Raa Haqi olsun, bir diğer düşünsel-toplumsal formasyon olsun, ele alınıp anlaşılmaya çalışılırken, her toplumsal yapının uzun bir tarihsel sürecin ürünü/sonucu olduğu gerçeğinden hareketle tarihsel arkaplanı bağlamında incelenmelidir. Yine kültürel bölgeler ve söz konusu bölgelerde düşünsel birikimlerin tekrar tekrar formatlandığı tarihsel aralıklarla beraber düşünsel ve toplumsal boyutlarda yaşanan dönüşümler de gözönünde bulundurulmalıdır.
Raa Haqi toplumsallığı değerlendirilirken de yukarıda vurgulanan esaslar üzerinden hareket etmeliyiz. Her toplumsallıkta ve onun üzerine inşa edildiği düşünsel yapıda; kaynağı farklı tarihsel aralıklar ve etkileşimler olan kültürel katmanlardan gelen toplumsal kurumlara ve mitsel, dinsel motiflere rastlamak olağandır. Yine, özellikle kültürel bölgelerin kadim halklarında bu ortaklıklar çok daha yüksek oranlara ulaşmaktadır. Bu durumu yaygınca bilinen ve hala canlı bir şekilde yaşanan, izleri antik uygarlıkların ilk dönemlerine kadar takip edilebilen ve pek çok halkın anlam dünyasında yerini bulan Newroz (Newe Marti) kutlamaları/edimleriyle örnekleyebiliriz.
Tarihsel geleneğimiz çok yönlü saldırılarla ciddi bir kesintiye uğratıldı. Dönemin kuşakları anlamında, içinde vücuda geldiğimiz Raa Haqi toplumsallığını çeşitli yönleriyle bilince çıkarma çabalarımızın tarihi çok yenidir. Ayrıca düşünsel ve toplumsal boyutlarıyla bastırılmaya, yok edilmeye çalışıldığından bu toplumsal gerçekliğe dair elimizde yeterli materyal de yoktur. Bu anlamda Raa Haqi’yi konu alan tartışmalarda görüş bildirmek yazar için birçok yanılgının kapısını açık tutmaktadır.
Toplumsal varlığı saldırı ve tehdit altında olan bir halkın fertleri olarak konuya ilgimiz salt akademik boyutla sınırlı olmayıp, toplumsallığımızda vücuda gelen insan gerçeğiyle, hakikatımızla buluşma çabasıdır. Olası yanılgı ve riskleri göze almaktan başkaca seçeneğimizde yoktur.
Toplumsal Varlık Olarak İnsan
İnsan derken toplumsal bir varlıktan, toplumsal bir gerçekleşim ve sonuçtan söz ederiz. Toplum, özce bir komünalite anlamına gelir. Toplumsal inşa, ortak bir etik/ahlak üzerine inşa edilmiştir. Söz konusu toplumsallık özelinde, ahlak, toplumsal yarar sağlayan ortak kabuller olarak tarif edilebilir.
Beslenme, barınma, güvenlik, her canlının temel eğilimi olan neslini sürdürme, düşünsel ve teknik yaratımlar, bunların geleceğe aktarılması toplumsal bir gerçekleşimle mümkün olabilmiştir. Toplumsallık; klandan kabileye, aşiretler federasyonu ve konfederasyonundan halklaşmaya kadar birçok toplumsal yapıya evrilerek; halklaşma boyutunda anılan toplumsal birimleri bünyesinde içererek tarihsel serüvenine devam etmiştir.
Hakikat Arayışçısı Olarak İnsan
İnsan, bir hakikat arayışçısı ve kadim soruların sahibidir. Nesnel âlem, gittikçe bütün kâinat, canlı yaşam ve insan nasıl var oldu? Öldükten sonra ne olur? Bütün bunlara yol açan neden ya da kudret nedir? Bu sorular üzerinden gittikçe bütünlüklü kozmogoni (Evrendoğumu) anlayışlarına ulaşmış ve ulaşılan bu kozmogoni anlayışı üzerinden “nasıl yaşamalıyız”ın cevabı verilmiş, bu bağlamda yaşam anlamlı kılınarak toplumsal inşalar gerçekleştirilmiştir.
Bu sorular ve cevaplama çabası, düşünen bir varlık olan insan için zorunluluktur. Bu sorular mitoslarla, çeşitli inanç ve sistematik dinlerle, felsefeyle ve bilimle açıklanmaya çalışılmış, çalışılmaktadır. “Öldükten sonra ne olur” sorusu hariç, günümüzde bilimde bu soruların cevabını aramaktadır.
Ulaşılan kozmogoni anlayışı, söz konusu inanç ya da din için temel belirleyendir, hakikati bilme, kavrama ve izah biçimidir. Sosyal yapının ve ilişkilerin biçimlenmesinde, mimari ve sanatta, üretim ve paylaşımda, hakkaniyet anlayışında, doğa/varlık ile ilişkilenme biçiminde, yaşamın neredeyse her alanını kuşatan ritüellerin oluşturulmasında hakikat bilgisinin/kozmogoni anlayışının damgasını görürüz.
Devletli uygarlığın, eril sistemin ortaya çıkışıyla beraber hegomon odaklar tarafından bu alana yapılan müdahale, iktidar olgusunu meşrulaştıran ve güvenceye almaya çalışan mitoloji ve kozmogoni kurgularıyla gerçekleşen masumiyetin gaspı parantez içerisinde tutulmalıdır.
Hakikat arayışı, bir bütün olarak kosmosu anlama, açıklama ve halen bu sorunun cevaplanma biçimine bağlı olarak yaşamı anlamlı kılma çabasıdır. Bu durum, geleneksel bir toplum için geçerli olduğu kadar; kosmosa kutsallık atfetmeyen, bir ilk neden ya da kudretin rolünü red eden insan için dahi geçerlidir. Bu durumda insan-insan ve insan-doğa ilişkilenmesine, adalet duygusu veya yaşamın diğer alanlarına dair kendinin kosmosu kavrama, açıklama biçimine bağımlı olacak, yaşamını kendi algısı üzerinden anlamlı kılıp biçimlendirecektir.
Hakikatın Kavranma Biçimi Olarak İki Yol
Aşağı Mezopotamya merkezli uygarlık, bilindiği gibi Verimli Hilal olarak adlandırılan dağ silsilelerinin yaratı ve birikimleri üzerine inşa edilmiş, buradan diğer alanlara yayılmıştır. Söz konusu alanlarda, hakikat-bir bütün olarak Kosmos, iki biçimde kavranmış;
a) Yok’tan yaratış
b) Var’dan doğuş olarak açıklanmıştır.
Yok’tan yaratışa dair Hook şu tesbitini aktarmaktadır; “ temel mitosların Sümerli biçimiyle bulduğumuz ikincisi, çok geniş bir alana yayılmış bulunan Yaradılış mitosudur. Burada, eskiçağ (antik) yaradılış mitoslarından hiç birisinde, ex nihilo (hiç yoktan) yaratış kavramıyla karşılaşmadığımızı belirtmeliyiz. Tüm eskiçağ mitoslarında yaratış, başlangıçtaki kargaşa (kaos) durumuna bir düzen verme eylemi olarak görünür”. (Samuel Henry Hook, Ortadoğu Mitolojisi, s. 24). Yok’tan Yaratış ve Var’dan Doğuş ayrımına dair Campbell şu belirlemeleri yapmaktadır;
(…)”Bizim kutsal kitabımıza göre, oysa tanrı ve onun dünyası, birbirleriyle tanımlanamazlar. Tanrı, yaratıcı olarak dünyayı yapmıştır fakat hiçbir anlamda dünyanın kendisi veya onun içindeki bir nesne değildir. Mantıkta A, B olmadığı gibi. Dolayısıyla Ortodoks Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman’da, tanrıyı dünyada veya kendinde arama ve bulma sorunu yoktur. Bu insanlığın, doğal dinlerinden kalanı reddetme yoludur”. (Campbell, Batı Mitolojisi, s. 95)
Armstrong ise bu temel ayrıma şu cümlelerle gönderme yapmaktadır; “Yehova kültü içinde henüz Atman’la karşılaştırılabilecek, her yerde hazır ve nazır, içsel bir tanrısal ilke yoktu. Yehova dışsal, aşkın bir gerçek olarak algılanmıştır”. (Armstrong, Tanrının Tarihi. PDF kitaptan alıntılandığından sayfa no belirtilemedi)
Hook’dan aktarıldığı üzere antik yaratılış mitoslarında Yok’tan yaratış kavramına raslanmamaktadır. Semitik dalın ilerleyen bin yıllarda ulaştığı bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır. Sümer kentlerini istila edip merkezi bir devlet kuran Akadlarla başlayan Semitik yayılım, Babil ve Asur süreçleriyle devam etmiş, burada geliştirilen mitsel birikim Tevrat’da (Mısır etkisini de eklemek gerekir) yansısını bulmuş, Musevilikte beliren “aşkın tanrı” anlayışı, Hristiyanlık ve İslamla doruğuna ulaşmıştır.
Armstrong’un belirttiği “Atman” ise, Hint mitolojisinde ilk varlık olup, “bir” iken bölünerek eril ve dişil cins olarak “iki” olmuş, önce erkek ve kadın olarak bölünüp insanı var etmiş, ardından her iki cins farklı bir türün eril ve dişil cinsine dönüşerek hayvanlardan karıncaya kadar bütün çiftleri var etmişlerdir. “Var” bir iken eril ve dişil niteliklere bürünerek iki olmuştur.
(…) “Hint anlatımında bölünen ve yalnız insan değil, tüm yaratılış haline gelen tanrının kendisidir. Dolayısıyla her şey tek kutsal varlığın ifadesidir: başkaca bir şey yoktur. Kitabı Mukaddes’te ise tanrı ile insan başlangıçtan beri farklı varlıklardır. (…) Dünyanın, hayvanların, Âdem’in (sonra Âdem ve Havva olmuştur) yaratılması kutsal varlıkla içsel değil, dışsaldır”. (Campbell, Doğu Mitolojisi, s. 16)
Hakikatı bilme, bilince çıkarma ve kozmogoni anlayışını bu temel üzerine inşa etme anlamında “Var’dan Doğuş” kolu, Aryen coğrafyası olan İran’da neolitikten bu yana kalıtılıp getirilen birikimlerin adı olan Mazdaizm ile temsil edilmiştir. Bu birikim Zerdüşti reformla yeniden formüle edilmiş, Büyük İskender ve Arap-İslam yayılımıyla ölümcül darbeler almış fakat Maniheist, Mazdeki, Hürremi geleneklerde farklı oranlarda ki temsiliyetlerle süregelmiştir.
Nesnel âlemde farklı formlara bürünerek tüm yaratılış haline gelen tanrı ya da ilk kutsal varlık; diğer tarafta ise kudretiyle var ettiği bütün varlıklardan ayrı olan; zamanın ve mekânın dışında olan Tanrı… Her iki dalı farklı kılan temel ayrım buradadır. Her iki kozmogoni anlayışının ayrışma ve yayılım alanlarına dair Campbell şu tesbitte bulunmaktadır: “Doğu ve Batının mitos ve ritüelinin eriminde coğrafi bölünme yeri İran yaylasıdır. Doğuya doğru, iki tinsel eyalet Hindistan ve Uzak Doğu; batıya doğru, Avrupa ve Levant”. (Joseph Campbell, Batı Mitolojisi, s.8). . Campbell, Mısır geleneğininde “Var”dan doğuş kolu içerisinde kabul edilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Doğuya doğru Aryenik anlayış olan “Var’dan Doğuş”, Batıya doğru ise Semitik anlayış olan “Yok’tan Yaratış” anılan uygarlık alanlarına damgasını vurmuştur. Burada unutulmaması gereken bir husus da her iki dalın, en azından, Sümer kentlerine Semitik yayılımdan başlayarak karşılıklı etkileşimde oldukları boyutudur. Ortak mitsel ve dinsel motiflerin, kimi ritüellerin varlığı erken tarihlerden kaynaklanabilir.
Yazının sınırlarını daha fazla zorlamamak adına, Hint Atman anlatısıyla yaratılışın, daha doğrusu var oluşun kendisi haline gelen kutsala dair arkaik bir aktarı ve Tevratgillerin “Yok”tan yaratışa dair bilinen açıklamasıyla yetinebiliriz.
Neolitik Devrim
Toplumsal özelimize gelmeden önce bütünlüklü bir kavrayış için zorunlu gördüğümüz ve ara başlıklarla aktarmaya çalıştığımız bu genellemelerden sonra, kültürel bir coğrafyanın parçası olan toplumsallığımızı bilince çıkarabilmek, anlayabilmek için bölgenin tarihsel- kültürel süreçlerine dair bazı aktarılar da gerekli görünüyor.
Bilindiği gibi İ.Ö. on iki bin yıl kadar önce yeryüzüne hakim olan son buzul iklimi sona ermiş, dünyaya bu günkü iklim koşulları hakim olmuş, flora ve faunada önemli değişiklikler gerçekleşmiş, ortadoğu’da çölleşme yaşanmış, bölgenin insanları su havzalarında toplaşmış, Verimli Hilal olarak anılan dağ silsilelerinde özellikle yabani arpa ve buğdayın varlığı evcilleştirilen koyun, keçi, sığır gibi hayvanların yabani atalarının bulunuşu insanın üretim kültürüne geçişini sağlamıştır. Bu gelişme neolitik devrim olarak anılmaktadır. Campbell’den izleyelim;
“(…) Anadolu’nun yüksek, korunmuş vadilerinde, Suriye’de, İran’da ve Kuzey Irak’ta, tarım ve hayvancılık sanatları geliştirilmişti ve bunlar, hem insan varlığında, hem onun gelişme olanaklarında çığır açan değişiklik yarattılar. Daha önce insan koşullara göre değişen avcılık ve toplayıcılıkla yaşarken, artık dünyanın dayanıklı işçisidir. Kendine yeterli köyler ortaya çıkmış, sürekli artarak, doğuya ve batıya yayılarak, iki okyanusa aynı zamanda İ.Ö. 2500 dolaylarında varmıştır”. (Joseph Campbell, Batı Mitolojisi, s.11).“
(…) Yakındoğu’nun dağlık bölgelerinin yamaçlarındaki ırmak vadilerinde, İ.Ö. 8000 – 5000 dolaylarında, avcılık ve toplayıcılıktan (bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesiyle) tarıma geçildiğini (… ), bu topluluklardan bazıları, İ.Ö. 5000 – 3000 arasında görülen gelişmelerle uygarlığa geçeceklerdir”. (Alaeddin Şenel, İlkel topluluktan Uygar Topluma, s.156). Neolitik kültür, tarımcı yerleşik halklar ile hayvan yetiştiren göçebe çoban halklar biçimine gerçekleşmiştir.
Ana Kültü
Tarım ve hayvancılığı geliştirip yerleşik bir yaşama geçen, neolitik köyleri inşa eden topluluklar, yaşamın kaynağına dair üretim üzerinden ilişkilendikleri toprağı yaşamın annesi olarak keşfedecek, tüm canlıların ondan doğduğunu bilince çıkaracak yeni bir kozmogoni anlayışına ulaşacak, gözlenen doğurganlık, yaşamın yaratılması bağlamıyla toprak ve kadın özdeşleştirilecek, toplumsallıklarını da “Ana” odaklı olarak inşa edeceklerdir. Campbell’den izleyelim;
“(…) Artık neolitik köyün gelişim ve yayılımının bu aşamasında, bütün mjtoloji ve inancın odak kişisi, yaşamın annesi ve besleyicisi ve ölüleri yeniden doğmak üzere kabul eden cömert tanrıça Topraktır. Kültünün en eski döneminde (Levant'ta belki de İ.Ö. 7500-3500 de) böyle bir ana tanrıça, birçok antropologun varsaydığı gibi, yerel bir verimlilik patroniçesi olarak düşünülmüş olmalıdır. Gene de, ilk yüksek uygarlığın tapınaklarında (Sümer, İ.Ö. 3500-2350) Ana Tanrıça’ya tapınma, bundan öteye varmıştı. Çoktan, şimdi de Doğuda olduğu gibi, doğaüstü bir simge olmuştu: Bütün varlıkların doğum ve ölümünün bağlı bulunduğu, uzay, zaman ve maddenin kişileştirildiği, gövdelerin tözü, yaşam ve düşüncelerinin sureti, ölülerin kabul edicisidir. Biçim ve ada sahip her şey -iyi veya kötü, merhametli veya gazaplı olarak kişileştirilmiş tanrıyı da içererek- onun, rahminde taşıdığı çocuğudur”. (Campbell, age s.11)
Campbell’in tarım kültürüne dair vurguladığı yayılım, aynı zamanda, tarım kültürüyle beraber “Ana Kültü”nün de yayılımı anlamına gelmektedir. Anatanrıça, tarımcı toplulukların kozmogonisinde odakta durmaktadır. Konunun öneminden hareketle, Ana Kültü’nün eski uygarlık alanlarındaki varlığını, yayılımını ifade eden alıntıyı da aktarmak gerekiyor.
“(…) Bakire Meryem, Venüs-Afrodit veya Kıbele, Hathor, İştar veya ötekilerle aynı olabilir mi? İlkel Mitoloji’nin başındaki, İS.150’de, Tanrıça İsis’in öğrencisine seslenişini düşünelim: Ben her şeyin doğa anası, sahibesi ve tüm öğelerin yöneticisiyim, dünyaların ilk soyu, kutsal güçlerin başı, cehennemdeki her şeyin ecesi, cennette yaşıyanların özü, bütün tanrı ve tanrıçaların tek başına ve tek biçimde açıklayıcısıyım. Benim isteğimle gökyüzünün gezegenleri, denizlerin tüm rüzgârları ve cehennemin ağlanası sessizliği düzenlenir. Benim adım, benim kutsallığım, tüm dünyada, çeşit çeşit biçimde, türlü geleneklerde ve birçok ad altında sevilmektedir. İnsanların ilki olan Frigler bana ana tanrıça Pessinus dediler. Kendi topraklarından çıkmış olan Atinalılar Cecropian Minerva, denizle sarılmış Kıbrıslılar Paphian Venus, ok taşıyan Giritliler Dictynian Diana, üç dil konuşan Sicilyalılar melun Proserpine, Elevsisliler eski tanrıçaları-Ceres, bazıları Juno, ötekiler Bellona, başkaları Hekate, başkaları Ramnusie ve güneşin ilk ışınları ile aydınlanan doğuda oturan her iki türdeki Etopyalılarla her tür eski kuramda mükemmel olan ve düzenli törenlerle bana tapınan Mısırlılar bana gerçek adımla Kraliçe İsis dediler”. (Campbell, age. s. 41)
Döngüsel Yaşam Ve Zaman
Yerleşik-tarımcı yaşam biçimiyle beraber, insan, doğayı daha düzenli bir şekilde gözlemiş, ondaki döngüyü keşfetmiştir. Doğum ve ölüm döngüsü, bitkilerin yeşerip ölmesiyle toprağa düşen tohumların tekrardan yaşama dönmesi, gece ve gündüzün, mevsimlerin biri birini takip eden döngüsü, Ay ve Güneşin, gözle izlenebilen beş gezegenin düzenli ritmi gibi bir çok döngünün ayrıdına varılmış, kutsalın sırrına erilen hakikatı olarak kavranmış, “hem yaşam hem de zaman” döngüsel bir gerçeklik olarak kabul edilmiştir.
“(…) Pek çok söylencenin simgesel içeriğini anlayabilmek için, yeryüzü merkezli anaerkil dinlerle, daha yakından tanıdığımız, gökyüzü merkezli ataerkil dinler arasındaki temel farklılıkları bilmek önemlidir. Anaerkil toplumun siyasal, ekonomik, toplumsal ve dini temeli tarımsal yıla dayanır. Tarımın Önemi, tüm yaşayan nesnelerin doğumdan olgunluğa, oradan ölüme ve oradan da tekrar doğuşa giden gelişimlerini vurgulayarak dairesel bir yaşam görüşünü beslemiştir”. (Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, 2003. PDF kitaptan alıntılandı, sayfa no belirtilemedi)
Hatırlayalım, Hint inanç sistemlerinde yaşam ve zaman hala döngüsel nitelikli kabul edilirler. Var’dan Doğuş kozmogonisinden gelen Raa Haqi ve diğer süreklerde de yaşam ve zaman doğrusal, yani günümüzdeki biçimiyle tarih olarak değil, döngüsel ritim olarak kabul edilmektedir. Tekamül çarkı anlayışı bu bağlamda anlaşılabilir. Anımsatalım ki Raa Haqi geleneği ve türevlerinde ten ölür, can ise don değiştirir, devriyededir. Doğrusal, tarih olarak kavranan zaman algısı, bilindiği kadarıyla Zerdüşti çıkış ile gündeme gelmiştir. Yine Yahudi yazımı da zamanın doğrusal, tarih biçiminde kavranmasında önemli rol oynamıştır.
Akılda tutmamız gereken şey, döngüsel yaşam ve zaman algısının neolitik dönem ile ortaya çıktığı, Ana kültüyle birlikte kavrandığı, “Var”dan doğuş kozmogonisiyle birleştirildiğidir. Ve binlerce yıl tüm uygarlık alanlarının temel algısı olduğu boyutudur.
Eril-Devletli Uygarlık
Arabaşlıklarda vurgulandığı üzere, tarımcı yerleşik yaşam Verimli Hilal olarak adlandırılan dağ silsilelerinde, bu silsilenin sunduğu nesnel koşullar üzerinden mümkün olabilmiş, ilk tarımcı yerleşik köyler kurulmuş, Ana eksenli bir toplumsallık inşa edilmiş, Güney Mezopotamya’ya taşarak Dicle ve Fırat deltalarında farklı bir aşamaya ulaşmış, ilkSümer kentleri tarih sahnesinde yerini almıştır.
Ana eksenli toplumsallık, neolitik köy, komünal karakterdedir, hegomonik ilişkiler belirmemiştir. Tarım devrimi kadın cinsi tarafından gerçekleştirilmiş, ayrıca toprakla üretim üzerinden kurulan yeni ilişkilenme biçimiyle doğuran toprak ana ile doğuran kadın yaşamın annesi olarak özdeşleştirilmiştir. Aktarıldığı üzere, bu dönemde Anatanrıça, kozmogoni çözümlemesinin odağına konulmuştur.
Kentlerin ilk dönemlerinde; parçalanmamış toplum anlamında kullandığımız toplumsallık-komünalite devam etmekte ve daha büyük toplumsallıkların zemini oluşmakta, üretim, güvenlik ve diğer toplumsal alanlarda gerçekleşen dayanışmayla demokratik uygarlık çizgisinde, insan önemli başarılar göstermektedir. Toplumsallığın-komünalitenin parçalanmasıyla eril sistem-devletli uygarlık, tarih sahnesinde yerini alacak, hakikat arayışı olan kadim soruların cevapları söz konusu alanlarda iktidar olgusunu meşru ve sürekli kılacak biçimde kurgulanacaktır
.
Bu gelişme, içte hegomonik ilişkilerin belirmesiyle ve erkek savaşçı bir tanrı ya da ataya inanan göçebe toplulukların istilasıyla gerçekleşir. Özellikle güneyden, çöllerden gelen, anılan karakterdeki Semitik kabileler tüm Sümer kentlerini ele geçirip yeryüzünün ilk merkezi devleti olan Akad’ı kurarlar. Bu siyasal gelişmeyle beraber ve devamen ardılları olan Babille birlikte Anatanrıça inancı ve onun rızaya dayanan ana eksenli toplumsallığı ortadan kaldırılır. Toprak ve kadın mülkleştirilerek bir bütün olarak insan düşürülür. Babil Enuma Eliş destanı, bu düşürülmenin tarihsel ve ideolojik belgesi durumundadır.
Doğuran, besleyen, koruyan, sevgisini karşılıksız sunan, bir bütün olarak yaşamı yaratan Anatanrıça-kadın şeytanlaştırılmış, karşısına kudretli bir erkek tanrı, Marduk çıkarılmış, şeytanlaştırılan Anatanrıça-Tiamat, Marduk tarafından öldürülmüş, erkek tanrının- erkeğin ve eril sisteminin kesin zaferi ilan edilmiştir. Demokratik uygarlığın; rızaya dayalı toplumsallığın sürdüğü alanlarda ise ana eksenli yaşam ve eril sistem karşısındaki direniş farklı tarihsel aralıklarda farklı renklere bürünerek de olsa kesintisiz biçimde devam eder.
Toplumsallığın-Komünalitenin Savunusuna Dair
Devletli-Eril uygarlığın bir bütün olarak insana, onun gerçekleşim alanı olan toplumsallığa saldırıları karşısında gerçekleşen direniş ve karşı hamlelerin şüphesizki çok azı kayda geçmiştir. Devletli-eril uygarlığın; rızaya dayalı toplumsallığın-komünalitenin sürdürüldüğü yaşam alanlarına daha yaygın hâkimiyeti yakın yüzyıllarda gerçekleşebilmiş, kapitalist modernite ile doruğuna ulaşmıştır. Biz tarihteki kimi direnişleri örneklemekle yetinip insanda, insan kalmakta ısrar eden, demokratik uygarlık çizgisi üzerinden gerçekleşip düşmanlarının kaleminden de olsa kayda geçen kimi örnekleri analım. Aktarılan örneklerin tamamının bir komünalite inşası için direnişe geçtikleri bizzat düşmanlarının kaleminden ifade edilmişlerdir.
Mazdek’in çıkışı İ.S. 498-99 yıllarında gerçekleşmiş, kısa zamanda geniş kitlelerin desteğini kazanmış, başlangıçta Mazdeki öğretiye sempatiyle yaklaşan Sasani Kralı Kubad, sınıfsal çıkarları tehlikeye düşen egemen sınıflar tarafından tahtı bırakmaya zorlanmış, (İ.S. 499-501 aralığı) 501’de tekrar tahta çıkarılmış, karşılığında Mazdek’i katlettirmiş ve öğretisinin takipçilerine vahşi kıyımlar gerçekleştirilerek bu çıkış bastırılmıştır. Taraporewala, (Zerdüşt dini,2002) onun Mani’nin takipçisi olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtir.
Mazdek’in katliyle beraber bu toplumsal hareket sona ermemiş, Hürremi hareketi olarak yüz yıllara yayılan bir direniş çizgisi olarak devam etmiştir. Yazının hacmini fazla genişletmemek için sadece Hürremi direniş çizgisinin karakter ve kimi eylemlerine dair kısa aktarmalar yapıp, diğer direnişleri belirterek ara başlığı sonlandıralım.
(…) “Gerek Omayidler, gerekse Abbasiler döneminde bu hareketlerin temel hareket gücünü toprak eşitliğini savunan köylüler oluşturmuştur. (…) IX. Yüzyıldan başlayarak Hürremizm, köylü hareketleri ideolojisinin temel formuna dönüşmüştür. Hürremizm, Manihey-Mazdakit tipindeki öğretilere yakın bir ideolojiyi temsil etmektedir. Hürremitler ‘Muhammira’ (Kızıllar, Kızılbayraklar) adıyla bilinmektedir. (…) Hürremitler iki gücün, ışığın ve karanlığın, iyiliğin ve kötülüğün, Tanrı’nın ve İblis’in ebedi mücadelesine inanan Mazdakitlere, Dualistlere
benzemektedirler. (…) İşlenebilen bütün toprakları toplumsal mülke dönüştürmek, özgür köy toplumlarının yönetimine bırakmak istemektedirler. (…) Ortaçağ Arap tarihçilerinin eserlerindeki materyaller, ahalisinin büyük bölümünü Kürtler’in oluşturduğu Cibal’in Hürremizm hareketinin başlıca merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir. (…) Daha sonra Hürremit ideolojisi 816 yılında başlayan ve yaklaşık yirmi yıl süren Babek’in isyan döneminde kesin ifadesini bulmuştur. Özde Arap hanedanlığına karşı köylülerin başkaldırısı olan harekete halkın çeşitli katmanları katılmıştır”. (VII.-X. yy. Kürtler. Poladyan, farklı kaynaklardan aktararak. S. 44-45).
IX. yy. ikinci yarısında katliama uğratılan Roma-Ermenistan’daki eşitlikçi Pauliken hareketi, Poladyan’ın alıntıladığı kaynaklarda Şii İsmaili kaynaklı oldukları vurgulanan, kurdukları sosyalist devleti iki yüz yıla yakın savunmayı ve yaşatmayı başaran Karmatileri, Baba İshak-İlyas ve daha yakın örneklerden Şeyh Bedrettin direnişlerini belirtebiliriz.
VII. XII. Yüzyıllarda İslam Etrafındaki Tartışmalar
Semitik geleneğin son çıkışı olan İslam, Hz. Muhammedin vefatından sonra halifelik tartışmaları nedeniyle bölünme yaşamış, Hilafetin Ehli Beyt’in, bu bağlamda Hz. Ali’nin hakkı olduğunu belirten ve Şia olarak anılacak olan Müslümanlarla temsiliyetini daha çok Emevi ailesinde bulan Müslümanlar arasında tartışma ve çatışmalar yaşanmıştır. Hz. Ali ve evlatlarının katliyle Emevi hakimiyeti kesinleşmiş, İslamın kuzeye doğru İrani coğrafya ve Mısır’a yayılışıyla beraber bu tartışmalar diğer halklara da taşırılmıştır. Bu bölünmenin karakteri siyasal nitelikli olup iktidar savaşımı biçiminde ortaya çıkmıştır. Sonraki yüz yıllarda Şiilik, baskılanan halklar ve sınıflar için bir muhalefet odağı durumuna gelmiştir.
Arap İslam devleti ilk dönemler halkları müslümanlaştırma politikası gütmemiş, kelle vergisi alarak devlete gelir kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Sonraki süreçlerde izlenen müslümanlaştırma politikaları yeni tartışma ve çatışmalara yol açmıştır. Bu çatışma ve tartışmaların bir ayağı da düşünsel boyutta gerçekleşecektir. İran, Mısır ve Yunan mirası üzerine inşa edilen Roma önemli düşünsel miraslara sahiptir. Biz, İrani bir gelenek olmamız boyutuyla ilgimizi bu alana yöneltmek zorundayız. Ayrıca unutmayalım ki bu tartışmalar, Arap-İslam devletinin kesin siyasal, askeri ve ekonomik hegomonyası altında gerçekleşmiştir.
Hilafet sorunu etrafında gerçekleşen ilk yarılma tamamen siyasal nitelikli olmakla beraber, sonraki tartışma ve ayrışmalara düşünsel boyut eşlik etmiştir; çünkü “Yok’tan yaratış” ile “Var’dan doğuş” öğretileri karşı karşıya gelmiştir. Arapçaya çevrilen Yunan felsefesi İslam dünyasında ciddi yankı bulmuştur. Tartışmalar yoğunlukla VII. XII. Yüz yıllarda gerçekleşmiştir. Her biri deyim yerindeyse derya-deniz külliyata sahip olan bu ekolleri burada tartışmak mümkün değildir. Vurgulanması gereken boyut bu süreçte yaşanan tartışmalarla beraber tarihsel birikimlerin bir kez daha harmanlanıp yeniden formatlandığı, yeni kavramsallaştırmalara gidildiği, felsefi düşünceyle tanrı fikrine dayanan öğretileri uzlaştırmaya çalışan ekollerinde ortaya çıktığı gerçeğidir.
Ve bu süreçlerde yaşanan tartışma ve çatışmalar, ortaya çıkan ekoller ve kavramlaştırmalar toplumsal özelimize de ciddi oranda yansımıştır. Siyasal kamplaşmada Şii kanat ile ilişkilenilmiş, birçok dinsel motif geleneğe eklenmiş fakat öz; daha arkaik anlayış olan, zahir-batın birliği anlayışı ve ritüeller muhafaza edilmiştir. Bu etkileşimin ne koşullarda gerçekleştiğine dair kısa bir aktarı fikir verebilir; (…) “Abbasilerin yönetimi döneminde Hürremitler’in ve Şiiler’in dünya görüşleri yakınlaşmış ve köylü kitleler 747-750 yıllarında Ebu Müslim’in başında olduğu kendi sosyal problemlerini ileri sürmüşlerdi”. (Age. Poladyan, 1991, s. 44-45). Hürremi direnişin bütün İran, Horasan, Kürdistan ve Yukarı Mezopotamya’ya kadar yayıldığını da belirtelim. Aktarımız anılan grupla geleneğimizi bire bir örtüştürmek amaçlı olmayıp farklı düşünsel toplumsal geleneklerin İrani coğrafyadaki etkileşimlerini örneklemek içindir. Ayrıca Hürremi hareketle ciddi düşünsel ortaklıkların varlığını da aktaralım. “İşimizi kolaylaştırması açısında “İran” terimini coğrafi ve politik bir birimden ziyade tarihsel ve kültürel bir kavram olarak kullanmayı tercih ediyoruz”. (Hamzeh’ee, Yaresan 2009, s. 75) Evet, kültürel bölge, havza olarak İran.
Raa Haqi Kozmogonisi
Raa Haqi yolunu tanımlayabilmemiz, onun anlam dünyasını kavrayabilmemiz, ritüellerini ve toplumsal yapısını açıklayabilmemiz yolun hakikat bilgisi olan kozmogoni anlayışını bilmemize bağlıdır. Zira toplumsal inşanın olmazsa olmazı olan hakikat bilgisi ve etiği-ahlak anlayışının kaynağı bu çözümlemedir. En azından kosmosun bir bütün olarak kavranma eğiliminin belirdiği zamanlardan beri böyledir.
Takdir edileceği gibi, toplumsal özelimizde bütünlüklü bir kozmogoni (evrendoğumu) yazımı, derlemesi mevcut değildir. Pirlerimizin okuduğu beyitler elimizdeki neredeyse tek kaynak durumundadırlar. Yakın yıllarda ortaya iki önemli kaynak çıkmıştır. Bunlardan ilki, Başköylü Hasan Efendi pirimizin kitaplaştırılan yazmalarıdır ve halkımız açısından paha biçilemez bir hazinedir. İkinci kaynak ise, Erdal Gezik tarafından Dersim’in Kâmillerinden Nesimi Kılagöz ile yapılan söyleşidir ve bizler için ikinci bir ışık ve hazinedir. Erdal Gezik’in bu hizmeti her türlü övgüye değerdir. Ufkumuzu daha da açan bir keşfe imza atmıştır. Raa Haqi kozmogonisine dair bilince çıkarabildiklerimizi de ara başlıklar halinde ele almamız konuyu daha anlaşılır kılabilir.
İlk Öz Ya Da Var, “Hu”
Raa Haqi geleneği, bir bütün olarak kâinatı ve canlı yaşamı “Var’dan doğuş” temelinde açıklayan öğreti içerisindedir. Buna göre ilk “Var”, öz ya da mutlak hakikat, “Hu” halindedir. Bir ağacın bir tohumda içerili olması gibi, bütün kâinat, kâinatta mevcut bütün hal ve formlar “Hu”de mevcuttur. Terim olarak “Hu”, “kendisi” anlamına gelmektedir ve batın hali ifade etmektedir. Hakk bilinmek istemiş, kendini kâinat aynasında yansıtmıştır. Kendinden doğuşu On Sekiz Bin Âlemi var edip tekâmül çarkına girerek gerçekleştirmiştir. Çar Anasır; Ateş, ondan Hava, ondan Su ve sudan da Toprak doğuş gerçekleştirmiş, anılan Anasırlar Hakk’ın Hakikatı olan Aşk ile buluşmuş, Aşk ile Rıza hali gerçekleşmiş ve Rıza üzerinden de İkrar ile biribirlerine bağlanıp canlı yaşamı meydana getirmişlerdir. Başköylü ve Kılagöz’ün aktarılarına göre, Anasırlarla buluşan ruh, ilk olarak suyu mekân tutmuştur.
Ulaşılan bu formülasyon şüphesiz ki en başından böyle değildir. Yol’un hakikat arayışı serüveninde uzun bir tarihin sonucunda ulaşılan formdur.
Batın Ve Zahirin Birliği
Tasavvufi geleneklerde temel tartışma konusu Batın-Zahir birliği sorunudur. Nedeni ise ara başlıklarda aktarmaya çalıştığımız iki temel öğretinin karşılaşması, çatışmasıdır. Çünkü Semitik gelenek “Yok”tan yaratış formülasyonuna ulaşmış, hegomon bir güç olarak kendisini dayatmış, “Var”dan doğuş öğretisinin dallarıyla çatışmış, etkilemiş ve etkilenmiştir. Tasavvufi geleneklerde Batın, “Hu”, (Nesnel âlem öncesi hal) Zahir ise “Hakk” (Kâinat aynası-nesnel âlem) olarak açıklanmaktadır. Ve bu terimler geleneğimizde de vardır. Raa Haqi süreğinde
mutlak hakikat olarak ilk var; Haq, Xuda, Xweda, Huda biçiminde adlandırılmakta, Xo, Xwe, Xu, Hu, “kendisi” anlamına gelmekte, “Da” ise “vermek” fiilinin Türkçede ki “di”li zaman kipini ifade etmektedir. O halde, “Hu” teriminin geleneğimizde en başından beri mevcudiyetini kabul edebiliriz. Haq terimi, yine aynı şekilde Batın-Zahir birliği ifade etmektedir.
Batın-Zahir bütünlüğüne/birliğine dair Kültürel bir alan olarak tanımladığımız İrani havzanın geleneğinden bir örnek aktaralım; (…) “Yaresan yaratılış hikâyesinde, Tanrı’nın iki ayrı boyutunun olduğunu (…) Zerdüştilikte aynı ayrıma gidilir: “Vahma’ ve ‘Mazda’, Tanrı’lığın kişilik dışı (impersonal) ve kişisel (personal) boyutları arasındaki ayrım. ‘Vahma’ Tanrı’nın henüz evrenin var olmadığı yaratılış öncesi boyutudur. Yalnızca kendilik, yani Vahma vardır. Mazda boyutu, Tanrı’nın kendisinden oluşan kâinatın Efendisi olduğu yaratılış sonrası boyutudur”. (Hamzeh’ee, age. s. 135). Kültürel sürekliliği gösteren bu aktarıyla geleneğimiz ve versiyonlarında ki “Hu” ve “Hakk”(Haq) terimlerinin, Batın-Zahir birliğinin daha arkaik izlerini, kanıtlarını görebilmekteyiz.
Hakk-Kâinat-İnsan Birliği Ve Doğuş
Semitik gelenek ile Aryan geleneklerin karşılaşma ve etkileşim tarihi oldukça eskidir. Bu etkileşimin en azından yazılı kayıtları anlamında, ilk Sümer kentlerini istila eden Akad’larla başladığını kabul edebiliriz. Sümer mitosları, Tanrı ve Tanrıçaları bu dönemde Semitikleştirilmiş, Semitik anlam dünyası içerisinde konumlandırılmışlardır. Bu iletişim ve etkileşim tarih boyunca da devam etmiştir. Son Semitik çıkış olan İslam’la beraber, ilgili ara başlıkta vurgulandığı üzere gelişen çatışma ve tartışmalarlaTasavvuf gelenekleri belirmiş, Semitik ve Aryan öğretiler daha yaygın biçimde sentezlenmiş; yaratılış ve doğuş mitosları, ilk insan ya da insan çifti açıklamaları farklı manalar yüklenerek iç içe geçmiştir. Biz geleneğimizin temel mantığını bilince çıkarma çabasıyla yetineceğiz. Daimi Baba’dan bir aktarı açıklayıcı olacaktır. Canı Birleştirdik Canana Geldik deyişinden;
(…) Hep bir idik iptidada mekânda (…) Hoş bir hikayettir Âdem’le Havva/Müsbet tekâmülden olmadık tenha
Aktarılan ilk mısrada, varlığın bir bütün olarak “Hu”de/Batında/Umman’da ki “Bir” olma hali açıklanıp, çokluğun teklikteki birliği vurgulanmaktadır. Âdem’le Havva anlatısı ise “hoş bir hikayet” olarak belirtilmekte ve insanın tekâmül çarkında var oluşu açıklanmaktadır. Semitik gelenekte Âdem Yok’tan yaratılmakta, Raa Haqi öğretisinde ise tekâmül çarkında kâmilleşip insana rehberlik eden ilk insan olarak tanımlanmaktadır. Nesimi Kılagöz anlatısı her ne kadar Semitik Yaratılış versiyonu üzerinden yürüyorsa da, anlatımda tamamen “Var’dan Doğuş” anlatılmakta, değerli ayrıntılar aktarılmaktadır. Nesimi Kılagöz anlatısından; “Allah, Cebrail, can, ceset, su ve toprak birdir. Toprak bizim cesedimizdir. Canımız ise hem Allah, hem Cebrail’dir. Hepsi su, toprak ve kan olup da Deryayı Umman’da tamamlanırsa, zahiri âleme gelir bir Gül u Gülistan”. (Erdal Gezik, Alevi Hafızasını Tanımlamak, 2016, s. 128). Başköylü Hasan Efendi Pirimizin yazmalarından bu paragraf da Kılagöz pirimizin aktarısıyla örtüşmektedir;
“Bismillahirrahmanirrahim kimlerdir? Manası nedir? Bismillahirrahman erkektir, rahim dişidir; rahman koca oldu, rahim de karısı oldu; Bismillah bunların nikâhıdır. Bunlardan doğanlara da Hakk dediler ve Cenabı Hakk bunlarda ispat olur. (s. 84) (…) Yedi harf insanlarda da mevcuttur. Toprak, Su, Ateş, Hava, Can, Canan ve Çoban. Bu nedenle insanlar Bismillah’dır, Kur’an’dır. Kuran otuz harften oluşur, Bismillah ile otuz bir eder. Bu nedenle insandır; on beş karısının, on beş kocanın bir de bunların üzerine kılınan nikâh ile otuz bir olur. Çoban ve kanun bunları birleştirip bir edendir”. (Başköylü, Hakkın Emri Rızası, 2012 s. 99). Ana Nur, Baba Sır’dır. İnsan, Çar Anasır’dan kalıbını alır, Sır ile Nur Kubbei Rahman da bir olur, gerçekleşen “doğuş” ile Hakk ispat olur… Çar Anasır, Hakk’ın eril ve dişil nitelikleri, Aşk ve Rıza ile bir oluş ve doğuş…
Toplumsal İnşa
Raa Haqi toplumsallığında insan, kosmos ile özdeşleştirilmiştir. Hakk-Xuda, kâinat, insan birliği… Daimi Baba’nın yaygınca bilinen deyişinden aktaracağımız mısralar açıklayıcıdır. “kâinatın aynasıyım/mademki ben bir insanım (…) Hakk’ın Varlık deryasıyım/mademki ben bir insanım/insan Hakk’da Hakk insanda (…)”. Evet Kâinat Hakk’ın aynası, insan ise kâinatın aynası, özetidir; tekâmül çarkında vücuda gelen, ilmi ve kêlamı donanan, kâmilleşen tabiattır. Bu anlamda, toplumsal inşa kozmogoni anlayışına daha da bağımlı olacaktır.
Hakk-Xuda, On Sekiz Bin Âlemi kendinden var ederek tekâmül çarkına girmiş, kendini kâinat aynasında zahir etmiştir. Her âlemde; Hakk’ın hal ve anasırları biri birine Aşk ile bağlanmış, Rıza haline ermiş, biri birine İkrar vererek batında mevcut olan hal ve formları zahirde vücuda getirmiştir. Tekâmülün varacağı nokta, Hakk’ın kendini bildiği makam olan insan, İnsan-ı Kâmil’dir. Ve insan, rızaya tabi olandır; kâinata/cümle varlığa karşı sorumlu olan varlıktır.
Rıza hali, Raa Haqi öğretisinde hakikat bilgisinin temel kavramlarındandır, toplumsal inşa ve yaşamda kilit bir role sahiptir. Kâinat bir ikrar üzerine kuruludur ve ikrar, aşk ile gerçekleşebilen rıza haliyle mümkündür. Kâinatın aynası, kosmosun özü olan insanın yaşamı ve toplumsallığı da sevgi ve rıza hali üzerine inşa edilmelidir. Nefse tabi bir yol süren kişi, sureten insan olmakla beraber sireten-içsel olarak hayvaniyette kalacak, insana ve cümle varlığa, yani Hakk’a karşı her türlü haksızlığın kapsını açık tutacaktır.
Tekâmül çarkında doğuşlar, her âlem ve boyutta, aktarıldığı üzere rıza haliyle gerçekleşmiştir ve doğuş “Ana” ile olur, Yol’un sahibi de “Ana”dır. (…) “Rahmet Deryası, kubbeyi rahman, cennet, cümle ervahi nur olanlar, Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin, kol, talip hepsi de Fatıma’da mevcuttur. Cümlesinin ispatı da Fatıma’dır ve Fatıma dünyanın sonunda gelecektir. Fatıma nur dünyasının kapısıdır”. (Başköylü, age. s. 50-51). Fatıma, Ana Naciye’nin tezahürüdür. Âdem’in cennette gördüğü kubbede oturan sultan, Fatıma, yani Ana’dır. Herşey Ana’da mevcuttur. Ana’dan ikinci doğuş, Rıza yoluna ikrar verip Mürşit’ten doğuş ile mümkündür. Bu doğuş ile Rıza Yolunda talip olunabilir. Talip üzerine kurulu yol ile vücuda gelen toplumsallık, Rıza toplumsallığı-Ana toplumsallığıdır;
“Mürşitten doğmayan talip olamaz. İster evlat olsun, isterse talip olsun cümlesi Fatıma’dan doğmuştur ve Fatıma’da taliptir” (Başköylü, age, s. 96) (…) İkrara bent olanlar musahip, rehber, pir ve mürşit’tir. Bunlardan doğanlar ancak talip olabilir. Rehber, pir, mürşityolun memurlarıdır ve doğruluk üzerine erkânı yürütmeleri gerekir. Bunlar, talibi yola yolcu etmelidirler. Erkân Zülfikâr’dır, evliya olamaz. Evliya Fatıma’dır, Nebiyullah Muhammed, Veliyullah Ali’dir. Muhammed rehberdir, Ali pirdir, Fatıma Mürşittir. Mürşit’ten doğanlar talip olur, doğmayanlar talip olamaz”. ( Başköylü, 2012 s. 43). İkinci doğuş-Ana Yolundan doğuş, yine “kadın nikâhı” üzerinden verilen ikrar ile mümkündür. Yani sevgi bağı ve rıza ile eş ikrarı vermiş iki çiftin irade beyanı ve ikrar cemiyle ilk kapıya; Talip-Musahip/Rızalık-Razılık (şeriat) kapısına girmesiyle talip yoluna/Ana yoluna girilebilir. Süreç, rehber, pir ve mürşit kapılarından geçiş ile devam eder.
Daimi Baba’nın deyişinden aldığımız “yetmiş üç farz” kavramı, Yol’un formülasyonu ve kimi toplumsal kurumlaşmaların ifadesidir. Açımlamasını ise Noksani Baba’dan aktaralım;
Ben mürşidim diyen noksâna gelsin/Mürşid kimdir, onun nişânı nedir?/Evliyâ buyruğun okuyup bilsin/ Yetmiş üç farzı var, beyânı nedir?/Dört kapı, kırk makam, oniki erkân/ Onyedi tarîki eylesin beyan/Talibin gönlünde koymasın güman/Bildirsin cân içre cânanı nedir?
Aktarıda anılan hizmet ve ritüeller ise toplumsal inşanın merkezinde duran ocaklar sistemi tarafından yürütülür. Ocaklar sistemi, Raa Haqi toplumsal yapısının iskeleti konumundadır. Raa Haqi süreğinde ocaklar sistemi olmadan Yol’dan, tarihsel toplumsal gerçekliğimizden söz etmek imkânsızdır. Ocaklar, toplumun temel kurumu niteliğindedir.
Sonuç Yerine
Birçok ayrıntının eksik kaldığı bu yoğunlaştırılmış özete, toplumsal kurumlarımızı, toplumsal hafıza ve ruhun canlı tutulup toplumsal sürekliliğin sağlanmasında ciddi işlevi olan ve bütün yıla yayılan ritüelleri, “Ana Fatıma-Kadın” ile özdeşleştirilen toprağın anlam dünyamızdaki yeri ve kutsal mekânları, yine kaynağını öğretiden alan sosyal ilişkilenme biçimlerini de ilave etmemiz gerekir ki yazının hacmini çok zorlayacağı açıktır. Aynı nedenle aktardığımız tarihsel arka plan ile Raa Haqi süreğinin olası ilişkilerini, benzeşen ya da ortak motiflerini okuyucunun tesbit etmesini ummak zorundayız.
Toplumsal yapı, toplumsal ahlakı-etiği de içeren toplumsal akıl üzerine inşa edilen bir gerçekliktir. Toplumsallık hali, insanlaşma gerçeğidir ve yitirilen toplumsal akıl, söz konusu toplum özelinde yitirilen insan gerçeğidir. Toplumsal özelimizde olsun, Kürdistan ve Anadolu gerçeğinde olsun, toplumsal gerçeğinden koparılıp sürüleştirilen kitlelerde boy veren çarpıklık ve düşkünlük hali bu değerlendirmemizi haklı çıkarmaya yeter inancındayız.
Tüm insanlık ve cümle varlığı tek bir özün bin bir donda baş göstermiş hali olarak tanımlayan, anlam dünyasını bu algısı üzerinden oluşturup cümlesiyle bir rıza hali üzerinden ilişkilenmeyi ve toplumsallaşmasını rıza hali üzerine inşayı öngören düşünsel mirasımız ve toplumsal gerçeğimizi yeniden bilince çıkarmamız insanda ısrar anlamına gelecektir. Tarihsel yaşam alanlarımızla, bir bütün olarak düşünsel-toplumsal mirasımızla, insan gerçeğimizi, anlam dünyamızı en doğal ifade ettiğimiz dillerimizle buluşmak; yeniden kendi insan gerçeğimizle buluşmak anlamına gelmektedir.
Aşk ile…
*Bu yazı daha önce Semah Dergisi’n de yayınlanmıştır.