Başını salladı Hüsrev. Duyduklarına inanamadı. Lokması geldi. Derviş hırkasını çıkarıp yere serdi ve üzerine oturdu. Lokmasını yedi. Derviş ve abdallar Horasana oturmuş oldular.
I.
Lokma
Dindar bir derviş, dünyayı sonsuz bir bilinmeyen olarak görürdü. Ve insanların yaptıkları şeyleri hiçbir koşul atında dünyanın kendisinden daha önemli saymazlardı. Bu yüzden dervişler insanların yaptıklarını sonu gelmez bir düşkünlük hali olarak görürlerdi. Her şey bir lokma içindi nihayetinde. Ve onlar tanrının kural tanımaz kullarıydı işte.
Bizanslı tarihçi ve seyyah Ruy Clavijo’nun notlarına göre; doğu dünyasında henüz ateşli silahlar kullanılmadan önce Mavarünnehrin son Gazneli hükümdarlarından Şah Hüsrev’i ilginç bir adam ziyaret etti. Bu ulu erenlerin piri Barak Baba’ydı. Hz. Ali’ye aşırı bir düşkünlüğünden söz ediliyordu. Ayrıca divane bir bilgeliği, dünyayı sarsan zelzeleye yol açan hiddetinden bahsedilirdi. Bu ulu derviş Horasanın sahibi Şah Hüsrev’den bir sadaka ve lokma istedi. Şah Hüsrev şaşkına döndü. Bu perişan haldeki adamın kendisi gelmeden önce adı çoktan şehre ulaşmıştı ve adam bir lokma ekmek dileniyordu.
Hüsrev, dilencilerden nefret ediyordu. Şehirde aylaklık yasaktı. Bir adam hiçbir şey olmuyorsa.. olmaz! Kendisine bir at, bir kılıç verilir, asker olurdu. Hem şeytan başıboş insanlara yaptıracak bir kötülük bulurdu her zaman. Şehirde hırsızlık ve kelepir alış- verişi yasaktı. Dilencilik yasaktı. Samanilerden kalma ateş ocakları hala yanıyordu, aç ve perişan insan neredeyse yoktu. Güneyde Farisi/Kürdi Bağdat’ta ve Bizans Anadolu’suna kadar uzanan topraklarda kıtlık vardı. Ve bu adam, kendisinden bir lokma ekmek istiyordu hepsi bu. Fakat bu çok tehlikeli bir durumdu. Bir lokma ekmeğin karşılığı tüm dervişhan ahalisine irtica hakkı tanımak olurdu. Ayrıca bu Farisî/Kurdî, Irak ve Anadolu’ya kapı açmak olurdu.
Aç ve sefalet içindeydiler. Araplar tarafından ellerinde ne var ne yok yağmalanmış, toprakları gasp edilmiş, ağır vergilere tabi kılınmışlardı.
II.
Arapların Mülkiyet Savaşları.
Başlangıçta Arapların ünlü tüccarı Ebu Süfyan, İslam peygamberine Müslümanlığı kabul edeceğini ve fakat putları kırmaması şartını koydu. Putlar onların ticaret yollarını tuttukları totemleriydi ve bunun üzerinden para kazanıyorlardı. Bölgeden geçen kervancı tüccarlar putlardan oluşan mabedi ziyaret edip bir hediye, bir geçiş ücreti ödemek zorundaydılar. Bu onların ana ekonomik gelirleriydi. Ebu Süfyan, meseleye tamamen ekonomik bakıyordu. Olmadı, putlar kırıldı, tüccar teslim oldu. İş bunla bitmedi. İslam’ın peygamberi çok daha ağır yaptırımlar getirdi. İnsan, artık köle olarak satılmayacak, hırsızlık ve yağma yapılmayacak, ticarette faiz uygulanmayacak ve en ağırı; herkes elinde bulunan malların ihtiyaç fazlasını dağıtacak… Bu uygulamalar Arap seçkinleri için tam bir şok etkisi yarattı. Toprağı ekmeyen, avcı ya da toplayıcılıkla geçinmeyen, çölü toprak olarak tutmuş Araplar için bu kabul edilmesi imkansız bir durumdu ve hiçbir zaman da kabul etmediler. Karşıt bir seçkinler sınıfı olan aile bu duruma muhalefet etti. Onlar tamamen mülkiyetçiydiler. Kendilerine ait bir sınıftılar. Stokları vardı. Ticaret yollarını tutuyor, takas ve yağma ekonomisi onları ayakta tutuyordu. Aralarındaki savaş üç kuşak sürdü. İbn-i Haldun’a göre kurucu irade olan aile, yani peygamberin torununun Kerbela’da öldürülmesi ile tasfiye edildi. Mülkiyetçi seçkinler egemenliği tekrar ele geçirdiler. Ardından büyük bir ittifak geldi. Merkeze bağlı on bir eyalet emirlikleri Emevi ailesi etrafında birleşti. Mezopotamya, Kürt-Farisî- Deylemî-Bizans Anadolu’su- Endülüs Afrika’sı ve Mağrip ile beraber, neredeyse bilinen bütün toprakları istila ettiler. Kazanılan savaşlar sonrası Araplar gittikleri her yeri çöle çevirdiler. Hz. Ömer zamanında başlayan ilk denemelerde, kayda geçen İranlı-Sasaniler’le 635’de yapılan Kadisiye Savaşı sonrasında elde edilen servetin 900 milyon Frank tutarında olduğu kaydedilir. Bu servetten her bir askere düşen hisse 12 bin Frank olup, bu miktar o devrin en zengin Mekkeli bir tüccarın bir yıllık gelirinden daha fazlaydı.
Sonuç olarak komşu topluluklar Arapların kılıçlarıyla beraber getirdikleri dinlerini ve hikayelerini kabul ettiler. Fakat, bu kabul karşıtıyla beraber oluşmuş bir kabullenişti. Bir çok topluluk Arapların mağdur olan diğer seçkin ailenin hikayesini kabul ettiler. Çünkü onlarda fazlasıyla mağdurdu. Kerbela’dan kurtulan Hz. Ali’nin kardeşi Cafer bin Abdullah, Deylem bölgesine sığındı ve ilk olarak kendi hikayelerini yaymaya başladı. Zaman içerisinde tüm yıkım ve mağduriyetin hikayesi Kerbel’a olayına kilitlendi. Bu yıkım ve kıtlığın harabeleri arasından, zulme karşı büyük bir derviş anarşizmi gelişti. Dervişler din ve sosyal hayat dahil hiçbir kural tanımıyordu.
III.
Hırka
Bir abdalın dünyası erişilmezdir. O, dünya ve evren hakkında hiç durmadan kendi kendisi ile içsel bir söyleşi halindedir. Mırıldanılan dualar, varoluşun tekrar ve tekrardan betimlenmesinden başka bir şey değildi. Sadece bir divane bilgelik işini kendiliğinden üstlenir. Aklı başında bir insanın bu işe soyunması çılgınlık olur. Çünkü abdal için hiçbir ‘şey’ bir başka şeyden daha önemli değildir. Hayatı eşitlemeye çalışmanın tek yolu ondan geçmek ve bir başka gerçekliğe sığınmakla olur. Bu bize kayıtsızlık olarak görünür.
Bir dervişin sıradan alışkanlıkları yoktur. Önceden kestirilebilen davranışları yoktur. O özgürdür. Salt özgür kişi. Bu yüzden onun davranışlarında erk vardır ve sıradan insanın doğanın şiddetinin dışında tek korkusu insandaki bu mistik erk gücüdür. Bu güç doğa ile bağlantılıdır. Hiddet getiren pire bu yüzden himmet edilirdi.
Dünya hallerinden geçen dervişler, dünyalı insanlar tarafından ilginç bulunuyorlardı. Neredeyse çıplak dolaşıyorlardı ve yalın ayaktılar. Bir inancın şehvetine kendilerini kaptırmış meczuptular. Dilenciydiler. Yün ya da keçeden bozma bir hırkaları vardı. Yanı sıra asa, dilenci kasesi, değnek, kuşak, çakmak taşı, tütün torbalarıyla beraber, yanlarında müzik aletlerini taşıyorlardı. Hz. Ali’nin dışında, şaraba karşı da bir manevi anlam yüklemişlerdi. Yol gidiyorlardı ama bir yere varmak için değildi. Sadece gidiyorlardı. Kimisi kendisine dörtlü vuruş uyguluyordu. Saç, sakal, bıyık ve kaş tıraş ediliyordu. İnsan kafasının çıplaklığı onlara göre Tanrıyı çağrıştırıyordu.
Başka bir ekolden gelenler ise tam tersi vücutlarına jilet vurmuyordu. Saç, sakal birbirine karışmış halde dolaşıyorlardı dünyayı. Ve onlar kendilerini ölmeden önce ölen kişi olarak sayıyorlardı. Meczup, dilenci ve dehşet düzeyde söz ustası, kelam sahibiydiler.
Yalnızlık, aç kalmak, suskunluk gibi keskin özellikleri vardı. Resmi devlet mezheplerinin karşısında bir tehdit unsurundan başka bir şey değillerdi. Onlar bu ilginç görüntülerinin dışında; yığınların, göçebe toplulukların ve onların inançlarının en üst düzey sembolleri ve taşıyıcılarıydılar. Bu bilgi taşıyıcıları, zaman içerisinde bir başkalaşım geçirerek daha çok Anadolu’da kurumsallaşarak Süfliliğe, yerleşik tarikatlara everildiler. Haklarında çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Günümüz dünyasında hala varlığını, kısmi olarak sürdüren dervişler ve pirler hakkında tek sarsılmaz gerçek, çıkış itibarı ile Arian ırk ailesine mensup olmalarıdır.
Hikaye ve sahnenin başına dönecek olursak;
-Kimdir senin tanrın ey derviş diye sordu Şah Hüsrev. Öyle ucuz değildi lokma, bir söylev duymalıydı şah Hazretleri.
-Daha Allah ve cihan yok iken diye başladı söze derviş. Biz anı var edip ilan eyledik/ hakka bir mekan yok iken/hanemize aldık mihman eyledik/kendisinin henüz ismi yok idi/ismi şöyle dursun cismi yok idi/kıyafeti, resmi yok idi/ona şekil verip tıpkı insan eyledik…
Başını salladı Hüsrev. Duyduklarına inanamadı. Lokması geldi. Derviş hırkasını çıkarıp yere serdi ve üzerine oturdu. Lokmasını yedi. Derviş ve abdallar Horasana oturmuş oldular.
Cihan Şah