitesi’nde “Anadolu’nun Horasan’ı Tunceli Sempozyumu” gerçekleştirildi. Söz konusu bu sempozyumu eleştiren bazı Alevi kurumları ve araştırmacı yazarlar karşı görüş belirttiler. Özellikle kurumsal karşı görüşlerin içeriğini ve sloganik kısalığı bakımından konunun tarihsel mahiyetinden uzak ve yetersiz açıklamalar olduğunu, belirtmeliyim. Dolayısıyla etraflıca ele alınması gereken bu kapsamlı konunun, bazı önemli başlıklarını mercek altına alıp değerlendirmek istedim.
Coğrafi Konumlar: Mezopotamya ve Anadolu
İki ayrı katmanlı coğrafi isimleriyle anılan Mezopotamya ve Anadolu; iklimsel ve tarihsel açıdan yığınla alt başlıkları bulunan iki apayrı coğrafi bölgelerdir. Bunlardan Mezopotamya adı, Helence “mezos” orta “phatames” ırmak sözcüklerinden türetilmiştir. Mezosphatames, yani “ırmaklar arası” sözcüklerin bileşiminden oluşmaktadır. Bu ismi ilk kullananın Büyük İskender (336-323) olduğu da söylenmektedir. Bu coğrafya ‘ya Asuriler, “iki ırmak arası” (Dicle Fırat) anlamına gelen “Bet-Narin” adını vermişlerdir. Keza Araplar da aynı anlama gelen “Naheryn” tanımını kullanmışlar. Antik Çağlarda Mezopotamya’nın güneyine Sümer (Sinear) ülkesi, Kuzeyine Akad ülkesi adı verilirdi.
Mezopotamya coğrafi olarak iki ayrılır. Yukarı (Kuzey) Mezopotamya ve Aşağı (Güney) Mezopotamya. Dersim, Yukarı/Kuzey Mezopotamya sınırları içerisinde yer alır. Tarihte “İlk Üretici Köy Toplumları” da işte bu Dicle-Fırat’ın başlangıç noktalarından Kuzey-Yukarı Mezopotamya’da, Zagros eteklerinde faaliyetlerine başlamışlardır.
Çağlar öncesi Sümerler, Gutiler, Akadlar, Amarular, Babiller, Asurlar, Elamlar, Hurriler, Mitaniler ve benzeri topluluklar, bu bölgeleri kendilerine yurt edinmişlerdir. Bu topraklar mitolojilerin, kutsal metinlerin, dinlerin yazılıp dağıldığı, tapınak ekonomisinin oluşturulduğu, bir çok yeni buluşların, tarımın ve medeniyetlerin ortaya çıktığı adeta yeryüzü cennetidir.
Yukarıda aktardığımız üzere Grek etimolojisinde Mezopotamya’nın asıl manasının Kürtçe olduğu tespitleri de söz konusudur. Buna göre; Kavramın kökü olan “Mezo”, Kürtçedeki “mezra” dan türemiş olup, “suyu bol yeşil alan” manasına gelmektedir. Soneki olan “potamya” ise Antik Çağın coğrafyacı-tarihçisi Herodot’un (M.Ö.484-425), Kürtler ve ülkeleri için kullandığı Pacty, Bohti, Botana verilen yer-ülke bölge adıdır. Sonuçta, Kürtçedeki antik literatürde var olan “Mezr-a Botan” adı, Helen yazmalarına “Mezopotamya” olarak geçmiştir. Tekrar edelim Dersim; Anadolu sınırları içerisinde yer almaz. Yukarı-Kuzey Mezopotamya sınırları içerisinde yer alır. Öte yandan Anadolu’ya gelince;
Anadolu Neresi?
Anadolu yada diğer adıyla “Küçük Asya“ olarak da yazılı literatürde yer alan bu coğrafi bölge, Asya kıtasının en batısında Karadeniz, Akdeniz ve Eğedeniz arasında yer alan dağlık bir yarımadadır. Osmanlı döneminde “Anatoli“ adıyla anılan “Anadolu” nun geleneksel doğu sınırı olarak Fırat Nehri kabul edilirken, Cumhuriyetle birlikte, 1941 yılında toplanan 1. Türk Coğrafya Kongresi‘nden sonra Türkiye‘nin, Asya kıtasında kalan kısmının tümü aynı coğrafî terime dâhil edilmiştir. Buna göre 7 coğrafi bölgelere ayrılan Türkiye kapsamında, tarihsel islimiyle anılan Yukarı Mezopotamya’ya resmen “Doğu Anadolu, Güney Anadolu bölgesi” coğrafi isimleriyle adlandırıldı.
Grekçe Anatolé “Anatolia/ Anattolias“ eski Yunanca “Gün Doğumu“ yani Yunanlılara göre “Doğu“ anlamında kullanılan terim; “Ege’nin Doğusu ile Fırat nehiri arasındaki ülke-bölge“ olarak anılmaktadır. Bizans Rumcasında telaffuzu “Anatoli“ nin kök ismi olan Ana < yukarı anlamında edat, tello/ toli < kalkmak, doğmak manasına gelmektedir. Anatolia adına “Anatolikon“ şeklinde ilk Bizans’ın bir idari birimi, bir eyalet adı olarak MS. 669 yılına ait kayıtlarda rastlanmaktadır. Bu tanımda belirtilen Anatolikan, Ege’nin doğu sahillerinden Halys (Kızılırmak) nehrine kadar olan küçük bir alanı içine alır. Anadolu, Hristiyanlığın ilk doğduğu dünyaya yayıldığı topraklar olmuştur. Türkmen obalarından önce Anatolia’da Bizanslılar, Ermeniler, Kürtler, Gürcüler, Süryaniler, Rumlar ve diğer çeşitli halk toplulukları yaşamaktaydılar. Bununla birlikte II. Haçlı seferi (1147-49) sırasında, Türklerin nüfus yoğunluğundan ötürü batılı tarihçeler, Bizansın eski Anatoliasına “Türkiye” (Turkhia, Turquia) adıyla hitap ettiler.
Türkmen akınları 1071 de bölgeye geldiklerinde Anatolia adı, Bizanslılar tarafından zaten kullanılmaktaydı. Bölgeye en büyük akınlar, Moğol (1220) istilalarıyla hız kazanarak , farklı coğrafyalardan 1500’lere ve hatta günümüze kadar bu gelişler devam etti.
Bölgeye, İran ve Kürdistan üzerinden yeni yeni gelen konar-göçer Türkmen Obaları, Kur’an’a bağlı bir Müslümanlığı kabul etmiyorlardı. Yerleşik hayata geçip, bir türlü Müslümanlaşmıyorlardı. Günümüzde Alevilik olarak tabir edilen bu inanç, Yukarı Mezopotamya’da yaratılan tarım toplumun bir Pagan inancıydı. Bölgeye gelen Türkmen Obaları bu dağlık bölgelerde otokton-yerleşik yaşayan Kürtlerin Pagan inancı olan batıni Aleviliğini (Réya/Raa Heqi inancı) benimsemişlerdi.
1240 yıllarında Gaziantep-Mardin sınır boylarında konar-göçer yaşayan, Türkmen Obaları ile Kürtler; Babailer önderliğinde birleşerek, Selçuklulara karşı baş kaldırdılar. Bu yürüyüş Amasya’da sonlandırıldı. Müslüman Selçuklu Türkleri, paralı Bizans askerleriyle bu köylü ayaklanmalarını kanla bastırdı.
1300’lü yıllarda kurulan Osmanlı devleti, bir türlü yerleşik hayata geçmeyen, devlete vergi ve asker vermeyen, Müslümanlaşmayan bu konar-göçer yoksul Türkmen Obalarına, iyi davranmıyordu. Onları aşağılıyor, zulüm ediyorlardı. Onlara “etrak-i bî-idrak” yani “akılsız, geri zekalı Türkler, algılaması kıt, akıl etmeyen, idrakten-anlayıştan yoksun, bilinçsiz Türkler” diyorlardı. Buna karşın Türkmen Obaları da, Osmanlıya; “Şalvarı şaltak Osmanlı, eyeri kaltak Osmanlı, ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı” diyordu.
Hasılı Anadolu coğrafi tanımını, İstanbul’u baz alacak olursak, farklı zikzaklarla Sivas, Malatya, Kayseri, Adana şehir sınırlarının batı kısmında son bulur. Buradan Basra körfezine kadar olan iki nehir arasında kalan topraklar, Mezopotamya’dır. Buna göre Dersim; tanımını kısaca verdiğimiz Anadolu toprakları-sınırları içerisinde yer almaz. Tam aksine sınırları Kuzey Mezopotamya’nın Yukarı Fırat bölümünde yer alır. Mezopotamya’nın eski halklarının Hurriler, Gutiler, Mitaniler, Saburlar, Urartular, Hititler, Medler, Persler vd.) konup göçtüğü bu dağlık alan, eski halk tabakaları için sürekli bir sığınak merkezi olarak kullanılmıştır. Anadolu için kullanılan bir diğer coğrafi tanım ise Diyar-ı Rum’dur.
Diyar-i Rum
Anatolia sınırları içerisinde varlığını sürdüren ve “Bizans” olarak isimlendirilen “Doğu Roma İmparatorluğu”, MS.7. yüzyıla kadar kendini “Roma İmparatorluğu” manasında “Imperium Romanum” şeklinde adlandırıyordu. İmparatorluğunun resmî dili 7. yüzyıldan sonra Yunancaya dönüştü. Doğu Roma İmparatorluğu kendini “Vasilia ton Romeon” diye isimlendirdi. Bu imparatorlukta yaşayanlar da kendilerini “Romalı” anlamında “Romi”, ülkelerini de Romalıların yaşadığı topraklar manasında “Romania” olarak adlandırdılar. İslam Dünyası’nda ise Romalılar için Rûm kelimesinin kullanımına Kuran-ı Kerim’de rastlanır. Rum suresinin ikinci ayetinde Rum sözcüğü geçer ve sureye adını verir (Demirkent 1998: 212).
Kuran’ın 30. Süresi olan Rûm Süresi 60 ayetten oluşur. Süre, 2. Ayetten geçen Rûm adını, Doğu Roma İmparatorluğu ve imparatorluğun halkını tanımlamak için kullanılan er-Rum kelimesinden almıştır. Çok ilginçtir, sürede adı geçen bölgedeki Aryenlerin devleti olan Zerdüşti “Sasani devleti” ile “Hristiyan Doğu Roma devletlerinin” savaşları anlatılmaktadır
Arap kaynaklarında Bizans imparatorlarının sıfatı için “Meliku’r Rûm, ‘Azîmu’r-Rûm, Akdeniz’i ifade etmek için “Bahru’r-Rûm” ve Bizans ülkesini anlatmak içinde “Bilâdü’r-Rûm” veya “Arzu’r-Rûm”, tamlamalarının kullanıldığı görülür (Demirkent, 1998: 212).
Selçuklular ve Osmanlılar, Anadolu tanımı yerine daha çok Arapların kullandığı Rûm kelimesini olduğu gibi kullandılar. Buna göre bölgeye; Doğu Roma’nın sahip olduğu “Anadolu” için “Diyâr-ı Rûm” tanımı kullandı. Selçuklular, daha önce Doğu Roma’nın sahip olduğu “Anadolu” topraklarına “Diyâr-ı Rûm” dediler.
Daha sonraları Osmanlılar; Balkanlar için “Rumeli” sözcüğünü kullanmışlardır. Hacı Bektaş Veli, 1200 yıllarda Mezopotamya’dan Anadolu’ya; Nevşehir, Kara höyük’ ün de içinde yer aldığı yani Diyar-ı Rum’a gelmiş idi. Türk akademi camiasında Diyar-ı Rum tanımı pek de kullanılmaz. Bunun yerine hep Anadolu kavramı telaffuz edilir.
1453 de Fatih Sultan Mehmed; İstanbul’u fethettikten sonra “Kayser-i Rûm” unvanını almıştı. Bilindiği üzere “Kayser” adı, bir unvan olup Roma, Bizans ve Alman imparatorları tarafından kullanılmıştır. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmed , İstanbul’un da içinde yer aldığı Anatolia, Diyar-ı Rum’u kralıydı. Ayrıca Bizans’tan, Osmanlıya intikal eden Bizans kökenli Ortodoks Osmanlı tebaası için de “Rûm” tabiri kullanılmıştır. Şimdi gelelim asıl problemli gözüken coğrafyaya, Horasan’a.
Horasan
Horasan, Xurasan, Xuristan: Kürtçe ve Farsça’da “güneşin doğduğu yer, güneş ülkesi” anlamıma gelir. Antik İran‘ın bir parçası olan ve Sasani İmparatorluğu döneminden, İran’ın doğu bölgelerini kapsayan alandır. Zerdüştilerin “güneşe, eteşe taptıkları ilk kutsal bölge” anmamına da gelen Horasan; günümüzde İran sınırları içerisinde yer almaktadır. Antik Horasan; Türkmenistan, Afganistan, Pakistan ve Tacikistan sınır toprakları arasında yer almaktaydı.
Bu coğrafi bölge; Zerdüştlerin en yoğun yaşadıkları, ateş tapınaklarının bulunduğu kutsal topraklardı. Kaldı ki; İran’ın Kuzey-doğusu ve doğusunda, Hazar Denizi kıyısındaki Horasan ve çevresindeki (Mazenderan, Kandahar, Secistan vs.) Kürt aşiretleri, Eba Müslim’den (755) sonrasından da Abbasi devletine karşı hep ayaklandılar.
Evet, “Horasan” vurgusu; Dersim Rêya/Raa Heqi inancında olan tüm ocak ve aşiret büyükleri için popüler-moda söyleminden öte bir şey değildir. Yazılı kaynaklarda izini sürdüğümüzde Dersim’de, ilk defa hali hazırda “Horasan” rivayetini, 1866 yılında Britanya’nın Diyarbakır/ Erzurum konsolosu J.G.Taylor dillendirmiştir. Onun verdiği bilgiye göre alanda konuştuğu bir Şıx Hasanlının kendisine; “Horasan’dan geldiklerini aktardığını anlatır” (Bruinessen, 2004: 100).
Yaşlıların hafızasına kaydedilmiş bu düşünsel irasyonel söylemin, gerçekle bağdaşır hiçbir tutar yanı yoktur. Zira Bruinessen, konuyla ilgili olarak “Cumhuriyet döneminden önce insanların Horasanlıları “Türk kökenli saymadıklarını, 1930’larda Türk istihbarat raporlarında ve acemi araştırmacılar tarafından Dersim-Horasan, Harzemşahlar vs. bağlantılarının acemice işlendiğini” belirtir” (Bruinessen: 2004: 101). Ki bu yaklaşım, kısmen de olsa aslında doğru bir alana işaret etmektedir. Horasan ve benzeri retorikleri, zaman içerisinde geliştirilerek bir devlet politikası olarak, bilinçli bir şekilde Dersililere enjekte edilmiştir.
Bu bağlamda İttihat Terakki döneminde (1908-10) başlayan Türkiyat çalışmaları içerisinde özel bir yer tutan “Alevilik ve Kürtlük” üzerine bu eksende bir çok resmi tarih tantaslı makale, kitap, rapor yazıldı. Bütün bunlara ek olarak alan çalışmalarıyla birlikte istihbarat söylemlerinin; gerek Dersim 38’den önce ve gerekse sonrasında sözlü ve yazılı materyaller gözle görülür bir hız kazandı. Konjonktürel duruma göre, manipüle edilmiş türlü bilgiler; temcit pilavi gibi sürekli ısıtılıp, özellikle yaşlıları hoşnut edecek duygusal-psikolojik sohbetlerle onların hafızalarına yerleştirildi. Maalesef bu alanda bir ilerlemenin kaydedildiği de günümüz koşullarında rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Yani bu mitolojik geleneğe göre “Dersimliler, Horasandan gelmiş Türk’tür. Oradan gelen evliyaları da Ali soyundan olup, Anadolu’ya Müslümanlığı geliştirmişlerdir.” Nitekim bu alanda, Aleviliğin bir Anadolu Müslümanlığı olduğuna, ilişkin yığınla tezler üretilmiştir. En acı olanı ise son yıllarda Aleviler içerisinde sivrilerek sosyal medya kullanımıyla da hız kazanan araştırmacı yazar, kurum yöneticisi, dede-ana sıfatı taşıyanlar bile, bu hikayeye kanmış ve “Anadolu Müslümanlığı, Anadolu Aleviliği” benzer söylemlerde bulunmaktadırlar.
Bu eksende özellikle Kürt aşiretleri ve Ocakları üzerinden üretilen bütün efsaneler, yıllarca anlatıldı. Nitekim bu yeni veriler bireysel, aile ve toplumsal hafızalarda bilinç altına yerleştirilmiş kirli bilgilerden başka bir şey değildir. Türk-İslam Sentezci tezlerine inanan yaşlı kuşakların ve onların etkisi altında kalan çevreler maalesef bu bilgi, kirliliğine maruz kalmaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi, bu yanlış-kirli bilgileri kendi etrafındakilere yaymaktan geri durmamaktadırlar.
Buna karşın son yıllarda bizatihi Horasan’a giden ve yerinde alan araştırmaları yapan Kürt aydınları, araştırmacı yazarları, akademisyenleri yıllardan beri süregelen Türk-İslam Sentezci resmi Horasan yalanlarını boşa çıkardılar. Son yıllarda takip ettiğim kadarıyla Selim Temo “Horasan Kürtleri“ Alfa Yayınları, 2018. Ve yine Faik Bulut “Horasan ‘dan Nasıl Geldik?” Kor Yayınları, 2018. adlı çalışmalarııyla, öznesel niteliklere sahip ürünler ortaya çıkardılar. Konuyla alakalı bu büyük hacimli bilimsel çalışmalar, bugüne kadar masa başı üeretilmiş basma kalıp Türkiyat efasanelerini tümden çürütmş ve çöpe atmıştır.
Bununla birlikte alternatif okumalarla bilinç altı çöplüğünü boşaltan Kürt Alevilerde, iç dinamiğin bir hareketliliği olarak büyük bir aydınlanma süreci başlamıştır. Bu vesileyle yoksul insanlarda topladıkları vergilerle, kişisel kariyerleri için harcadıkları parlarla, etkisi altında tuttukları devşirilmiş çevreleri yeniden harekete geçirdiler. Alanda kaybetmemek için değişik isimler altında kurumsallaşarak-örğütlenerek eski tezlerini; aktüelize ederek, uydurulmuş yeni hikaye çıktılarla yeniden pazara sürmeye başladılar.
Horasan mı, Yoksa Bağdat Ekolü mü?
Mezopotamya-Anadolu Aleviliğinin temek kaynakları için bir diğer sübjektif bilgi üretimi yine Horasan üzerinden, Ahmet Yesevi bağlamından ele alınmaktadır. Türk Üniversitelerinde sözde akademik çalışmalar kapsamında tekrarlı efsanelerle üretilen gayri bilimsel tezler arasında “Alevi Ocaklarının 13-16. yüzyılda oluşmaya başlandığı ve bunun da Ahmet Yesevi-Hacı Bektaş Veli bağlamından “Horasan Erenleri” tarafından gerçekleştirildiğine” sıklıkla vurgular yapılmaktadır. Bu vesileyle Ehlibeyt ekseninde yeni dinsel öbjeler, mitik ögeler yaratılmakta, Türklük üzerinden Etno-kültürel, sosyal aidiyetler üretilmektedir. Strarejik ve taktik eylemlerle Dersimlilere yeni mitik atalar bulma çabaları içerisine girilmektedir.
Bu benzeri tezleri bütün akademisyenler, olduğu gibi basma-kalıp bir şablonla biribirilerini referans göstererek, sayfalar dolusu makaleler-kitaplar yazmaktadırlar. Oysa bu durum başlı başına, bütün hakikatleri karartma ve bilimsel çalışmaların önünü kesmede, tipik bir anakronizime ilşaret etmektedir. İşin en ilginç ve komik tarafı ise bu çalışmaları sözümona “bilimsel veriler, tezler, çalaışmalar, sempozyumlar” olarak insanlara yutturmaktadırlar.
Buna karşın son yıllarda Kürt Alevi Ocaklarında ortaya çıkan yazılı kroniklerde, bunun böyle olmadığı anlaşılmıştır. Zira bu belgelerde Bektaşiliğin, Kızılbaşlığın, Aleviliğin (Hak Yol Aleviliğinin) merkezinin Horasan ve Ahmet Yesevi olmadığı, tam aksine Bağdat ve temel taşının da Ebu’l Vefâ-i Kurdi (925-1017) olduğu görülmüştür.
Nitekim Dersim ocaklar sisteminin oluşumu; 13-16.yüzyıllarda değil de, (-antik çağlardan süzülüp gelen öğeler bir yana) en azından proto/ erken dönem dediğimiz 10-11. yüzyıllara kadar uzandığı anlaşılcaktır. “Horasan ekolü” nden daha çok; Ebu’l Vefâ-i Kurdi‘nin (925-1017) sadece deşifresi yapılan Osmanlı kaynaklarına bakıldığında bile “Bağdat ekolü”nün, Dersim başta olmak üzere Anadolunun batısına doğru batıni akımların harcına olan katkısının tartışılmaz olduğu görülecektir (Yalgın: 2016: 79-106; Yalgın, 2023: 264-293; Yar & yalgın: 2014: 7-32).
Moğol Saldırıları ve Horasan’dan Dersim’e Göç Yalanları
Türkiyat çalışmaları arasında sıklıkla dile getirilen bazı tekerlemeler vardır. Bunlardan bir kaçını şu başlıklar altında sıralamak mümkündür:
Buna göre “Mogol ordularının, Horasan ve çevresinde 1220-1227 yılları arasında başlattıkları akınlarıyla, bölgedeki aşiretlerin Dersim’e göç ettikleri, Ocak banilerinin de vaktiyle Horasan’da bulunan İmam Ali evlatlerıyla evlendikleri için Seyit olduklarını ve dolayısıyla Yolun, Aliden kaldığı” sürekli tekrarlanmaktadır. Ki aynı cenaha göre İmam Hüseyin de bir Türktür. Bu da yetmez. İslam Peygamberi Muhammded’in de aslında bir Türk olduğu vurgusu sürekli yazılı ve sözlü söylemde hep dile getierilmiştir.
Oysa bunun bilimsel hiçbir dayanağı yoktur. Zira aynı Mogol orduları 1243‘li yıllarında Kürdistan’da, Dersim çevresinde bulundukları bilinmektedir. Yani aynı Mogol orduları, yine Diyarbakır, Ahlat, Dersim ve çevresindeydiler. Öyle ise bu sorulara cevap aranmalıdır! O halde Horasan’dan gelen göçlerin, yine Mogol baskısı sonucu bu defa da Dersim’den başka yerlere göç etmeleri gerekmezmiydi? 1230‘lu yıllara müteakip aralıklarda Moğol zulmünden ötürü Horasan’dan kaçıp, Dersim’e sığınan yol erenleri, 1243‘lü yıllarda, bu defa da Dersim ve çevresinde aynı Moğol zulmüyle karşılaşmış olmaları gerekmez miydi? Kısacası Moğol akınları önünde kaçıp, total anlamda Dersim’e sığınan ne Seyit soylu aileler ve nedeki Türkmen obaları yoktur. Dersimliler, asırlardan beri Dersim’de yaşamaktaydılar.
Dersim Aşiretleri, Bölgenin Antik Halk Tabakalarının Bakiyeleridirler
Dersim’de olan Kürt aşiretleri, Kürdistanın hiç bir bölgesinde olmadığı kadar yoğun ve antik bir geçmişe sahiptirler. Hiç bir Kürt bölgesinde göze çarpmayacak kadar farklı antik isimlerle günümüzde de aynen anılmakta olup, Aşiret konfederasyonları ve alt kümeleri olan ezbetlerden, malbatlardan oluşmaktadır. Dersim’de irili ufaklı 100 den fazla Kürt aşireti bulunmaktadır. Bunların çoğu antik çağlardan beri bu bölgede zaten yerleşik yaşamaktaydılar. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular, bunun en bariz kanıtıdır.
Kuzey Kürdistan’da yapılan bazı arkeolojik çalışmalarda bölgenin kültürel değerleri ve Kürt aşiretlerinin antik çağlardan süzülüp gelen klanların, günümüzdeki bakiyeleri olduğu anlaşılmıştır. Bölgede yapılan bazı arkeolojik kazılardan söz etmek gerekirse, şunları sıralayabiliriz.
Örneğin; 1932 yılında Malatya-Aslantepe höyüğü kazıları. 1966-1980 yıllarında Van-Çavuştepe, Toprakkale ve Van Kalesi kazıları. 1981-1986 yılları arasında Karakaya Baraj Gölü kurtarma kazılarından biri olan İmikuşağı Höyüğü kazıları. 1987-1992 yılları arasında Diyarbakır-Üçtepe Höyüğü kazıları. 1992-1993 yıllarında Van-Karagündüz kazıları. 1988-1992 yılları arasında Van-Gevaş Tarihi Türk Mezarlıkları kazıları. 2001 yılındaki Hakemi Use Tepesi (Ilısu-Karkamış Barajı) kazıları. 1968-1970 yılları arasında Çemişgezek/Pulur (İşuwa/Aşuva) çevresindeki höyük kazıları ve daha birçok benzeri arkeolojik kazılardan elde edilen yeraltı bulgularında, tapınak komplekslerinde bölgenin tarihi ve aşiretlerin varlığı en az M.Ö. 6000‘li yıllara kadar dayandığı anlaşılmıştır.
Bunlar içerisinde Çemişgezek Pulur kazılarında elde edilen bulgu ve meteryaller, Kürt Alevililerinin Ocak sisteminin arketipini oluşturmaktadır. Tanrı ve tanrıçaya adanmış kutsal ocaklar, başlı başına bunun en önemli kanıtlarıdır. Bölgedeki ocak sisteminin antik çağlara (MÖ.4000-6000) kadar uzandığı, burada karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla hangi Horasan seyitliği, hangi Yesevilik ve haangi göçün hakikati?
Yeri gelmişken bellirtelim: Antik Çağ’da bu bölgede Hurriler, Gutiler, Mitaniler, Haititler, Asurlar, Urartular ve daha bir çok uygarlıklar konup göçmüştür. Örneğin 19557 yıllarında bulunan Hitit yazıtlarına şunlar yazılmaktadır: “Gelen yılda Hattuşuli (Hitit kralı) sefere çıktı ve büyük kral aslan gibi Puran (Fırat) ırmağını geçti. Haşşuva kentini bir aslan gibi pençesi gibi eline geçirdi” (Akurgal, 2007: 56). Buradaki Haşuva/ İşuva bölgesi Yukarı Fırat havsazında yer alan Elazığ, Dersim bölgeleridir.
Bu arkeolojik kazılar arasında en önemli olanı ise Şanlıurfa il merkezinin on beş kilometre kuzeydoğusunda; Karaharabe (Örencik) Köyü’nün 2.5 km kuzeydoğusunda yer alan Kürtçe adıyla “Xirbéşer, Xirapreşk, Gré Miraza” olarak bilinen “Göbekli Tepe Ziyareti“ alanıdır (Schmidt, 2007; Özçelik: 2020).
Bölgede elde edilen söz konusu arkeolojik bulgular hakkında, Anadolu Ajansı’nın geçtiği bir haber oldukça önemlidir. Bu haber; bölgede yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen veriler, Kürt aşiretlerinin tarih öncesi varlıklarını kanıtlamaktadır. Örneğin; Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğretim üyesi ve Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Veli Sevin‘in, Van ve çevresinde yürüttüğü kazılardan elde ettiği bulgular arasında, özellikle Urartular (MÖ. 8-7.yy.) bağlamında, bölgedeki Kürtlerin Mezopotamya‘daki aşiretlerin tarih öncesi varlıklarını tespit etmiştir. Sevin, konu hakkındaki görüşlerini; 16 Mart 2005 tarihinde Van Anadolu Ajansı aracılığıyla (yazılı görsel medya) kamuoyuyla paylaşmıştır. Yaptıkları araştırmalar sonuçunda günümüzden, tam 3000 yıl öncesinde, bölgede aşiretlerin bulunduğunu ortaya çıkardıklarını söyleyen Profesör Sevin; “3000 yıllık aşiret gerçekliği; Urartu ve Asur yazıtlarından elde ettikleri bilgiler ışığında Urartular öncesinde bu tür toplumların, bugünkü aşiretlere benzer bir yapılanmasının olduğuna” işaret etmektedir. Sevin, konu hakkında şunları söylemektedir:
“Urartulardan önce, her bölgede bir göçebe toplum hakimdi. Elde ettiğimiz bilgiler, bu göçebe toplulukların günümüzün aşiretleri gibi bir idari yapılanma içinde olduğunu gösteriyor. Her aşiretin başında aşiret reisi veya lider denilen kişiler bulunur ve her aşiret kendi içinde kollara ayrılırdı. Asur kaynaklarında bu aşiretlerin 50-60 civarında olduğu söyleniyor. Yaptığımız arkeolojik çalışmalar sonucunda, günümüzden 3000 yıl önce de bölgede aşiretlerin bulunduğunu ortaya çıkardık. Bu aşiretlerin Uruatri, Nairi ve Diyavehi gibi isimleri bulunuyor” (Sevin, 2005).
Bütün bunlara ek olarak Sevin; Urartuların bölgeye hakim olmasından sonra bu aşiretleri egemenliği altına aldığını ve bu aşiretlerin yerleşik düzene geçmesini sağladıklarını belirtmektedir. Aslında Kürt halkı arasında farklı isimlerle bu kadar çok aşiret yapılarının olmasının ana etmenlerinden birisinin de, bu toplulukların asırlık olan geçmişteki varlık tarihleriyle ilintili olduğu, böylece kolaylıkla anlaşılmaktadır.
Yazılı Arap Kaynaklarındaki Kürt Ekrat Aşiretleri
Bir diğer örneği ise yazılı Arap kaynaklarından verelim: Arşak Poladyan, Arap kaynaklarından yararlanarak; Kürt aşiretlerinin tarihteki dağılım coğrafyalarını sıralamaktadır. Kürdistan dışında Fars, Kerman, Sistan, Horasan, Cibalî Nihavend, Dinavar, Hamadan, Şehrizur, Darabad, Samafan, Azerbaycan, Derbend, Cezire, Şam ve Arap-Bizans sınır bölgesinde çok sayıda Kürt kabile ve aşiretinin yaşadığını, kaynaklarıyla belirterek, bunların adlarını sıralıyor (Poladyan, 1991: 91).
Orta Çağ’da (M.S. 4. 15 yy) Araplar, yazılı kaynaklarında ve sözlü geleneklerinde Kürtler için Ekrâd, Türkler için de Etrâk tanımını telaffuz etmişlerdir. Özellikle Kürt Aşiretleri için “El-Aşire Akrâdi, Taife-i Akrâdi” yada “Cemeât-i Akrâdi” tanımını hep kullanmışlardır. Bilinmektedir ki; Arap alfabesini bin yıldan fazla kullanmış olan başta Karahanlılar (840-1212), Büyük Selçuklular (1038-1157), Gazneliler ( 961-1186), Anadolu Selçukluları (1077-1308), Anadolu Beylikleri ve Osmanlı (13.yüzyıl) gibi devletler, aynı zamanda Arap alfabesinin yazı stillerine yenilerini ekleyerek, “Kürtler” için aynı kavramı, içerikleriyle Akrâd-Ekrâd < Kürtler tanımını olduğu gibi kullanmışlardır.
Harf devrimi (1928) yapılmadan önce, “Ekrâd” tanımı, “Kürtler” için Osmanlı-Türk literatüründe hâlâ kullanılmaktaydı. Öte yandan sadece Arap ve Farisiler; Kürtleri Ekrâd diye isimlendirmemiş, dahası Türk-Türkmen toplulukları bile Kafkasya boylarında yaşayan Kürtleri umumiyetle, “Ekrâd” olarak anmışlardır.
Orta Çağ’da, 7.yüzyıldan beri; Ebu’l-Hasan el-Medaini (ö. 840), Ebu Hanîfe ed-Dînewerî (d. 895) al-Mesudi (893-965), Taberi ( 839-923) İştari (11.yüzyıl), İbni Batuta (1304-1369), İbni Haldun (1332-1406), Kaşkarlı Mahmud (1008-1079) gibi popüler Orta Çağ coğrafyacı-tarihçi yazarları, kendi eserlerinde, Kürtler için daha çok Ekrâd/Akrâd tanımını kullanagelmişlerdir.
Bu bağlamda Bekir Biçer, ilgili çalışmasında 7. 9. ve 13. yüzyıllardaki Arap-İslam coğrafyacı tarihçilerin eserlerinde yer verdikleri Kürtler hakkında detaylı referanslar sunmaktadır (Biçer, 2014: 165-187). Yine Ramazan Şeşen, “İslâm coğrafyacılarına göre Türkler ve Türk Ülkeleri”; Yusuf Ziya Yörükan, “Müslüman Coğrafyacıların Gözüyle Ortaçağ’da Türkler” ve Murat Ağarı, “İslâm Coğrafyacılığı ve Müslüman Coğrafyacılar” (Biçer, 2014: 169) adlı çalışmalarında Orta Çağda Ekrâd/ Kürtlerin yaşadıkları bölgeler ve nüfus yoğunlukları hakkında çok detaylı malzemeler sunmaktadırlar.
Bununla birlikte Orta Çağ Arap yazın dünyasının tanınan simalarından olan al Masudi (896-956) ve İstahri (ö. 951) 10. yüzyılda Fars, Kerman, Sicistan (Sistan) Horasan, Cibal,’de Nihavend Dinaver, Hamadan, Şahrizur, Darabad, Samafan (Azarbeycan) Bab al-Abvabe (Dardana) Cazire, Şam, Musul vs adı geçen bu bölgelerdeki Kürt aşiretlerinin adlarını verirler. (Yavuz, 1968: 271; Poladyan, 1991: 93).
Konuyla ilgili son olarak; 8 Nisan 2013 tarihinde Haber Türk televizyon kanalına konuşan Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, “Osmanlı Devleti ve Kürtler” konulu sohbette, tarihte Kürtleri anlatırken, “Kürtler Doğu Anadolu’da, vaktiyle Kürdistan denilen, şimdi pek telaffuz edilmeyen bir yerde yaşıyorlar. Burası çok eski yıllarda Türkler Anadolu’ya gelmeden önce de Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyadır.” demekteydi. Öyle ise yine soralım; hani Dersimliler, Horasandan gelmiş Türk’tüler? Hani Dersim, Anadolu toprakları içerisindeydi? Güneş balçıkla sıvanmaz! Hangi birini anlatalım ki?
Alevi Ocaklarının Bazı Yazılı Belgelerinde “Kürt ve Kürdistan” Tanımları
Kendisinin de bir Kürt olması hasebiyle Tacü’l Arifin Es-Seyyidi Ebu’l Vefa-i Kurdi‘nin (925- 1017/18) hakkında bir çok eser yazılmıştır fakat, günümüze ulaşan ve 1371-76 yılında kaleme alınmış menakıpnamesinde sıkça Kürt tabiri kullanılmaktadır. Örneğin eserin muhtelif yerlerinde; Kürtçe aksanlı Arapçasıyla alay eden ve Kürt olduğu için Semah döndüğünü, hakir gören karşıtlarına Ebul Vefa; “Akşam Kürt uyuduğunu, sabah Arap uyandığını“ dile getirmiştir (Gümüşoğlu, 2006: 42, 168, 197, 198; Eflaki, 1987: 23; Kaçmaz, 2006; Krupp; 1976; Özkul, 2008).
Dersim Ocaklarında erken döneme denk gelen ve tarihsel açıdan ilkleri teşkil eden önemli bir belgeden söz edeceğim. Bu belge h.400, m. 1010 yılında, yine Ebul Vefa-i Kurdi’nin okulunda eğitim aldıktan sonra Şıx Dilo Belincan‘ın (doğumu 965/ 970 ) adına yazılmıştır. 16.yüzyıl Osmanlı tahrir kayıtlarında Ekrad/ Kürt olarak kaydedilen Dersim’deki Pilvenk/Pilvankan aşireti içinde vücuda getirilen Şıx Delil-i Berxécan ocağına ait olan bu belgede 43 tane Kürt cemaatin (aşiret) adları zikredilmiştir.
Bu cemaatlerin çoğu antik çağlarda var olan, modern yada aynı orijin adlarıyla günümüze değin ulaşmışlardır. Bu belgede, toplamda 6 ayrı yerde tekil ve çoğul olarak “Ekrâdi/ Kürt/ Kürtler” adı geçmektedir. 3 metrelik uzunluğunda olan bu belgenin muhtelif yerlerinde Kürtlerle ilgili olan satırlar aynen şöyledir: “(…) Şeyh İmaduddin, Şeyh Dilo Belincân’ı Kürt topluluklarına (Cemaat) vekil tayin etmiştir… Kürt topluluklarının Şeyh Dilo Belincân’ın sözünü dinlemeleri ve ona itaat etmeleri gerekir! O Allah ki, Kürt topluluklarını iyi bilmektedir! Ve Onu, Kürt topluluklarına vekil kıldım! Süleymânî topluluğunda bin ev olan Kürtlere onu vekil kıldım! Bu, Kürt topluluğuna benim vasiyetimdir…!“ benzeri belirlemeler yer almaktadır (Yalgın, 2013b: 433; Yar & Yalgın, 2014; Yalgın, 2016: 152, 153).
Dikkat ederseniz belge, 1010 yılında yazılmış ve Dersim çevresindeki aşiretlerden söz etmektedir. Hatırlatmalıyım! Türk orduları, 1010 yıllarında hala bölgede yoktu. Resmi tarihe göre 1071 yılında Malazgirt savaşıyla sadece ordular bölgeye gelmiştir. Ama ne acıdır ki söz konusu bu belgede adları geçen Kürt aşirteleri, yine resmi tarih yazıcıları tarafından 1071 yılından sonra “Orta Asyadan, Horasan’dan gelen Türk aşiretleri” tasnifi içerisinde değerlendirilmektedirler.
Elazığ’ın Karakoçan ilçesine bağlı Delikan (Üçbudak) köyünde makamı bulunan Cemal Abdal Ocağının, 1600‘lü yıllarda yenilenen şeceresinde Kürt/ Ekrad tabirleri geçmektedir. Söz konusu ocağa ait bu belge, yine Şıx Dilo Belincan‘ın (Şıx Delil-i Berxecan) 1010 yılında yazılan belgesinden istinaden elde edilmiştir. Bu belgeye göre Şeyh Cemal’in soy/ yol silsilesi; Şıx Dilo Belincan üzerinden Ebü’l Vefâ-i Kurdi’ye ve dolayısıyla yine Zeyd’e bağlanmaktadır. (Yalgın, 2013a: 177-234; Yalgın, 2015: 154; Yalgın, 2017: 57, 95-97).
Abdulbaki Gölpınarlının (1900-1982) hazırladığı Menakıb-ı Hacı Bektaş-i Veli “Vilayet-name” (-Tavi/ Uzun Firdevsi tarafından yazılış tarihi: 1481-1501) adlı eserinde, Hacı Bektaş Veli anlatılırken iki defa “Kürdistan” adı geçmektedir. Bu bölge, muhtemelen Dersim bölgesidir. Gölpınarlı, 1995: 17). Çünkü 16.yy. Osmanlı kayıtlarında Çemişgezek (Dersim); “Kürdistan“ olarak geçmektedir (Şeref Han, 1990: 189-190; Ünal, 1999: 36, 55, 143, 152, 187, 188).
Dersim’in Pertek ilçesinin Zeve (Dorutay) köyünde türbesi bulunan Üryan Xızır‘ın (Sultan Xıdır, Oriya Xıdır Ocağı), 13.yüzyılların sonunda yaşadığı sanılmaktadır. Üryan adı, Kürt dillerinde “saf ve temiz olup, felsefi manada çıplak, anadan doğma masum bir çocuk gibi her şeyi ortada” anlamına da gelmektedir.
Üryan Xızır adına yazılmış bir menakıpnamesi bulunmaktadır. Menakıpnameyi, Onun soyundan geldiğini beyan eden Seyyid Hızır Tac‘dan (Taceddin) naklen, Es-Seyyid Hasan Hüseyin tarafından 8 Ekim 1859 tarihinde istinsah (elle kopya, yenileme) edilerek yazmıştır. Menakıpnamedeki bilgiler ışığında Hızır Tac’ın, 1700‘lü yıllarda yaşadığı anlaşılmaktadır (Gülten, 2010: 89).
Belgeyi tercüme eden ve “Anadolu’nun Horasanı Tunceli Sempozyumu”nda konuşmacı olarak yer alan Sadullah Gülten, bu konuda şunları aktarmaktadır: “Üryan Hızır Medine’den gelerek, Harput’a yerleşmiştir. Burada bir müddet kaldıktan sonra, Murat Irmağını geçerek Kürdistan bölgesine gitmiştir. Kürdistan olarak bahsedilen yer, Dersim’in Pertek ve Sağman bölgesidir“ (Gülten, 2010: 87; Yalgın, 2015: 158). Dolayısıyla Üryan Xızır menakıbnamesinde 1200’lü yıllar anlatılırken, Dersim/Pertek/Sağman bölgesinden “Kürdistan“ olarak söz edilmektedir. Burası, tarihsel hakikatinde Kürdistan’ın kapısı anlamına gelmektedir.
Veli Baba (hy. 1647-8) Menakıbnamesinde, İmam Zeyd evlatları anlatlırken, onların; Medine’den çıkıp “Biladi Kürdistan“da (Kürdistan Ülkesi, diyarı), Malatya şehirine geldikleri bellirtilir. Bu bölge geçmişde Dersim içinde anılırdı. (Kaygusuz: www.uzumbaba.com, erişim tarihi: 10.8.20) diye yazılmaktadır, (Yalgın, 2015: 158, Yalgın, 2018: 136-141).
Malatya’nın Arguvan ilçesinin Kurudere (Mineyik) köyündeki “İmam Zeynel Abidin/ Ebu’l Vefâ Ocağı”nın 1567 tarihli şeçeresinde ”Bilad-i Kürdistan” yani Kürtlerin ülkesi, Kürdistan ülkesi geçmektedir. Seyyid Kekil, tarihsiz: 177-208; Yalgın, 2015: 158, Yalgın, 2018: 136-141).
Sıvas Divriği‘ ye bağlı Karageben köyündedir. Ocağın banisi olan Pir Bad, Ebul Vefa-i Kurdi okulunda mezun olmuş ve bölgeye gönderilmiştir. “Kara” lakabı, yakın dönemde bağlıları tarafından kendisine sonradan verilmiştir. Pir’in ardılları tarafından verilen, Kara ismiyle; H. B. Veli’nin menakıpnamesindeki Kara Donlu Can Baba arasında bir ilişkisinin kurulmuştur. Şeceresi; h.446, m.1054 de yazılmıştır.
Daha sonra 1611 yılında yenilenen şeceresinde zikredilen yerleşik 13 Ekrad/ Kürt cemaati yer almıştır. (Birdoğan 1992: 231) Bu cemaatlerin bazıları; 1010 yılında yazılan Berxécan’ın şeceresinde de yer almıştır (Yalgın, 2015: 155, 156). Yol ereni Pirbad, Pirbad aşiretinin bir mensubudur. Pirbad aşiretinin ana merkezleri, Diyarbakır ve Ardahan’dır. Osmanlının 16. yy. da tuttuğu kayıtlarda, Pirbad aşireti yer almaktadır (Aksüt: 2010: 178, 179).
Sonuç:
Bu kısa makalemde de görüldüğü gibi, Siyasi ve sosoyal gelişmelerin seyrinde, Antik Kürt aşiretleri ve Kürt Alevi ocakları bağlamındaki deneyimlerden ve nesnel tarihsel veriler ışığında bu konuyu ele alıp incelediğimizde, şu temel sonuçlara rahatlıkla varabilmekteyiz. Şöyle ki; Dersim, sözü edilen Anadolu sınırları içerisinde yer almamaktadır. Buna karşın Dersim; Yukarı-Kuzey Mezopotamya sınırları içerisinde yer almaktadır. Dersim aşiretleri, sıkça dile getirildiği üzere verilen tarihler kapsamında İran Horasan’ından Dersim’e gelmemiş ve bunun aksine Dersim’de otokton-yerleşik eski-antik halk tabakalarının bakiyeleridirler. Yani Dersim aşiretleri, zengin dilleriyle birlikte sosyal, kültürel ve inançsal değerleriyle hep bu bölgede yerleşik yaşamışlardır.
Genel anlamda “Kızıllaş, Bektaşi, Alevi” tanımıyla anılan “Hak Yol Réya/ Raa Heqi” inancının temel felsefesi; “Horasan ekolünden” değil, tam aksine “Bağdat ekolünden” olup, Ebu’l Vefa-i Kurdi’nin Bağdat Kalmina’da kurduğu okuldan okuyup, bölgeye Rojava sınır boylarında konup-göçerek gelen ocak banileri tarafından getirilmiş ve geliştirilmiştir. Horasan bağlamından ele alınan Ahmet Yesevi’ nin, bu inançla uzaktan yakından hiçbir ilgi ve alakası yoktur. Bu çalışmamda daha çok, coğrafi konumlar üzerinde durarak, bazı tarihsel gerçeklikleri ele almaya çalıştım. Ancak konuyla alakalı olarak var olan bir çok tarihsel gerçeklikleri, bu çalışma kapsamı dışına tuttum.
Dersim Belediyesi’nde başlatılan nöbete katılan yurttaşlar, “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” diyerek irade gaspına…
Dersim Belediye Eş Başkanı Cevdet Konak ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün de aralarında olduğu…
Dersim Belediyesi'nde başlatılan nöbet eyleminde eşbaşkanlar, kararın kayyım hazırlığı olduğunu belirterek mücadele çağrısı yaptı. Dersim'de…
Dersim Belediye Eşbaşkanı Cevdet Konak ile Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'e 6 yıl 3'er ay…
Elâzığ’da 32 yaşındaki Burcu Demir’i 8 Şubat’ta katleden Uzman Çavuş Murat Coşansel’in yargılandığı davanın 4.…
Doğa Koruma ve Milli Parklar (DKMP) 15. Bölge Müdürlüğüne bağlı Tunceli Şubesi ekipleri, il genelinde…