BİR KAVMİN ZEVAL SAATİNE TUTULAN AYNA* Anımsamalar (1)

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Biz belki de en uzun yaşamalı bir su’yuz” Turgut Uyar

Aklımda ne gün kalmış, ne tarih, ne de saat. Ansıdığım şu: “Paga Efê Xeğ” dedikleri yerdeyim. Burası tarihsel altüst oluştan kalma bir yarın başı. Anlatanlar derdi ki, aklı karıştığında Deli Efo burdaki çardağa çıkar, ağzında ne varsa aşağı doğru savururmuş. Küfürbazmış. Hem de fena halde küfürbaz. En namlı küfrü de “ezdı gağa piye sımané” imiş.

Efo’nun deliliği baharda sular boz bulanık aktı mı tutarmış. Diğer zamanlarda nispeten dingin sayılırmış. Ettiği laflara bakılırsa az buz bir adam da değilmiş hani. Nüfuzlu bir ezbettenmiş. Tek tutkusu atlara, taylara, küheylanlara binmekmiş. Tepesi attı mı ahıra ya da çayıra dalar bulduğu kısrağın üzerine atlar “deh” deyip sürermiş yabana. Tıpkı Çaldıran Ovası’nda Yavuz’un üstüne yürüyen Şah’ın atlıları gibi vecd halinde dörtnala sürer ha sürermiş.

Nereden mi geldi aklıma şimdi bunlar? Bir güz vakti bu yarın başında oturuyorum işte. Elimde kırık dökük bir kalem, ufka bakıp cebimden çıkardığım jelatin kâğıtlarına ha bire bir şeyler yazıyorum. Hava günlük güneşlik, gökte bir tek bulut deseniz yok. Üstelik mevsimin ilk karı da yağmış. Ortalık beyazdan geçilmiyor yani.

Ayıldığımda fark ediyorum ki bana doğru gelenler var. Yokuşu zor bela çıkıyorlar. Boyunlarında çekim malzemeleriyle yakınlaştıklarında yabancı olmadıkları anlaşılıyor. Bir grup genç bunlar. Önde kıvır kıvır saçlarıyla “Lacê Hesenê Xeylağay” Devrim, Arkada da diğerleri var. Muzip gülüşüyle yanımda gül gibi bitiyor Tekinoğlu. Meğer önce eski virane konağa uğramışlar. Anamın gül cemalinden pozlar aldıktan sonra bana doğru gelmişler. Çok sonra öğrenecektim tabii. Tekinoğlu tam o anda kapı önünde oturan anamın yürek alkışı gülüşüne mest olup bir fotoğrafını çekiyor ve o kare daha sonra belgeseli için bir afişe dönüşüyor.

Heywağ hey! Adına “Ustına çe ma” (Evimizin direği) dediğimiz anam ki, bu dağın maralıydı. Son inatçı kuşuydu. Değil mi ki vaktiyle herkes “Rındeka Bılgeşi” diyormuş ona. O karede nasıl da kendindeymiş daha.

Oysa dün gibi hatırımda. Yıllar sonra bir güz vakti kollarımda son nefesini vermeden önce bizimkilerin “Qerqelé” dediği (Türkçede gel-git ya da med-u cezir diyebileceğimiz) faslı nasıl da müşkülatlı yaşamıştı bu güngörmüş kadın bir bilseniz.

Gelenler, üç namlı doruktan biri olan Sıvıské (ya da Sıfsıké) dedikleri yere birlikte çıkmamızı benden istiyorlar ama ne mümkün! Şansızlık bu ya, o gün biraz müşkülüm. Eşlik edemiyorum onlara. Yolu tarif edip aşağı düzlükte kalıyorum. Bir saatte ancak çıkabiliyorlar yukarıya. Çıktıkları gibi de iniyorlar ama. Zira helikopter tepelerinde dolanıyor ve karakoldan ihtar alıyorlar.

Biliyorum. Bu bahtsız topraklarda her şey yerli yerindeyken daha Devrim’in ailesi aşağı köyde otururdu. Biz oraya Çırpajinî derdik. Toprağı heyelanlı olduğu için köy durmadan kayardı. Evleri dümdüz bir çayırın ortasındaydı. Baharları sağında solunda göletler eksik olmazdı. Yukardan bakıldığında, hele ay ışığı varsa sular ayna gibi parlardı. Tek katlı bir damdı. Evin önünde de sıra sıra ağaçlar vardı. Rüzgâr çıktı mı o söğütler nazlı nazlı sallanıp dururdu.

Lakin feleğin çarkına bakın ki, geçip gitti o günler. Zamanın ve olan bitenin öğütücü gücüne dayanamayıp geçip gitti işte. Ne diyordu Farsi dilde adı ışık anlamına gelen acem sesli hüzünlü Füruğ, “O günler gelip geçti/O günler kirpiklerimin arasından.”

Babası kıvırcık, kızıl saçlı bir adamdı. Güzel giyinirdi. Şehirli bir edası vardı. Yalnız bir ayağından hafif aksaktı. Doğuştan mıydı yoksa sonradan mı olmuştu bilmem ama pek neşeli bir adamdı. Yusuf’uma da hayrandı. Zaten hısım akrabalardı.

Derken arbedenin, hayhuyun, kanlı kirli savaşın herkesi hallaç pamuğu gibi bir yerlere attığı o zulmet yıllarında Hesenê Xeylağay onulmaz bir hastalığa tutuldu ve ecel onu garbın yıkılası bir şehrinde yakaladı.

” Bir dağın son inatçı kuşuydu; Resmiyetin Lili, bizimkilerin Ğezal dediği annemdi. Pir-i fani olalı yıllar oldu

Heywağ hey! O filinta adam bu dibi delik dünyayı terk ettiğinde dağlarında kar mı vardı yoksa bahar mı acaba? Bildiğim kadarıyla sevilen biriydi. İyiliğini görmeyen yoktu bu toprakta. Ona yediden yetmişe herkes “Lacê Ağaye Xeylağay” derdi. Varlıklı, nüfuzlu bir zürriyetten gelmeydi.

Şimdi boynunda mor hamayıla benzeyen kameralarla dolaşan oğlunu gördükçe aklıma hep o geliyor. Düşünüyorum da, meğer ne çok benziyormuş babasına!

 

Devrim, Hititoloji okumuş, üniversite amfilerinde sol yumruğunu havaya kaldırarak yeminler etmiş, hayat gailesi dediğimiz canavarla boğuşmuş, içtimai nazariyelerin izini sürmüş, aklı yırtık bir sürü feylozof okumuş, dergi çıkarmış, yayıncılık yapmış ve nihayet belgesel çekmeye kadar gelmiş. Anlayacağınız serüveni hayli uzun. Tıpkı kendinden önceki kuşak gibi “ateşten ve buzdan” geçe geçe varmış bugünlere. Onunla da kalmamış, şimdi de boynunda kamerayla, imanı gevremiş bu coğrafyanın makûs talihinin ardına düşmüş. Elindeki mikrofonu kim bilir atından, itinden, tarla tumundan ırak düşmüş kaç yaralı yüreğe uzatacaktır artık.

Öyledir işte. Bu âlemde düşünen adamın “meselesiz” yaşadığı nerde görülmüştür ki? Belli ki o da “bir derdini bin dermana” yeğlemeden duramayanlardan işte!

Bundan olmalı ki, ben onu ilkin bomboş göğün altında, bir grup gençle böyle seferi bir halde gördüm işte. Beyaz karlar ülkesinde bir “uzun yürüyüş’e çıkmış gibi salına salına bana doğru çıkıp gelmişlerdi. Hepsi de bilgiye ve keşfe susamış tecessüs sahibi gençlerdi. Meğer “94” adlı belgeselin rüşeymi ta o zamandan düşmüş akıllarına.

Velhasıl yıl geçti, yol geçti, zaman geçti… Kırmanciye dedikleri bu bahtsız topraklarda atlar sahipsiz otlar türküsüz kaldı. Ve onun “Bin dokuz yüz doksan dört/Bir Yerinden Edilme Üzerine Belgesel” dediği el emeği göz nuru bir çabayla kıvamına gelip nihayet bitti. Yıllar sonra seyredilesi halde karşımızda duruyor işte.

Peki, ben ne mi yapıyorum şimdi? Bir kış zamanı Balkanların zaptı zor sularından çıkıp gelen “Raşka’nın hüzünlü kızı”nı yanıma alıp (bu uğursuz salgın günlerinde) ev dedikleri kodesin bir ucuna kuruluyorum.

Neyzen’in vaktiyle ney üflediği puslu garptayız. Eskilerin “beş duvarlı yer” dediği ırak mı ırak bir diyar burası. Ben üç namlı doruktan yeni inmişim. İkimiz de bu nafile dünyanın yükünü çekmekle meşgulüz şimdilik. Usta belli ki boşuna laf etmemiş: “Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü / Önü zulmet, sonu zulmet.”

Devrim müjdeyi vermiş ya, duyup da durmak olur mu? İzleyeceğiz mutlaka. Karşımızda Rasin’in “Atlar” tablosunun altında, nicedir el sürmediğimiz tozlu bir bilgisayar var. Yaklaşıp “Ya pir” deyip açıyoruz kapağını. Elimiz enter tuşuna gider gitmez tesadüf bu ya, ilk karesi tanıdık bir simayla açılıyor filmin. “Lacé Usené Hese Xané” uçurum gibi bir kayalığın altında hurdi hurdi dert yanıyor. Üstelik orası “Evlaye Qeradaşi” dediğimiz ziyaretin de başı. Avuçlayıp içtiği su da bir zelal ki sormayın. İçinde cemali dahi gözüküyor.

Bu adamın ata-dedeleri, dedemin evveli ve ahiri kirveleriydi. Namlı Bılges Yaylası’nın hemen altında yaşarlardı. Bizimkiler oraya “Bektesu” derdi. O zamanlar hali vakti yerindeydi. Sürüleri dahi vardı. Belli ki fecaat gününe kadar kendi halinde mutlu mesut yaşayıp gitmişlerdi orada.

Lakin ‘94’ kapılarını çaldığında olan olur. Küçükten büyüğe herkes can derdine düşer. Öyle ya, şimdi artık mıntıkalar basılıyor, köy sakinlerine “beş dakka mühlet” veriliyor, ardından kaşla göz arasında her yer yangın yerine dönüyordu.

Hatırlıyorum. Yusuf’um da anlatırdı çünkü. Ah edip sık sık anardı o kara günleri. “Büyük tarlaya önünde karınca sürüsü askerle kumandanlar geldi. Yere bir harita serdiler ve kırmızı işaretli yerleri tek tek sordular. Meğer 38’de yakılan yerlermiş. Şimdi yine aynı yerleri yakacaklarmış. Öyle dediler.”

Dedikleri, Xozat düzlüğünden tutun da Bılges doruğuna kadar ki dağlık alandı. Vaktiyle toy düğünken yakıla yıkıla boşaltılıp uğursuz baykuş seslerine gark edilen nam-ı diğer Kırmanciyê yani. Kakber, Bılges, Samoşi, Zankıreg…

Hasılı kamera ıssız çayırlara, tarlalara, namlı dağlara, doruklara ve tepelere zum yapıp  dolaştıkça adı hem Ali hem Rıza olan anlatıyor. Anlattıkça da paramparça oluyor. “Bizi aldılar” diyor, tarih kadar eski ‘der u derxun’dan geçire geçire yürüttüler, günler sonra aç susuz takatsiz bıraktılar. Onunla kalsalar neyse! İçimizden bazılarını da öldürdüler.”

Aslında film, Kurosawa’nın (Akira) geniş açı çekimlerini andıran ve izleyenin kanını donduran bir vaveylayla başlıyor. Arka fonda ayyuka çıkan feryat figanla da sürüp gidiyor. Atın, itin, insanın, yürek söken çığlığıdır bu. (Bizde ‘qırrayıs’ derler.) Askerin gazabına uğrayan yerliler tıpkı sürüye saldıran kurtlardan kaçar gibi velveledeler. Her yer ateşe verilmiştir çünkü. Kömler, konaklar, evler, ağıllar… Eyvah, bu manzara yeni değildir ki! İri gözlerini tabiatın kucağında açan bu kavmin acılı tarihinde kim bilir kaçıncıdır?

Vaktiyle dedemin “Kırmanciya verené” dediği zamanlarda da paşalar kerelerce sefere gelmiş, zafere ermeden geri dönmüş, sonra yeniden gelerek aynı şeyleri yapmış ve geride barbarlıklarından izler bırakarak çekip gitmiştir. Bunu bu coğrafyada kundaktaki bebekten tutun da gencinden yaşlısına herkes bilir.

Ama bu seferki daha başkadır. Hatta bambaşkadır. Böyle ayan beyan bir çağda en katı insanın bile yüreğini dağlayacak cinstendir. Zira arbedede yerlilerin dahli yoktur ki! Dağdakilerle devletin savaşı sürerken olan aradaki sivillere olmuştur. Devlet hanelerine tecavüz etmiş onları kanadı kırık kuş gibi göç yollarına salmıştır. Şimdi fırlatıldıkları o yerlerde kim bilir kimin başına neler gelecektir? Bunu niye mi söylüyorum? Sürüldükleri yerlerde daha sonra her birinin başına bir şey gelmiştir de ondan. Aklımda anlatılası bir sürü örnek var ama size üç tanesini fısıldamakla yetineyim.

İlki, “xalceniya ma” dediğimiz dayımın hatunu idi. Anayurdunda küçükten büyüğe herkes için gökten avuçla yıldız toplayan şen şakrak bir kadındı. Yere zembille inmişti sanki. Yüzündeki meleksi aydınlık hiç eksik olmazdı. Adı da zaten “Xanım”dı! Yolu garba düşer düşmez dertten, kasavetten, mide kanserine yakalanıp kısa zamanda öldü.

Diğeri amcamdı. Korkunun üzerine korkusuzca giden amcam! “Dedo” dediğimiz amcam ki, kendi sonsuz göğünün dışında hiçbir yere sığmayan adamlardandı. Çok şey yaşamıştı. 38’de dokuz yıllık sürgünü Manisa Salihli’de geçirmişti. Garbın Bizans’ında dağ gibi vücudu olmadık sayrılığa tutulmuştu. Gurbet onun halet-i ruhiyesini allak bullak etmişti. Bir gün dalgın dalgın yürürken yolda, şehir magandalarından biri gelip onu ortadan ikiye biçmişti arabasıyla.

Diğeri gencecik bir kızdı. İki gözü de iri siyah Arapgir engürine benziyordu. Bu mıntıkada herkes “Dilbera Yabani” diyordu ona. Su gibi arı duruyken kendini birden gurbet elde buldu. Eyvah! Başı göğe eren dağlardan inmişti ki, şimdi tek gözlü kondulara hapsolup kalmıştı. Hayatında ilk defa ‘anksiyete’ diye bir sözcükle tanışmıştı. Atakları önce yavaş yavaş başlamış, sonra hızlanarak devam edip tüm bir pusulasını altüst etmişti.

Kardeşlerim, bu kavim ateşe, suya, toza ve toprağa yani doğaya inandığından beri, söyleyin başı ne zaman beladan ırak olmuştur ki? Değil mi ki eskilerin kadim feveranıdır: “Yaramız derinde, derinde.”

Size bir şey diyeyim mi, “Şerden, şeriattan, şeyhülistandan, kardeş katili sultandan kaçıp bu dağlara sığınanlardan beri bizim hikâyemizin özü hep aynıdır.

Hasılı yönetmen, Kakber’in uz adamı Xıdıré Çisı’yı da konuşturduktan sonra yerlilerin “Mırcano “Mırcano” dedikleri mıntıkaya geçer. Xıdıré Çisı deyip de geçmeyin. Gregoryan iklimden hatıra kartal yuvası Kakber’in sefkanıdır. Derler ki, o hayhuyda ne dağa ne düze yaranmıştır. İki taraftan da zılgıtı yemiştir yani. Anlatıyor: “Tertelede ne yaptılarsa, şimdi de aynı şeyi yaptılar bıko. Yakıp yıkıp gittiler.” Öyledir işte. Arbede iki tarafın hırs u asabıyla süredursun… Jandarma nesirde kaldıkça ve çeteciler tabiatları gereği dağların gizemli şakaklarına çekildikçe tiranın gazabı bitmez, sürdükçe sürer.

Muktedire bahane mi yok. Bir günde, bir gecede, bir haftada, Semku, Sırtku, Qozcu, yerle yeksan edilir. Yetmez. Bizimkilerin “Yelqajiyê, Dıztaşiyê, Taşkiregê, Şahverdiyê, Deva Devreşi, Xanu, Qıslê” dedikleri köyler de yakılıp yıkılır.

Şimdi kameraya konuşanlar o yerlerin, o hanelerin, yokluğa, yoksulluğa, sürgüne ve garba fırlatılan mazlumları işte. Kim bilir o günden sonra her biri gittiği ve muhaciri olduğu yerlerde ne gördü ne yaşadı?

Aslında size bir şey diyeyim mi? Art arda konuşup duran o solgun benizli insanlar dert yanıp duruyor ya, bilin ki sözleri adeta bumerang! Niye mi? Dönüp tekrar onları vuruyor da ondan. Elinde çubuğunu tüttüren pos bıyıklı yaşlının, ahını ve ateşini “içinde yakıp içinde söndüren” çığlığını duymadınız mı? “Ağlayan ağladı işte ne yapacaksın oğul!”

Film ilerledikçe insanın aklına mıh gibi çakılan ne çok sahne var. Onlardan sadece ikisini anacağım.

Skorskiler operasyon için havalandığında bir yerli iri gözlerini göğe dikiyor ve bakışı öyle donakalıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Orman kaşlı, melül bakışlı bu çaresiz Kırmanç nereye bakıyor acaba? Gözleri de bir güzel ki, sormayın. Sanırsınız ki iki duru su pınarı. Lakin bir korku, bir hiddet, bir figan var o gözlerde. İnsanın bakarken dağılmaması elde değil. Yine de aklıma Langston Hughes’in sözleri gelmedi değil. “Yıldızlar güzeldir/halkımın gözleri gibi!”

Bir de kadının anlattıkları var. Yüzü çorak toprağa benzeyen o kadını unutmak ne mümkün! Yer Samoşiyê, 94 zulmeti kapıdadır. Bir akşamüzeri mezra basılır. Kocası sürüyü yeni indirmiştir tepelerden. Adamı yorgun argın alır götürürler. Kadının içine bir şüphedir düşer. Ya geri gelmezse? Çok geçmeden iki el silah sesi duyar ama eli kolu bağlıdır. “Medet ya Ali” demekten başka ne yapsın ki? İkinci gün uzak tepelerde kızıl kartallar görür. Kocası hâlâ yoktur. O kartallar tam bir ay dolanır orada. Erinin vurulduğuna kanidir artık. Aradan bir ay sonra ancak toplar kemiklerini.

Heywağ hey! Dedim ya, bir güz sonuydu. Mevsimin ilk karı yağmış, gece ay doğmuş, ortalık ayaza kesmiş, dünyanın bütün yıldızları üstümüze ağmıştı. Seher vakti bizi bekleyen üç namlı doruğun heybetli yüzüydü artık. Uyandığımızda yer beyaz gök sonsuz maviydi. Ortalık ayna gibiydi. Coşmuştum. Pılı pırtımı toplayıp doğru yabana çıkmıştım. Ağzımda Nesimi Baba’nın dizeleri vardı yine. “Sorma bre gafil mezhebimizi/Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır/Çağırma meclis-i riyaya bizi/Biz şerbet içmeyiz dolumuz vardır.” Diye diye, gide gide bir yarın başına varmış, oraya yalanuz bir kuş gibi konmuştum.

Şimdi gözlerimi ufka dikmiş bu der diyarın ezeli ve ebedi halini düşünüyordum. Karşımda “Gedige Kamaxi”, Çedagı ve silsile-i Munzurlar vardı. Aşağılar seyyah Adranik’in bir zamanlar dediği gibi silme Kızılbaş vahasıydı.

Orada tarihi kadimden beri kırılan, kırıldıkça da belini doğrultup yekinen, yaralı ve bahtsız kavmimin -ne özünden ne sözünden dönen- klamcı oğlu vardı. Bu toz toprağın söz söyleyeniydi. Halamın da (nam-ı diğer Zelxa Xatun) öz be öz torunuydu. Biz ona “Asuqé Gola Vacuğê” deriz. Bu dağın başında geceleri ay çıkmadığı zaman, necedir onun iki gözünü anar, yolumu öyle bulurum ben. Zira bilenler bilir. Yüzünde tıpkı doğunun kervankıranında yol süren yıldızlar gibi her dem parlayan iki iri gözüyle namlıdır o.

Heyhat! Anam ki henüz sağdı. Yusuf’umun gücü kuvveti yerindeydi. Evimizin çerağı Seray kâh yukarda kâh aşağdaydı.

O yarın başında kendimle ve yabanla hemhalken onlar geldi. İki, üç, derken bir kafile genç çıkageldi. Kimi yerli, kimi yabancı, kimi… Önlerinde serazat ruhlu Devrim vardı. Adı yeryüzü ihtilallerinden, soyadı Tekinoğlu ailesinden armağan bu yıldızı şirin genç ta o zamandan beri iz sürer durur işte.

Hepsi de birbirinden uzun, birbirinden kısa, (adı güzel kendi güzel) gençlerdi. Bana yıllar var ki bu mıntıkada sırlı ocaklarına yosun gibi yapışan insanları esirgeyip kollayan o doruğa çıkacaklarını söylediler. Doruk tanrıya yakın insana uzaktı. Bir yanı cenuba bir yanı şimale bakardı. Arkasında “Elqajiye/Yelqajiye” dedikleri sevdalar ülkesi vardı. Ön kısmında da batıdan doğup doğuya –güneşin doğduğu yere- doğru akan kutsal çay!

Yolu gösterdim. Kendim bekledim. Ama çıktıkları gibi indiler. Belli ki muktedirin gazabı hâlâ sürüyordu bu topraklarda. Dönüp Seray’da mola verdiler.

Seray, bizim hünerimizdi. Gece lambamız, gündüz yol gösterenimizdi. Bu diyarın “phepug kuşu” derdi ona herkes. Vaktiyle kimse beklemezken ısrarla bekleyendi. Virane konağın ocağında sac ekmeği yapıyordu şimdi. Odun ateşinde çay hazırlamıştı onlara. Geldiler, dinlendiler ve kalktılar.

Yola revan olduklarında hepimiz çardağın bir ucundaydık. Ağbaba bütün heybetiyle karşımızdaydı. Bir Cihan’ın (adı İbranicede “huzur sûkun anlamına gelen Süleyman’ın) boşaltılmış metruk ocağı karşımızdaydı. Laçinan’ın yalnız kömü de oradaydı.

Çekim malzemelerini sırtladılar -güneşin altında omuzlarında parlayan uzun namlulu şeyler gibi- salına salına süzülüp gittiler.

Hamiş:

Film bitmişti. Bana bir kavmin zeval saatine tutulan o aynadan kala kala işte bu anımsamalar kalmıştı. Bir de Adorno’nun dediği: “Kurbanı unutmak onu tekrar kurban etmektir!”
    *Bin dokuz yüz doksan dört/ Bir Yerinden Edilme Üzerine Belgesel Yönetmen: Devrim Tekinoğlu

BİR KAVMİN ZEVAL SAATİNE TUTULAN AYNA* Anımsamalar (1)
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA