İstanbul-Maraş uçağı yardım ekipleriyle dolu. Bir grup doktor çalışmalara katılmak için deprem bölgesine yetişme telaşında. Yan koltukta oturan sağlık çalışanı görevli gelmiş; nereye gideceğini, ne yapacağını tam olarak bilmiyor. Hepimiz gibi o da. Şaşkınlık ve merak yüzünden okunuyor. Yanımda oturan genç uçağın kaç km hızla uçtuğunu, irtifasını falan anlatıyor heyecanla. İlk kez mi uçuyormuş diye sorduğumuzda; “Hayır, ama annem ilk kez uçağa biniyor” diye cevaplayarak yan sırada oturan annesini işaret ediyor. Annesi, baş bağını iyice yüzüne indirmiş, gözlerini kapamış, derinde duruyor. Kıpırdayan dudaklarından dua ettiği anlaşılıyor; korkuyor belli ki? Konuşkan genci yardım ekiplerinden sanmıştık; değilmiş, depremzedeymiş. Depremden hemen sonra Maraş’tan İstanbul’a gitmiş. Doğrusu abileri İstanbul’dan gelip, annesiyle birlikte alıp götürmüş.
Deprem sonrası Narlı
Oturdukları bina fay hattına beş yüz metre olmasına rağmen “çatlak bile oluşmadı” diyor rahat bir edayla. Fotoğrafçıymış, ‘‘dükkânım var’’ dedikten sonra kendini tashih edip “vardı”diye ekliyor. Düğün fotoğrafları çekiyormuş; işleri iyiymiş. “Hasar tespiti için döndük anneyle” diyor. Deprem hasarı değilmiş ama. Dükkânın camlarını kırıp, kamera ve fotoğraf makinelerini çalmışlar. “Makineler pahalı, zararım büyük” diyor.
Depremi soruyoruz, ilk günleri. İlk iki günde gelen giden olmadığını söylüyor. “Sizde, yani ailede bir sorun yok o zaman?” diye sorunca, duraklıyor. Uçağın kaç km hızla gittiğini, hangi fitte olduğunu söyleyen kişi gidiyor, yerine başka biri geliyor adeta. Yan gözle annesinin durumunu kontrol ettikten sonra, anlatıyor: “Evden hızla dışarı attık kendimizi, herkesi sorduk, iyi, sorun yok. Baktım Umut yok. ‘Umut nerede?’ dedim. ‘Köyde, dedesine gitti’ dediler. Atlayıp arabaya gittim. İki katlı ev yıkılmış. Bir kaya vardı. Dağdan kopmuş, gelmiş düşmüş evin üstüne. Kayayı yana çekip evin içine girelim dedik. Kaldırdık bir şekilde. Kaldırdık, altından Umut çıktı. Sırtüstü yatıyordu, uyanmamış hiç.”
Kendisi genç olduğuna göre yeğeni de genç olmalı diye düşündük. Acısını tazelememek için sormadık bir süre. Ama kafamızda dolanıp durdu Umut; annesinin babasının umudu. Zor da olsa sorduk. 15 yaşındaymış Umut. Uçağın penceresinden sonsuz göğe, sonsuz acıya bakarken; susuyoruz, tüm dünya susuyor sanki.
Maraş havaalanında cenaze müziği
Maraş Havaalanı terminal binasında küçük hasarlar var. Hızla tamir ediliyor; binanın yaraları sarılıyor. Fayanslar kırılmış, karolar dökülmüş, sıvalar çatlamış. “Buradan geçtim” diyor deprem, imzasını bırakmış adeta. Havaalanı içine ve dışına kasvetli bir ney üfleniyor. Evet ney, müzik yayını yani. Cenaze müziği yorumu yapıyoruz, kendimizi bir mezarlıkta hissederken. Ölüm kol geziyor havada. “İlahi” diyoruz; ilahi ‘yetkililer.’
Havaalanı önü bavul yığını. Şehirden ayrılanlar alabildikleri eşyalarını bavullara tıkıştırmış, başka şehirlere, başka ülkelere gitmek için uçuş saatlerini bekliyor. Dini bir yardım kuruluşu pilav, ayran ve çay dağıtıyor alan dışında bekleşen insanlara. Herkes kısık sesle konuşuyor. Depremde yaşadıkları, gördükleri, yani acı, susturmuş insanları. Gruplar halinde yardım ekipleri dolaşıyor ortalıkta. Çoğu yerini yeni ekiplere devrediyor. Sarılan, fotoğraf çektiren, el sallayan ne çok insan var burada. Ortam bir film platosunu andırıyor. 2. Dünya Savaşı bitmiş de askerler evlerine dönüyor sanki.
Özel güvenliğe havaalanı servisi, minibüs, taksi soruyoruz; “dışarı bakın, bilmiyorum” cevabını alıyoruz. Bu baştan savma cevaba şaşırmadık diyemeyiz; şaşırıyoruz! Dışarıda toplu taşıma araçları, hatta taksi dahi yok. Bir süre bakınıyoruz ama yok. Bizim gibi şaşkın çok insan var. Onlar da bir yerlere ulaşma çabasında belli ki. Sağa sola bakınıp duruyor herkes. Polise soruyoruz; o da özel güvenliğe yönlendiriyor. “Ama onlar da bilmiyor” deyince; “doğrudur; hepimiz dışardan görevli geldik, yerli yok, bilmiyoruz buraları” diye yanıtlıyor. Evet ‘yerli’ yok. Bunu Maraş merkeze varınca anlayacağız.
Araç yok. Gidemiyoruz. HDP yerelden bir tanıdığı arıyoruz; köydeymiş. “Sorun yok” diyoruz mecburen. Kim bilir ne derdi vardır diye düşünüp, bu küçük sıkıntımızı dile getirmeyi lüks sayıyoruz bu koşullarda. Depremin ilk gününden itibaren yardım çalışmalarında olan Ali arkadaşımızı arıyoruz. İşi çoktur diye aramamıştık başta, ama başka çare yok. “Bekleyin geliyorum” diyor. Üç saattir bekliyoruz zaten, bekleriz tabi. Beklerken, bir sonraki uçakla gelen Songül yoldaş yetişiyor bize. Ali de geliyor; AFAD bir yardım tırlarına el koymak üzereymiş, onu kurtarmaya çalışıyorlar.
Deprem sonrası Narlı
Pazarcık yerine Narlı’ya gidiyoruz. Asıl çalışma alanımız olan Elbistan ise coğrafi olarak ters yönde. Adıyaman’dan sonra elbette bir araç bulup gideriz diye düşünüyoruz oraya da. Ekibimizin diğer kısmı yolda, Elbistan’da buluşacağız bir şekilde.
Ali’yle Maraş yardım dağıtım merkezine gidiyoruz önce. Yolda çok sayıda enkaz ve hasarlı yapı takılıyor gözlerimize. Yıkılmak üzere olan bazı binalar adeta yardım istercesine, “imdat” dercesine duruyor. Kimi başını yola doğru uzatmış, devrildi devrilecek. Belli ki direniyor eğime. Etraflarında hiç insan yok, hiçbir canlı yok. Maraş, 1978’de olduğu gibi ölü şehir sessizliğinde. Şaka değil; caddelerde, sokaklarda, meydanlarda insan yok. İnsanın bağırası geliyor “neredesiniz” diye. Ama bağıramıyorsunuz. Sizden önce, “orada kimse var mı?” diye çok bağırmışlar bu mezarların başında. İçerdekiler de soğuktan donup ölmeden önce çok bağırmış, çok yalvarmışlar “bizi kurtarın” diye. Ama ‘baba’ dedikleri devlet gelmemiş üç gün boyunca. Öylece geçip gidiyoruz o dertli, o yaralı binaların yanından. Acı acı bakan pencereler, kapılar, balkonlar. Bir hiçlik tiradı gibi. Ortalık hiç olmuş. Şeyler de hiçleşmiş bu çarpık düzen gibi.
İstanbul’dan tanıdık arkadaşlarla karşılaşıyoruz toplanma yeri olan akaryakıt istasyonunda. İşyerinden kimse yok belli ki! mekanlarını hayır için bırakmışlar diye düşünüyoruz. Öyle değilmiş. Ali, işyeri sahibinin depremde öldüğünü söylüyor. Ölümün soğukluğunu hissediyoruz o binalara o eşyalara bakınca. Ölüm ve yaşam aynı çatı altında. Bir yanda ölüm, öte yanda yaşam.
Acil yaşam ihtiyaçları taksim edilip, dağıtılıyor buradan. Hummalı bir çalışma var. Güneş akşam sularına düşüyor bu arada, hava soğuyor. Ahmet sıcak ekmek getiriyor. “Açık fırın buldum” diyor sevinçle. İçimiz ısınıyor bu sıcak ekmekle. Sokakta bir arabanın sürücüsüz hareket ettiğini fark ediyor bir arkadaş. Koşup arka lastiğine takoz niyetine bir taş koyuyoruz. Kim bilir nasıl bir ruh haliyle park edildi o araba…
Bir benzin bidonu üzerinde yenen akşam ekmeği (evet, ekmeği, yemeği değil) anında anlattı Birleş. Köylere yardım götüren Vartolu Birleş. Adını tekrar ettiriyoruz; evet Birleş adı, doğru anlamışız ve Birleş dayanışmak, birleşmek için burada; ne mutlu ona. Acı bir hikâye anlatıyor: 1966 Varto depreminde 15 insanını kaybeden, o acıyla göçüp ta Maraş’ın Türkoğlu ilçesine gelip yaşama tutunan, Vartolu Sönmez ailesinden 8 kişi yaşamını yitirmiş bu depremde. 66 yıl sonra aynı dehşeti, aynı kederi, gurbette kurdukları Varto Köyünde yaşamışlar.
Narlı, nar taneleri gibi dağılmış
Narlı’da depremin izleri çok yoğun. Binalar nar taneleri gibi dağılmış ortalığa. Burada da sessizlik var. Evler kapalı. Balkonlarda bekleyen çiçekler ve az önce serilmiş hissi veren çamaşırlar ilişiyor gözümüze; bir bekleme fiili halinde her şey.
Narlı Cemevi
Cemevinin duvarları patlamış, ortalık Kerbela’ya dönmüş. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, yıkılan yan duvarın önünde kısa bir konuşma yapıyor; ‘canlara can olmaya geldik’ diyor. Yıkıntının arkasındaki iç duvarda Hz. Ali ve Hüseyin’in resmi var. Her ikisi de sevgiyle bakıyor canlara; resmin altında “Yetiş ya Ali, Yetiş ya Hüseyin” yazılı; yetişememişler.
Bahçede bir çadır kurmuş yönetim. Yoğun bir yardım seferberliği burada da gözleniyor. Konteyner istiyor insanlar, çadırlarda üşüyorlar çünkü. Dertlere deva olmak için tüm olanaklarını kullanıyor, geleni boş göndermemeye özen gösteriyorlar. Tahir başkan, bu dar ve zor zamanda çay demlemiş, misafirlerine çay ikram ediyor; ‘can lokmasıdır’ diyor.
Toplanma alanında KESK amblemi dikkatimizi çekiyor. Çadırlar arasında çocuk sesleri geliyor. Bunca yıkıntının arasında çocuk sevinci iyi geliyor. Eğitim-Sen’li öğretmenler çocukları toplamış boş bir alana, portatif bir ekran getirmişler; “Buz Devri” filmi gösterme çabasındalar. Çocuklar sesi gelmese de Sid’i görünce perdede gülüşüyorlar; belli ki izlemişler daha önce. İronik bir sahne; buz gibi havada “Buz Devri” filmi. Ses sorunu çözülemiyor bir türlü. Cemevi yıkıntısından, tozlu, topraklı bir ses cihazı getiriliyor ama film sessiz dönüyor yine. Çocuklar mutlu görünüyor ama. Öğretmenlerin mısır patlatması filmi unutturuyor çocuklara. Yüzleri gülüyor. Yanımızda duran adam “geceleri uykudan çığlık atarak uyanıyorlar, bu eğlenceler iyi oldu, gündüz de resim yaptılar” diyor, memnun olmuş ses tonuyla. “Çocuklar ölü insan resmi yaptı” diyor, yanan sobada ellerini ısıtan kadın. Ölümle yaşam, burada da içi içe geçmiş. Hangisinin başlangıcı ve sonu nerede anlamak zor. Kim bilir daha ne kadar sürecek bu yaşam ağrısı.
Gece, eksinin altına düşen sıcaklıkta, çadırlara çekiliyor insanlar. Biz de kalabalık bir grup ile geçiyoruz bir çadıra. Sadece ayakkabılar çıkarılıyor uyurken. Bir arkadaş paltosunu yastık yapıyor. Köpekler sürekli havlıyor, hiç susmuyorlar. Kim bilir ne dertleri var. Rüzgâr ve artçı depremler, çadırının incecik brandasını dalgalandırıyor gece boyunca; insan tedirgin, hayvan tedirgin, doğa tedirgin burada.