1. Haberler
  2. Dersim
  3. Ferhat’ın Hikayesi: Divaneler ve Hakikatler

Ferhat’ın Hikayesi: Divaneler ve Hakikatler

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

HAKAN ADAY

Dersim soykırımı ile ilgili adeta arkeolojik bir kazı yapıyoruz; nereye kazmayı vursak, oradan bir acı fışkırıyor. Dersim hakikati, son yıllara kadar yaşlılarımız dışında hep başkaları tarafından, yani bize uydurulmuş bilinçli yalanlar üzerinden anlatılmaya çalışıldı. Ta ki 1938’de eli kelepçeli ölüme gidenlerin sağ kalan çocukları bu hakikati bir bir yazmaya başlayana kadar. Bunların ilki Nuri Dersimi idi; sonu ise bitmemiş bir romandır hâlâ.

İşte bu ‘çocuklardan’ biri de Hasan Hayri Ateş. İsmini muhtemelen 1925’te idam edilen Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey’den almış. Kendisiyle 17 Kasım 2024’te Fransa Saint Louis Alevi Kültür Merkezi’nde tanıştık. Sunumunu yaptığım; Saint Louis AKM, Weil am Rhein Cemevi ve Dersim İnşa Kongresi’nin ortak etkinliği olan “87 Yılında Dersim 37-38” panelinin konuk yazarıydı.

Dersim üzerine kafa yormuş, Dersim üçlemesi diyebileceğimiz “Kör Kuyuda Tufan”, “Şer Zamanıydı” ve “Sis ve Gölge” romanları ile üstümüzdeki sis perdesini aralayan, kendi hakikatini arayan bir yazar. Kitaplarını biliyordum ama hiçbirini henüz okuma fırsatı bulamamıştım. Son kitabı “Sis ve Gölge”yi okumaya başladım. Kitabını ikinci kez elime aldığımda bitirmeden bırakmadım. Keşke okumasaydım dediğim de oldu, çünkü huzursuz olmuştum. Aslında Dersim’in başına gelenleri çokça dinledim, okudum ve biliyorum da ama romanda okuyunca tekrar, huzursuz oldum.

Bu roman, acılarımızla yüzleşmeyi mi sağlıyor acaba? Ya da beni rahatsız eden neydi?

Cemal Süreya benzeri bir durum için şöyle demiş: “1931 yılında doğdum, 1937’de annem öldü, 1944 yılında Dostoyevski okudum; o gün bugündür huzurum yoktur.”

Hasan Hayri Ateş’in ‘’Sis ve Gölge’’si de benim Dostoyevski’m oldu. Huzurum kalmadı. Romanı yaşadığım Basel’deki evimde okurken. Dostoyevski’nin 1876 yılında Basel’e uğradığını, Holbein’in 1521 yılında yaptığı ve göğe yükselen İsa’nın aksine mezardaki İsa’yı resmettiği “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni” tablosu karşısındaki derinliği yaşadım adeta. Geleneksel Hıristiyanlık inancını sarsan ve Dostoyevski’nin değimiyle ‘insanı dinden imandan eden’ tablo, daha sonra yazacağı ‘‘Budala’’ romanına da girecekti.

Hasan Hayri Ateş de Dersim coğrafyasında sık rastlanan budelalara (budala) gönderme olarak Divane Eziz karekterini işler romanda. Diğer Dersimliler gibi saygı atfeder.

‘’… Zamanı değilken ne diye döndün Ferhat’ım?

Ferhat ne diyeceğini bilemedi. Başını kaldırıp “Ne demek istiyorsun Pirim?” der gibi baktı ona.

Bir karga sürüsü tepelerinde gak, gak, gak diye bağırarak geçti.

Eziz başını kaldırıp karga sürüsüne baktı, ardından Ferhat a döndü. Bir şey diyecek oldu, demedi. Rengi soluktu, yanakları iyiden iyiye çökmüş, elmacık kemikleri birer yumru gibi dışarı fırlamıştı. İki kocaman göz fersiz fersiz kırpışıp duruyordu.

Ferhat bir felaket haberi almış gibi tepeden tırnağa sarsılmıştı. Yıllar sonra yuvasına dönmüş birine söylenecek söz değildi bu. Ne var ki karsısındaki gaipten haber veren bir divane olduğuna göre, söyledikleri üzerinde düşünmemek olmazdı.

Eziz, “Madem geldin, bekleme. Gölgen yuvandan eksik olmasın. Xızır hem de ceddim Qureys sana yar olsunlar,” dedi, arkasını dönüp Harçik vadisi yönünde yürüdü gitti. Çok geçmeden sırdan gelmiş de sırra yürümüş gibi gözden kayboldu.’’ (Sf. 14)

Ferhat, Libya’dan yeni dönmüş, evine gitmek için taksiye binmişken karşısına çıkan Divane Eziz’in söyledikleriyle sarsılır. Sarsacaktı; Dersim’in divaneleri, budelaları, palulları gelecekten haber verirler ve sözlerinin bir kıymeti olduğunu bölgedeki herkes bilirdi.

Hasan Hayri Ateş de bu insanları ve halkın anlattığı kerametlerini bildiğinden olmalı romanına içerik kılmış.

Budela kimdir, kime ve neden derler? Budela insanların diğer insanlardan farkı nedir? Çoğunluk deli derken, bazıları bu insanlara neden deli değil de veli derler? Ya da yazarın dediği gibi, divane.

Bir okur olarak Budela Aziz’in ağzından çıkacak sözlerden tedirgin olurken, ikinci bir tedirginliği yazar okura yine Dersim Mitolojisinde yer edinmiş olan Kara Kedi metaforundan dolayı yaşatıyor. İçimden “Ya Hızır, bu da nereden çıktı?” demeden duramadım.

38 tanığı Bêkes Hala’nın kara kedisi, Dersim’in mitoslarından birini tekrardan hatırlamamızı sağlıyor. Dersimliler bilir; kara kedi önünüzden geçtiğinde “psımlayi” (Bismillah) denilir. Uğursuzluğun, korkunun, Azrail gibi can almanın sembolü olan kara kedi ile romanda karşılaşınca bile ‘‘psımlayi’’ diyesi geliyor insanın.

Yazar, 1938’den 1980’ne göndermeler yaparak anlatıyor Dersim’i. Kara Kedi anlatısı o yüzden. Uğursuzluk kendini on yıllar sonra da güncellediği için romana giriyor Bêkes Hala’nın kara kedisi.

Peki bu uğursuzluğun, kara bulutların dağıtılması için ne yapmalı? Bu sisli ve puslu havaya karşı bir söz söylenmeyecek miydi? Yazar o sözü söylüyor elbette.

“Dövüşenler de var bu havada,’’ der Ahmed Arif. Tıpkı romanın ana karakteri Ferhat gibi. Ferhat, en çok da İmam Hatip Okulları’na gönderilen çocukları dert edinir. Ailelerden çekip alınmış Alevi çocuklar, ilim irfan öğrensin diye değil, imam olsun diye İmam Hatip Okulları’na gönderilmektedir. Kaç çocuk gönderilmişti Bolu’ya, kayıtları var mıydı, orada uzakta bu çocuklara nasıl davranılmıştı acaba? Bütün bu sorular Ferhat’ın kafasını kurcalıyordu ama şehir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Kimse bu konuda konuşmak istemiyordu. Çünkü bu ortak utanılacak bir durumdu. Divane Aziz de Ferhat’a ne yapmasını söylememiş, sadece; “Zamanı değilken ne diye döndün Ferhat’ım?” demişti. (Sf. 14)

Dersim’in acılarını, mücadelesini, şehrin üzerine çöken sisin insanlar üzerindeki etkisini anlatan yazar Ateş’in roman kahramanı, gelecek güzel günler için sisi dağıtma uğraşına girer.

Ferhat, herkesin cuntanın postalları altında ezildiği bir dönemde, kendisi ile ortaklaşacak yol arkadaşları aramaya koyulur. İnsanlarda bir sessizlik vardı, konuştukları general de olan Valinin kulağına da gitmiş olmalı ki pek ciddiye almasa da ilk uyarıyı mahallenin bakkalından almıştı.

Şehre hâkim olan korkuya kapılanlar da vardı. Toplumsal değerler biçim değiştiriyordu, ortak değerler zedelenmiş yerini bireysel değerlere bırakmıştı. Modern denilen cumhuriyet onlardan yeni bir nesil istiyordu. Şehir sadece cunta ile kuşatılmamıştı. Askeri törenlerin yanı sıra Sünni İslam politikaları da Alevileri asimile etmek için devredeydi. Topyekûn bir saldırı vardı. Cunta döneminde Ferhat Libya’daydı; bazı şeyleri yaşamadığı için şanslıydı aslında ama şehre dönünce general valinin gölgesini herkes gibi o da hissedebiliyordu.

Ne yapacaktı Ferhat? Bazı arkadaşları şehri terk etmeyi planlarken, o şehirde yaşamaya karar vermişti. Eşi Haskar’ın tüm uyarıları boşunaydı sanki. Tek başına olsa da bir şeyler yapabileceğine inanıyordu.

Ferhat ideallerinin peşinden gitmeye karar vermişti artık ama general valinin de dikkatlerini üzerine çekmişti.

Hasan Hayri Ateş romanını, faili meçhul cinayetlerle anılan Beyaz Toros’la bağlar: “Ferhat Kızılbayır, bak tan ağardı, gecenin sonunu gördün işte. Şimdi seni evine bırakabiliriz,” (Sf. 258) der işkenceci polis.

Ferhat’ın Hikayesi: Divaneler ve Hakikatler
Yorum Yap
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin