Keşan’ın sevdiğim Çerge mahallesindeyim yine. İstanbul’dan toplayıp getirdiğim ilaçları ev ev dağıtıyorum. Her ilacın neye yaradığını yazmışım üzerine. Yazılarda arzularımın renkleri. Mahalle içler acısı, şen şakrak. At arabasının içinde uyuyanlar, at nallayanlar, eşek sürenler, klarnet ve darbuka eşliğinde fingirdeyenler, kapının önünde karısına saçlarını kestirenler…
Bana yangın olduğunu söyleyen, esmer, iri gözlü, klavuz bir kadınla giriyorum evlere. Çeltik tarlalarında, dizlerine kadar suyun içinde yıllarca çalışmış yaşlı romatizma hastaları, sıtmalılar, gündöndü ve buğday işçileri, hamallar, demirciler, kalaycılar, sepetçiler yaşıyor girdiğim evlerde. Hangi evde kimin zorlu zorlu öksürüp kan tükürdüğünü, kimin felç olduğunu, kimin cin çarpıp düşerek çırpındığını (sara nöbeti) biliyor. Can diliye konuşuyor, gülüyor, küfrediyor ve yürürken sokağın klarnet ve deften yayılan roman havalarını gövdesine yayarak dinliyor ve fingirdiyor. Dudaklarının doğal rengi çok ilginç, kuvarz pembesi. Saçları biçilmiş, üst üste binmiş yulaf yığını gibi alnını, omuzlarını, sırtını kaplamış lüle lüle. Kendini diğer romanlardan ayırıyor. Kimliğini Ursari, ayı oynatıcısı olarak niteliyor. Babası, bu çocukken ölmüş. Anası Tekirdağ’dan bir Usari ile evlenmiş. Buna nenesi bakmış. Nenesiyle döküntü bir evde yaşıyor. Nenesinden duyduklarını anlatıyor bana. Bu mahallede mokarın (fallus) uğur getirdiğine inanan tek kadının nenesi olduğunu söylüyor. Mokarın dokunması durumunda, çorak bir toprağın bereketli bir toprak, kötü bir olayın da iyi bir olay haline geleceğini iddia ediyor. Yemin ederken ‘hav co kar’ diyor.
“Ne demek o?” diyorum.
“Mokarını yiyeyim ki,” demek diyor.
Bunlar söylerken utanacağım beklentisiyle şakır şakır gülüyor. “Yavaş konuş, duyan olur,” diye uyarıyorum. Aldırmıyor. Kedilerin yan yana oturarak gelip geçenleri ilgiyle izlediği evin karşısında, mahallenin afili delikanlısı Gojo, çevresindeki delikanlılara Avrupa’da gitmediği yerin kalmadığını, gittiği her yerde insanlara çarliston, samba, tango, kalipso ve twist öğrettiğini anlatıyor. Yanından geçerken kadın bana, “hepsi yalan,” diyor. “İstanbul gezilerini, döndüğünde Avrupa gezisi diye anlatıyor.”
“Hepiniz geziyorsunuz, bir yerde durmuyorsunuz,” diyorum.
“Elimizde değil, bir yerde duramayız,” diyor. “Bizim ilk atalarımız gezginci değildi. Yerleri yurtları vardı. Bir aile içinde kendini bilmez biri uçkuruna sahip olamadı. Bunu duyan ak saçlı bir büyücü bizi lanetledi. Sonsuza kadar yeryüzünde dolaşıp durun,’ dedi. ‘Konakladığınız bir yerde ikinci kere konaklamayın,’ dedi. ‘Su içtiğiniz bir yerden ikinci kere içemeyin,’ dedi. ‘Bir yıl içinde aynı ırmaktan ikinci kere sakın geçemeyin,’ dedi. O günden bu yana gezginci olduk.”
Bu kadının içtenliği ve konuşmaları beni çekiyor. Duygularını çok farklı ve renkli hissediyorum. Dili çok canlı. Benden kaptığı her ölü sözcüğe can veriyor. Bununla yaptığım sohbetlerin yazı tarzımı değiştireceğini, beni tekrarlardan, temalardan, katı beylik biçimlerden uzaklaştıracağını hisseder gibi oluyorum.
Kültürlerine dair hoşuma giden ilginç şeyler anlatıyor. Konuşma arzusuna ket vurmak da içimden gelmiyor. Kimliğinin sınırlarını değişik kültürlere doğru durmadan aşan birine
yapamam bunu. Yaparsam soğur benden.
İlaç dağıtma işini bitirdikten sonra bir daha geleceğimi söyleyerek, Uzunköprü’ye gidiyorum. Gece bir arkadaşın evinde kalıp, sabah İstanbul’ a dönüyorum otobüsle.
Türk Solu Bürosu’ndayım. Kalabalıkların, arzuların acıların içinden gelmişim. Yaşamı çoğul, oldukça karmaşık, çok boyutlu, değişken hakikatlerin içinden okumaya çalışıyorum. İnsan var oldukça dertlerin ve devrimin de var olacağına takılıp duruyor kafam. Bir yandan gazete büküyor, diğer yandan sohbet ediyoruz. Ben işin gırgır, dalga ve yarenlik yanına kayıyorum zaman zaman. Gırgırsız yapamıyorum. Kuru aklın olduğu yerden kaçıyorum; akılda haz olmalı. Hakikati bile hazda arayanlarladır benim işim.
Yazı kurulu odasında İbo’ya anlatıyorum gezdiğim yerleri. Keyifliyim. Dilimin içinde bir dil; yaratıcılığını kendi gücünün ötesinde gerçekleştirmeye yönelen bir dil. İbo ilgiyle dinliyor, sorular yöneltiyor arada bir.
Tam bu sırada polis baskınına uğruyoruz. Her iki oda bir anda polislerle tıklım tıklım doluyor. 15-16 Haziran İki odayı birleştiren daracık koridora diziyorlar bizleri. Toplam dokuz on kişiyiz.
Odalarda arama başlıyor. Dosyalar, kitaplar, gazeteler, mektuplar her şey aramanın hışmından payını alıyor. İstiridye yığınını çağrıştıran bir suratla minik koridorun başında duran komiser:
“Bu mermiler ne?” diye soruyor, suçüstü yakalamanın verdiği zevkle.
“Burası bir yayınevi, böyle bir şeyden haberimiz yok,” diyor İbo.
Gerçekten de haberimiz yok. Kimin bıraktığını bilmiyoruz.
Polis, arama bittikten sonra hepimizi kelepçeleyip bazı dosyalarla birlikte arabalara bindiriyor. Birinci şubeye giderken, kentin sesleri doluyor arabaya; ‘aldırma,’ diyorum kendi kendime; ‘iyiliğe verdiğin canın gücü kadardır yaşamın gücü.’
Birinci Şube’nin en üst katlarından birinde, tesbih taneleri gibi yan yana diziyorlar bizi. Polislerden biri baştan başlayarak, memleket, meslek, ana baba sorularıyla laf vurmaya, alaya almaya başlıyor bizi. Sıra bana geliyor. Karslı olduğumu öğrenince:
“Haaaa… anlaşıldı,” diyor, “Sovyet sınırına yakın bir yer. Türk’e pek benzemiyorsun. Annen sınırın ötesine geçiyor muydu bazen?”
“Bilmiyorum, anama sormak lazım.”
“Bilirsin, bilirsin,” diye sırıtıyor.
Anamın ve babamın adını soruyor sonra. Öğrenince fazla üstelemeden yanıbaşımdaki arkadaşa geçiyor. Onun anasını da Bulgar sınırının ötesine geçirip getirdikten sonra İbo’nun karşısında duruyor.
“Bunlar neyse sende hiç Türk tipi yok. Ne saçının, ne gözünün rengi, ne de bakışların uyum içinde değil bu memleketle. Senin annen belli ki sınırın ötesini yol eylemiş.”
“Sınırın ötesini yol eylemesine gerek yok, benim anam sınırın ötesinde yaşıyor.”
“Haaa öyle mi, adı ne?”
“Krupuskaya.”
“Rus adına benziyor. Tahminimde yanılmamışım. Babanın adı ne?”
“Lenin.”
Kısa bir sessizlik oluyor. Tam bu sırada yan odadan İstanbul Emniyet Müdürü Ilgız Aykutlu çıkıp geliyor. Analarımızı sınırın ötesine götürüp getiren polis, İbo’yu parmağıyla göstererek:
“Bu tipsiz herif, babasının Lenin olduğunu söylüyor,” diye gülümsüyor acı acı.
Elleri arkasında, ilkin İbo’yu, sonra da tümümüzü sessizce süzüyor Aykutlu.
“Lenin siksin hepinizin anasını,” diye homurdanıyor.
“Hepimizin anası Krupuskaya olduğu için fark etmez,” diye sesini yükseltiyor İbo.
İbo’ya çeviriyor Aykutlu bakışlarını yeniden.
“Herkesin adına konuştuğuna göre lider sensin. İndirin bunu alt kata, hem şubede olduğunu, hem de asıl babasını hatırlatın.”
Ertesi gün polis otosuna doldurulup İstanbul Adliyesi’ne götürülüyoruz. Serbes bırakılıyoruz. Çemberlitaş’ta mercimek içmeye giderken, alt katta maruz kaldığı hakaretleri, yediği dayakları anlatmaya başlıyor İbo.
Muzaffer Oruçoğlu