1937’de Başbakan İnönü’nün ifadesiyle Dersim’e hâkim olmak yeterli bulunmadı, 1938’de yeniden planlama yapıldı ve Dersim tümden hedeflendi.
Başbakan İsmet İnönü, “[Dersim’de] jandarma, hükümet vaziyete tamamen hâkimdir” ve “[Dersim’de] takip edilen programa devam ediyoruz” dedi. Dersim’de hâkimiyet sağlanmış ve 15 Kasım 1937’de Seyid Rıza idam edilmiş olsa da 1938, daha kapsamlı harekât yılı olacaktı. ’38 Dersim harbi’ kararnamesine 9 Haziran 1938’de imza atıldı ve icrasına 10 Ağustos 1938’de başlandı.
Öncesinde Dersim’in mebus sayısı azaltılmış ve ardından idari sistemine son verilmişti. 23 Nisan 1920’de TBMM açıldığında Dersim’in Diyap Ağa’yla beraber altı olan mebus sayısı, sonraki dönemde ikiye indi. 30 Mayıs 1926’da Dersim vilayeti ilga edildi ve yaklaşık on yıl sonra Tunçeli vilayeti kuruldu ve 2884 sayılı Tunçeli Vilâyetinin İdaresi Hakkında Kanun’la özel bir sistem oluşturuldu. Tunçeli’nin vali ve komutanı olarak atanan Korgeneral Abdullah Alpdoğan, aynı zamanda Tunçeli, Elâzığ, Bingöl ve Erzincan’ı kapsayan 4. Umumi Müfettişlik bölgesinin de müfettişiydi. Alpdoğan, doğrudan hükümetin yereldeki temsilcisi olarak, idamı infaz yetkisine de sahipti. Oysa 1924 Anayasası’na (madde 26) göre idamı infaz yetkisi Meclis’teydi. Kanunun anayasaya aykırı olmasını Adliye Encümeni Kâtibi Raif Karadeniz (Trabzon), TBMM’de şöyle savundu: “Yalnız, memleketin yüksek menfaatini bir tarafa koyduk ve diğer tarafa da kanuni mevzuatımızı koyduk ve Teşkilâtı Esasiye Kanunu’na karşı beslenmesi lazım gelen perestiş ve hürmeti de göz önünde tutarak düşündük ve bu neticeye vasıl olduk.”
1936’dan itibaren Dersim’e harekât, müfettişlik komutasında sürdürüldü. Harekâtın 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’ye kadar icrasını değerlendiren Başbakan İsmet İnönü, TBMM kürsüsünde Dersim’e hâkim olunduğunu ve “medenileştirme programına” devam edildiğini söyledi. Zaten hedef olarak belirlenen, liderlik yeteneği olanların bir kısmının yakalanmış/teslim olmuş, bir kısmının öldürülmüş ve Seyid Rıza’nın idam edilmiş olduğu dikkate alındığında, Dersim’de hâkimiyet sorunu kökten çözümlenmiş olmaktaydı. Sadece liderlik yeteneği olanlar değil, ahalinin de katılımıyla yaklaşık 11 bin kişi teslim olmuştu. Müfettiş Alpdoğan’la görüşen Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil de teslim olması istenilenlerin listesinin köylere gönderildiğini yazmıştı. Teslim olanların yanı sıra 1936-1937’nin önemli bir diğer faaliyeti de ahaliden silah toplanmasıydı.
Dersim özelinde “vergisini vermiyordu, nüfusunu yazdırmıyordu, askerlikten kaçıyordu” gibi iddiaların harekâta gerekçe olarak sıralanması ne denli rasyonellikten uzaklaşıldığının ifadesidir. 1930’larda öne sürülen iddiaların doğruluğunu-yanlışlığını tartışmak bir yana, bu gerekçeler dikkate alınacaksa, hiç kuşkusuz Ankara, İstanbul veya İzmir’in de Dersim kadar harekât sahası olması gerekmez miydi? Verginin vaktinde ödenmemesi bugünün de sorunu değil mi? Eğer bu gerekçelerle yaşam hakkı imha edilecek olsaydı, Türkiye’de kimse kalmazdı. Sadece nüfus yazdırma-yazdırmama meselesiyle vereceğim örnek neyin hedeflendiğini ortaya koymaktadır. 11 Kasım 1938’e kadar 11 yıllık İçişleri Bakanlığı ile dönemin en “istikrarlı bakanı” Şükrü Kaya, iki çocuğunun nüfusa kaydını yaptırmadığı gibi TBMM’de sorduğunda “kayıt yaptırdım” diye mebusların elini kaldırmadığını da söyledi. Çocuğun kaydettirilmemesi bakan için normal, Dersimli için mi suç? Dersimliyi reddiye öyle bir noktaya vardırıldı ki, raporlarda ve yazışmalarda resmi olarak Dersimliye “Dağ Türkü” ve diline de “Dağ Türkçesi” denildi. Arka planda tarihi ve dili Türk’e göre analiz eden Türk Tarih Tezi’yle Güneş-Dil Teorisi vardı. 1930’ların bu iki Türkçü tezi, sonradan resmen hatırlanmaz oldu, kullanım süresi bitmiş olmalı ki rafa kaldırıldı.
“Dersim’i ıslahat” gerekçesiyle hazırlanan Osmanlı’da 18 ve Cumhuriyet’te 15 tane rapordan öğreniyoruz ki, asıl sorun Dersimlinin dili ve dinidir.
O kadar “kara propaganda” yapıldı ki, 20/21 Mart 1937’de Pah Köprüsü baskınında 33 askerin öldürüldüğünü İhsan Sabri Çağlayangil anılarında yazdı, ama kimse baskında ne olduğunu araştırmadı; yazılan doğru değildi. 17 Eylül 1937 itibariyle bir subay, 28 erle bir bekçi şehit ve 4 subayla, 1 bekçi ve 46 erin yaralı olduğunu belirten Başbakan İsmet İnönü, “İsyana iştirak edenlerden 265 maktul vardır. 20 yaralı, 27 yakalanmış ve müsademe esnasında 849 kişi teslim olmuştur” dedi.
1937’de Başbakan İnönü’nün ifadesiyle Dersim’e hâkim olmak yeterli bulunmadı, 1938’de yeniden planlama yapıldı ve Dersim tümden hedeflendi. Harekâtın niteliği Haziran’da netleşti ve Ağustos-Eylül’de icra edildi. Ne yapılacağını öneren 4.Umumi Müfettişi Abdullah Alpdoğan’dı. 1 Haziran 1938 tarihi itibariyle, Alpdoğan’ın önerisi şöyleydi: “Madde 3- Subaylara bir nefer zam tayini, erata kuvvetli gıda verilmesi, Müfettişlik bölgesinde harp hükümlerinin cari olması ve harekâtın yapılması hakkında heyeti vekile kararı ile emirlerin verilmesine müsaadelerini arzederim.” Müfettiş Alpdoğan’ın önerisini İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, hükümete iletti. Hükümet de sekiz gün sonra 9 Haziran’da “harp hükümlerinin cari” olacağı harekât için iki kararnameyi imzaladı. 2/8973 sayılı kararname harekâtın niteliği hakkındaydı: “Bir aydan fazla devam edeceği tahmin edilen Tunceli harekâtının muharebe ve müsademeleri (harp etmeyi ve çarpışmayı) istilzam edecek (gerektirecek) mahiyette ve ehemmiyette olduğu […]” Ve 2/8974 sayılı kararname de harekâta katılacak askeriyenin beslenmesiyle ilgiliydi: “Tunceli harekâtına iştirak edecek kara, hava ve jandarma birliklerine mensup erata kuvvetli tayin verilmesi için bu hareketin sefer mahiyetinde mühim hareket olduğu […]”