Kızılbaş mezarları neden tahrip ediliyor?
Egemen ulus devlet, Kızılbaş Kürtlerin yaşadıkları toprakların, geçmişini ve tarihini yok etmek için elinden geleni yapmaktadır. Anadolu’nun kadim halklarından olan Ermeni, Süryani, Êzidi, Rum ve benzerlerinin mezarlıklarını yıkarak yerlerine çeşitli kamu binalarını yaptıklarını hepimizce bilinmektedir. Hatta bu halkları küçük düşürmek için, izlerini silmek için onların mezarlıklarının üstüne tuvaletlerin de yaptıklarını biliyoruz. Demokrat Parti’nin (DP) iktidar olduğu 1950’li yıllarında, Bozdoğan su kemeri ile Unkapanı köprüsü arasındaki yolda genişletme çalışmasını yaparken, buldozerlerin Rum mezarlıklarını nasıl tahrip ettiklerini görgü tanıkları hâlâ anlatmaktadır.
Verilen mesaj çok açıktır; bu topraklarda sanki başka halklar hiç yaşamamıştır, bu yerleşim yerlerinde geçmişte de Türklerin yaşadığı fikrini yerleştirmek istemektedirler.
Anadolu’da gayrimüslim Türk olmayan halklara ait maddi izlerin, tarihsel mekân ve zamandan sistematik biçimde silinmesi Türk-ulus devletinin kuruluşunda tarih ve mekân üretiminin anahtar tekniklerinden biri olagelmiştir.
1930’lu yıllarda Türk Tarih Tezlerini hatırlarsak orada; “Türkler, Anadolu’ya sonradan gelen değil, Anadolu’nun otokton(yerli) halkları olduğu, Sümerlerin ve Hitit uygarlıklarının devamı olduğu” iddia edilmektedir. Belki bu yüzden o dönemde tarihsel eserler bu denli tahrip edilmiyordu. Bu tezler tutmayınca tahribat hızlandı…
Türk devlet zihniyetinin, tarihsel mirasa nasıl baktığı açık ve nettir: ret et, tahrip et ve yok et.
Mezarlıkların ve mezar taşlarının tahrip edilmesi, BM’in kültür kurumu olan Unesco tarafından “kültürel soykırım” eylemi olarak tanımlanmıştır; buna rağmen tahribat devam etmektedir.
Burada şunu açık ve net olarak söyleyebiliriz ki; bu ülkenin kültürü katildir; katil bir kültürden ancak katiller yetişir. Onun için Unesco’ya rağmen kültürel soykırımlar devam etmektedir.
Mezar taşları ile yer adları arasında da korelasyon bir bağ vardır; biri diğerini tamamlar. Yine yer ile halk, yani toprak ile ulus arasında da bağlar vardır. Dolayısıyla, mezar taşları, yer adları ve ulus arasında kopmaz bağlar vardır. Unutmayalım, yerleşik yerli haklar için her yerin bir adı, her adın da bir efsanesi vardır; coğrafi yer adları ise tıpkı mezar taşları gibi o yerin tapularıdır.
Konuyu çok da uzatmamak için yer adlarının değişmesini es geçip biraz da Alevilikte cenaze merasimi ve gömülmenin eskiden nasıl düzenlendiğinin üstünde duralım:
Cenaze merasim törenleri
Yukarıda değinildi, Alevi/Kızılbaşlıkta ölüm yoktur, devriye vardır: ölen her can aynı zamanda yeniden doğuşunda müjdecisidir. Onun için ölümler yas havası içinde değil, bir seremoni eşliğinde icra edilir. Kızılbaş Kürtler, İslam’ın etkisinin olmadığı veya zayıf olduğu zamanlarda, atalarına, tanrılarına kahramanlarına şarkılar ve şiirler armağan ederek, folklor gösterileri ve kutlama törenleriyle onurlandırmayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Üç teli cura’nın eşliğinde söylenen acıklı olduğu kadar, kahramanlık öğelerini ve ölenin kişiliğini yansıtan “gotınlar”(deyişler) bunun somut birer ifadesidir. Maalesef, günümüzde Kızılbaş cenaze merasimleri, cem evlerinde dahi, Sünni İslam’ın Hanefi mezhebinin usullerine göre yapılmaktadır; cura çalmak, hakla haklaşmak usullerine uyulmamaktadırlar. Yine gömülme, doğu-batı istikametine göre değil, İslam kaidelerine uyularak, kâbe kıble alınarak defin işlemi yapılmaktadır. Kâbe’nin kıble yapılması da zannedildiği gibi uzun bir geçmişi yoktur, 1730 yılında Sultan I. Mahmut, Kızılbaş/Kürtlerin mezarlıklarını Kâbe’yi göre değil de doğu-batı istikametinde yapılmasını yasaklayan bir fermanı ilan etmesinden sonradır. Kızılbaş/Kürtler bu fermana uymak için, önceleri mezarlıklarını derin kazmışlar, dipte defin işlemini doğu-batı istikametinde yaparken, üste taşları Kâbe’ye göre ayarlamışlardır, süreç içerisinde bu bir gelenek halini almıştır. Kimi yerde bu usuller artık terk edilse de, hâlâ çoğunluk İslami usulden defin işleminde ısrarcı davranmaktadır; bunun bir an öce terk edilmesi gerekir.
Kızılbaş felsefesi
Bunca anlatıdan sonra, birazda Kızılbaş inancının felsefesine değinmek gerekir. Kızılbaşlık; doğal-tanrısal-felsefi bir inanca dayanır: ilkesel olarak doğayla ilgilenir ve onunla özdeşleşirken, semavi dinler ve toplumsal sistemler, daha dünyasal bir zihniyete sahiptiler ve toplumda düzen kurmayı hedefler. Örneğin İslam, disiplin, görev ve itaat gibi “eril” faziletleri geleneksel olarak kutsarken, Kızılbaşlık, yeni düşüncelere açık barışçıldır, “dişil” değerleri benimsemektedir.
“Varlığın Birliği” sözünü hepiniz duymuşsunuz: bu ne demek? Farklılıklar içinde birliğin ve uyumun varlığı demek. Doğada ve evrende her şey, bütün farklılıklarına rağmen uyum ve ahenk içinde, biri diğerine hâkimiyet kurmadan yaşamını idame etmektedir. Doğa kendi kendine yeterlidir ve yaratılmamıştır; bilinçli bir yaratıcı varsaymak gerekmez. Bu sadece Grek filozofu Herakleitos’u hatırlatan bir görüş değildir; modern fizikçilerin evren tanımıyla da çakışır. Farklılıklar içinde birliği, organik büyümeyi ve doğal düzeni vurgulayan modern toplumsal ekoloji, Kızılbaş felsefi dünya görüşünü yansıtır.
Kızılbaş öncülerinin tavsiye ettikleri doğa yaklaşımı onu kavramayı gerektirir. Dinler ve toplumsal sistemler, doğayı fethetmek ve kullanmak isterken, Kızılbaşlar onu anlamaya ve tamamlamaya çalışır. Kızılbaşların doğaya geleneksel olarak “dişil” yaklaşımı, düşünce tarzlarının ilk kez anaerkil bir toplumda gelmiş olabileceğini ortaya koyar. İlk bakışta dini bir tutum gibi görünse de, aslında bu tarz, Kızılbaşlar arasında bilimsel ve demokratik bir bakışı teşvik etmektedir. Kendi önyargılarını dayatmadan doğayı gözlemleyebiliyor, anlayabiliyor ve böylece onun enerjisini yararlı biçimde yönlendirebiliyorlar.
Doğada, mutlak hâkimiyet yoktur, her şey zıddıyla vardır. Zıtlar ise birbiriyle ilişkilidir. Onların karşılıklı ilişkileri gelişme için zorunludur ve bir şeyi kazanmak için onun zıddıyla başlamak genellikle en iyisidir. Bununla birlikte Kızılbaş öğreti içinde, alçakgönüllülük, içtenlik, doğal davranış, cömertlik ve yansızlık gibi davranışlar, bir bilge kişi idealini oluşturur. Kızılbaşlar için yaşama sanatı, sadelikte, iddiacı olmamakta ve yaratıcı oyunda bulunmaktadır.
Kızılbaş inancı otoriteyi ve devleti reddeder
Bitkilerin en iyi şekilde kendi doğalarını gerçekleştirmelerine izin verildiği zaman büyümeleri gibi, insanlar da kendilerine en az müdahale edildiği zaman gelişirler. Kızılbaşlar, dayatılmış otoritenin bütün formlarını, hükümet ve Devlet’i reddetmeye götüren işte bu içgüdüdür. Bu aynı zamanda onları çağdaş bireyin ve toplumsal ekolojinin habercileri haline getirmiştir.
Tarihsel Kızılbaşlık, hükümetin ve Devlet’in meşruluğunu reddeder ve dayatılmış siyasal otoriteyi, hiyerarşiyi ve hâkimiyeti mahkûm eder. Onun yerine, özgür ve eşit bireylerin gönüllü birliklerinin federasyonunda oluşan merkezi olmayan ve kendi kendisini yöneten bir toplum kurmaya çalışır. Kızılbaşlığın nihai hedefi, bütün insanların kendi potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmelerine izin veren özgür bir toplum yaratmaktır.
Sınıfların ve özel mülkiyetin varlığından dolayı eleştirdiği kapitalizm yerine, insanların doğayla uyum içinde sade ve içten hayatlar yaşadıkları, hükümetin ve erkek egemenliğinin olmadığı ve sınıfsız bir toplum ideali sunar. Bu, malların uygun teknolojinin yardımıyla üretildiği ve bölüşüldüğü, merkezi olmayan bir toplum olacaktır. İnsanlar güçlü olacaklar, ancak güçlerini gösterme ihtiyacı hissetmeyeceklerdir; bilge olacaklar, ama bilgiçlik taslamayacaklar, üretken olacaklar, ama kendilerini tüketircesine çalışmayacaklardır. Hesap, kitap işlerinde sıyrılarak, hayatın kısa ve yaşanır olması çabası içinde olacaklardır.
Sonuç olarak: Mezarlar, geleceğe bırakılan birer belgedirler; o topraklarda kimlerin yaşadığını, kimlere ait olduğunu gösterir. Dersim-Kiğı-Bılece bölgesi de Kürdistan’ın bir parçasıdır. Siz mezarlarınıza Kürtçe değil de, Türkçe yazılar yazdığınızda kimlere hizmet ettiğiniz kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Devletin de istediği budur, bu isteğin dışında hareket edenlerin başına nelerin geldiğini biliyoruz. Kürt gerillalarının mezarlıklarını neden tahrip edildiğinin farkındayız. En son Muş’un Bulanık ilçesine bağlı Erentepe beldesinde, 6 Haziran 2012 tarihinde Muş E Tipi Kapalı Cezaevi’nde yaşamını yitiren Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Belde Başkanı Aydın Kaya’nın mezar taşında, “Em te ji bîr nakin (Seni unutmayacağız)” yazısı bulunduğu gerekçesiyle savcılık talimatı doğrultusunda askerlerce kırılarak tahrip edilmiştir. Bu önemli bir mesajdır, anlamak gerekir. Halklarımız mezarlıklarını yenilerken aslında neleri yetirdiklerinin bir an önce farkına varmalıdırlar. Mezar yapayım derken, Kızılbaş/Kürt izlerini silip yerine, Türk-İslam-Hanefi inancının yayılmasına hizmet etmemelidirler.
Karerli Mehmet Efendi’nin çok güzel bir sözü vardır: “Mezar taşı ile övünülmez” derler. Geçmişi sembolize eden o taş, temiz ve sağlam ise, yapılacak yeni yapıtın temeline konur. Bu temel üzerinde inşa edilecek bina görkemiyle kendini, temeliyle geçmişini yaşatır.
Bizim temel taşımız çok sağlamdır ki, 1.500 yıldır barbarların, İslam’ın, Arapların, Tatarların ve Türklerin bütün dayatmalarına rağmen varlığımızı koruyabilmişiz. Bunu, atalarımızın geçmişteki güçlü dayanışma duygusuna ve tarihsel bilincine borçluyuz. Oysa egemen devlet, sömürgeci devlet ne diyordu: “ onların, kültürü, uygarlığı, köklü bir tarihi yoktur.” Bunun yalan olduğunu, asimilasyoncu bir amaç taşıdığını bugün daha iyi anlıyoruz. Ve köklerimize geri dönüyoruz…
Toplumun köklerine geri dönüşü ancak yüzü geleceğe dönükse anlamlıdır; dolayısıyla geçmişimiz, geleceğimizin teminatıdır: ama yüzümüz, geleceğe dönüktür.
Geleceğimizin teminatlarından biri olan mezar taşlarının tahribatını bir an evvel durdurmalıyız. Bu sadece yurtsever duyarlılığımızın bir gereği değildir, atalarımıza olan borcumuzun da bir gereğidir.