Türkiye’de sadece seçimden seçime hatırlanan devasa bir toplumsal kesim var. Yirmi milyona aşkın çalışan emek sömürüsünün girdabında yaşam mücadelesi veriyor. Örgütlenme özgürlüğü elinden alınmış yığınlar, örgütlense dahi birer sermaye kurumuna dönüşen sendikalardan bir hayır gelmeyeceğini biliyor ve mümkünse de uzak durmayı tercih ediyor. Sendikal hareketten gelen biri olarak, mevcut durumun 12 Eylül döneminin fersah fersah gerisine düştüğünü söylemek durumundayım. Zira 12 Eylül darbecilerinin gasp ettiği kazanımlar 1989 Bahar eylemleri ile aynı sendikalara bağlı işçiler tarafından önemli oranda geri alınmıştı. Keza madencilerin Ankara’ya uzanan yürüyüşleri sendika ağalarının engelini de aşarak yadsınmayacak bir başarı öyküsü ve tarihsel kazanımdı.
Günümüzde ise 12 Eylülden beter bir durumla kaşı karşıyayız. Yedi milyonu aşkın bir kitle asgari ücret ile yaşamını idame ediyor. Keza emeklinin yaşam umudu hükümetlerin lütfedip vereceği iki kuruşa hapsolmuş vaziyette. Dahası işçiden memura, akademisyenden doktorlara kadar toplumun tüm kesimleri bu gidişattan hoşnutsuz ve umut arayışı içindeler.
1999 yılı itibarıyla çalışma yaşamında yapılan değişiklik sosyal güvenlik ve emeklilikle ilgili kanun değişikliğine karşı gösterilen tepkileri hatırda tutacak olursak, sonrasında Hak iş, Türk İş ve Memur Sen konfederasyonları AKP iktidarıyla derin bir sessizliğe gömüldüler. Farklı dönemlerde boy verip yeşeren sözüm ona bu işçi/memur kuruluşlarının devlet ve sermaye desteğiyle kurulup, büyütülen oluşumlar olduğu biliniyor. Onlara yüklenen misyon, olası emek eksenli bir sendikal hareketin gelişmesini engellemek ve emek hareketini mütemadiyen devletin yedeğinde tutma görevidir. Ancak yüz binlerce işçinin emeği ile varlıklarını sürdüren ve adı sendika olan bu kuruluşlardan göstermelik de olsa üyelerinin hak ve menfaatlerini koruma erdemi beklenilemez mi?
Demek oluyor ki onlarda ikide bir işgal edilen bir Türk iş örneğini görmek istemiyorlar ve bu gidişattan paylarına düşeni alıp nemalanıyorlar. Sendikacılığı meclis koridorlarında el etek öpmekten ibaret görenler, sıra savaş uçaklarının kaldırılmasına geldiğinde en büyük desteği verip şahin kesilebiliyorlar. İç eğitimlerinde işledikleri ırkçılık gibi birçok konuda hükümetlerle at başı yarışan bu simsarlar, nefes almaz hale getirilen toplumsal muhalefetin bu durgunluk dönemi dolayısıyla mesut ve bahtiyardırlar.
Peki, Ne Yapmalı?
Biliriz ki, yönetmek aynı zamanda kitleleri tanıma sanatıdır. Umutlarını yitirmiş toplumlar zamanla gücün etki alanına girer ve kuşatılmışlık hali onu kendi gerçekliğinden kolayca uzaklaştırabilir. Gelmiş geçmiş bütün baskıcı yönetimler düşmanlaştırma ve korku psikolojisi üzerinden hareketle kitleleri yanında tutmayı başarmıştır. Halka ve insanlığa söyleyecek sözü olmayan demokrasi dışı iktidarların yegâne gıdası din ve ırkçılık zehridir. Osmanlı, Anadolu’da Türkmen Kızılbaşları günahkâr ilan ederek, yıllarca saltanat sürdü. Cumhuriyetin fikriyatı ise dar günde kapısını çalıp yardım istediği Kürdün ocağına ateşle ve kırımla gelmiş oldu.
Savaş ve ırkçılık iktidarların vaz geçilmez temel gıdasıdır. Dün olduğu gibi,bu günde aynı argümandan besleniyorlar.Dünyanın birçok ülkesinde ırkçılık insanlık suçu sayılırken, Türkiye’de ırkçılık siyasetin mayası olmaya devam ediyor.Dün komünistler Moskova’ya, dindarlar Arabistan’a diye bağırırlarken, bugün de HDP yöneticilerine yol gösteriyorlar. Görüldüğü gibi siyasetin dilinde bir değişiklik yok.Hele de yerel seçimlere ilişkin emareler ortaya çıktıkça birilerinin ateşi fena halde yükseliyor.
Mart ayı halklarımız için eski olandan kurtulmak, yeni olanı bahar coşkusuyla karşılama ayıdır. Temennim odur ki bu toprağın kültürü tecelli eder ve 31 Mart akşamı hak yerini bulur. Zorun ve hilenin gölgesinde yapılan bir seçim elbette ki demokratik değildir. Ancak kayyum atamalarıyla el konulan belediyelerin, seçmen eliyle geri alınması kuşkusuz kayyum zihniyetine büyük bir şamar olacaktır. Bu noktada ortaya çıkacak irade iktidar cephesinde baş aşağı gidişin ilk adımı olabilir. Keza büyük kentlerde taktik bir yönelim bütün ezberleri bozmaya yeterde artar.
Dolayısıyla gidişatı tersine çevirmek mümkün.Muhalefetin elinde halka anlatacağı yüklü veriler var. Her şeyden önce insan yaşadığı somut duruma bakar.Yoksulluğa, işsizliğe,iş cinayetlerine dokunmak lazım. Bu alanlar uzun süredir terk edilerek, adeta birilerinin insafına bırakılmıştır. İktidar yürüyüşüne aday bir siyaset tarzının olmazsa olmazı, hedef kitlesini belirlemek olmalıdır. Bir Demirtaş tarzı var, bu kitleler nezdinde karşılık gördü ve onların dünyasında bir yer edindi. Kolay değildi yılların zehrini bir çırpıda atmak. Evet,meşakkatli gibi görünen bu yolda işin sırrı, kitlelere doğruyu söylemektir. Bir işçinin sofrasında onunla hilesiz oturmak,ekmeğini bölüşmek ve yarasına dokunmaktı içtenlik. İşte Demirtaş bunu yaptı. Ondandır ki bunca saldırıya karşın yinede hatırda ve gönülde kalan oldu.
Büyük iddia sahiplerinin muhalefet tarzı, meclis kürsülerine hapsedilemez. Zira onun okulu sokaklardır. Unutulmamalıdır ki bu gün şikayetçi olduğumuz bütün sendikaların yönetimleri işçilikten gelmedir. Ama bürokrasiye ve o çarka dahil olan her anlayış zamanla zıddına dönüşebiliyor. Dolayısıyla her alanda örülen bu bariyerleri aşmanın yol ve yöntemleri ile karşı karşıyayız. Marifet kendimize yabancılaşmadan örülen çeperin dışına çıkıp,o devasa gücün güvenini kazanmaktan geçiyor.
Sonuç olarak, yerel seçimler gidişattan hoşnutsuz olan herkese önemli fırsatlar sunmaktadır. Toplumun güvenini kazanıp ve bu güvenin sandığa yansıması iktidar cephesinde yeni sarsıntıları beraberinde getirecektir. Bizim ne düşündüğümüzden ziyade, toplumun istek ve talepleri doğrultusunda bir siyaset tarzı kitlelerin güvenini kazanabilir. Bütün mesele inandırıcı olmak ve propaganda araçlarını doğru kullanmaktan geçiyor.