”Ayıptır, Zulümdür, Cinayettir”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

‘’Ölülerimiz güneş altında kaldılar.

Sonbaharın çürümüş otları, yaprakları

Ve yıkıntılarının altında kaldılar.

Öyle bir kanun çıkmış ki;

Baba ile oğulun ölüm yemeği

Aynı kapta pişecekmiş.

Zalim bıçağı almış eline,

İnsanların arasına dalmış

Hayvan keser gibi kesiyor insanlığı!

Dur kâfir!

O kestiğin insandır, davar değil,

Ey zalim!

İnsan hayvan gibi kesilemez ki!’’

Zerdê Ana

Seyid Rıza’nın Kızı Leya Ağar’ın anlattıkları: ‘’Devlet babama bir bavulla birlikte bir de kâğıt göndermişti. Kâğıt­ta, “Yumağını çöz, çocuklarını bu bavu­la koy. Deşt’e uçak indireceğiz ve sizi dosdoğru Ankara’ya götüreceğiz diye yazmışlardı. Babam kabul etmedi. “Ben rüyamı gördüm! Rüyamda ben ölüyo­rum Atatürk ise başımı okşuyor. Elini ittim, dedim: Sen, Selanik’ten benim canımı almak için mi geldin? Küçücük masumları kayalardan atıp, Alevilerin kökünü mü kazıyacaksın? Ben o ma­sumların davasını sürüyorum. Bu dava Kerbela’ya varır. Ben Atatürk’ün tek lok­masını yemem” dedi. O bavulu bizimle birlikte Laçinan deresine getirdi ve ora­da yaktı.’’

‘’Derken önce ağır makineli tü­fek ateşe başladı, “Şak, şak, şak, şak!” biraz ateş ettikten sonra baktılar ki kurşun dereyi almıyor, bu kez de başka bir silahla ateş etiler. O silahın ardından bomba atmaya başladılar. Bombalar gelip yanımıza düşüyordu. Yumuşak toprağa isabet eden bombalar patla­mıyorlardı; fakat sert toprağa isabet eden bombalar öyle bir patlıyordu ki toprak havaya serpiliyor ve dere bom­ba sesi ile inliyordu. Bombalar da işe yaramadı. Biz orada bekliyoruz. Sonra değişik kurşunlar vardı. Artık beşli midir, ağır makineli midir, bilemiyorum. Yeni­den ateş başladı, “Şak, şak, şak, şak!” O ateşten sonra herkes bağırıp çağırmaya başladı. “Vay! Vay anam! Vay babam!” dediler ve yuvarlanıp düştüler. İşte, on­dan sonra herkesin sesi kesildi. Kimse­den ses çıkmadı. Sonrasını bilmiyorum. Neydi? Çocukların üzerinde mavi bir boya vardı. Çocuklar masmaviydi. Üç gün boyunca cesetlerin altında kaldım. Tanrım! Uyandığımda “anne!” diye ba­ğırıp çağırıyorum fakat kımıldayamıyo­rum. Annemin üstüne üç, dört kadın düşmüş. Ölmüşler! Deredir! Taş kesil­mişler, nasıl kımıldayabilirim ki? Gücüm mü var? Orada bağırıp çağırdım ve öy­lece kaldım. Nasıl olmuşsa uyuya kalmı­şım, hatırlamıyorum.’’

Seyid Rıza ve yol arkadaşlarına idam veren Savcı Hatemi Şahamoğ­lu’nun ‘’Neden isyan ettin?’’ sorusuna, Seyid Rıza ‘’Kırılan testi, dökülen sudur’’ karşılığını vermiş. Kızı Leyla’nın anlat­tığı bu korkunç katliama işaret ediyor olmalı.

Çünkü devlet başından beri tes­tideki suyu içmek istememiş, testiyi kır­mayı, parçalamayı hedeflemişti. Yazılan raporlardan ve verilen demeçlerden de bu anlaşılıyordu zaten.

Mustafa Kemal Dersimi vura­cağız dedi, vurdu…

Mustafa Kemal ‘’İçişlerimizdeki en önemli bir safha varsa, o da Dersim soru-unudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip kopar­mak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler veril­melidir’’ diyerek, kanlı bir harekatın yol haritasını çizecekti.

Dersim Soykırımı, başta Mustafa Kemal olmak üzere, dönemin tüm dev­let ve hükümet yöneticilerinin bilgisi ve emir dahilinde gerçekleşecekti.

Celal Bayar da “Ey Dersim halkı, eğer silahlarınızı terk ederseniz sizin için kollarımız hazırdır. Merhametimiz bü­yüktür, fakat gazabımız daha büyüktür. Dilediğinizi seçmek sizin elinizdedir” bildirileri dağıtmıştı. Oysa Dersimliler devletin istediği silahları vermiş, hatta askerler topladıkları silahları eşek ve katırlara yükleyerek taşımışlardı. Ama zaten dert Dersimlilerin elindeki üç beş tüfek değildi.

Devletin gerek asker gerek sivil aktörlerinin ortak fikri Dersim’i vurmak­tı. Çünkü onlara göre ‘Yavuz’un, 40 bin Kızılbaş’ı kesen garezi Dersim içlerine girememişti.’ Yavuz Selim’in garezinin nasıl cereyan ettiğini Anadolu’da yaşa­yan tüm Aleviler bilir elbet.

“Niçin yurdumuzun orta yerin­de bir ‘Dersim’ kaldı ve bizi hâlâ uğraş­tırıyor.” Kemalist kalemşor Naşit Hakkı Uluğ, “Tunceli Medeniyete Açılıyor” isimli kitabını bu cümleyle açıyor. Zih­niyet ve yaklaşım aynı. Bu Oryantalist yaklaşım, Dersim’i ‘ortaçağ karanlığın­da kalmış’ egzotik bir diyar olarak algı­lıyor.

Elazığ İstiklal Mahkemesi Sav­cısı Hatemi Şahamoğlu ‘’Dersim çapul, silâh ve serkeşliktir. Tunceli emek, çapa ve huzurdur. Dersim esirlik ve koyu bir cehalettir. Tunceli kendi varlığını öğren­me ve buna inanarak kendine bir kıy­met vermedir. Dersim mağara ve çadır hayatıdır. Tunceli üstünde elli kilometre sür’atle otomobiller koşan yol’’ diyerek, tarif ettiği egzotik ülke Dersim yerine, modern Tunçeli’ni uptade ediyordu.

Savcının yaklaşımında, Edvard Said’in kavramsallaştırdığı Şarkıyatçılık semptomları görülüyor. Kemalist elitin medeniyet götürüyoruz safsatalarına en iyi örnek üsteki pasajdır. Dersimi kötüleyen ve kendilerinin uydurduğu Tunçeli ismi aurasında oluşturmaya ça­lıştıkları bir yaşam merkezi.

1900’lerin başında pik yapan modern milliyetçilerin dünyayı anlama ve anlamlandırma zihniyetinin dışa­vurumu bunlar. Kendilerini ‘modern ve batıcı’ gören bu yönetici elit, 108 kez gidip kapılarında sefil düştükleri Dersim’i, bütün riskleri göz önüne alıp vurmanın ön cümlelerini kuruyorlar sadece. Zaten 1935’te özel bir Tunceli Kanunu çıkararak katliamın programı­nı da yapmışlardı. Dönemin cumhur­başkanı Mustafa Kemal “sorumluluğu üstüme alıyorum, Dersim’i vuracağız” demesi bu zihniyete işarettir. Sabri Çağ­layangil’in deyimiyle ‘kanlı bir hareket olmuştu.’

Dersimin lideri Seyid Rıza

İçişleri eski Bakanlarından Şükrü Kaya 18 Kasım 1931 tarihinde Başbakan İsmet İnönü’ye bir rapor sunar. Rapor­da, Seyid Rıza için ‘’Bu adam, kesin ön­lem alınmazsa, geleceğin, Dersim için hazırlanmış şefidir’’ der. Seyid Rıza’nın liderlik vasıflarını keşfeden Kaya, önlem alınması gerektiğini düşünür.

Devlet uzun yıllar Seyid Rıza’yı izler. Onun Dersim toplumu üzerin­deki etkisini tartar. Teklif edilen millet­vekilliğini dahi geri çeviren bu adam, hem Dersim’de hem de Kürdistan’da ilgi odağı olmaya devam eder. Devle­tin bazı gizli belgelerine göre, Seyid Rıza, başkanlığını ünlü aydın Celadet Bedirhan’ın yaptığı ve Suriye’de kurul­muş olan Hoybun (Xoybun) örgütüne de üyedir. Şair Osman Sebri, Celadet Bedirhan’ın kaleme aldığı (1926 yılı) ve Seyid Rıza’ya iletilmesini istediği bir mektupta, Hoybun’un, örgütlenmekte olan Ağrı Dağı İsyanıyla ilgili fikir sordu­ğunu yazar.

Şükrü Kaya’nın, devlete işaret ettiği ‘Dersimin şefi’ Seyid Rıza’nın bu duruşu ve itibarı, şer odaklarının gö­zünden kaçmaz. 1930 yılında Hozat’a görüşmeye çağırdıkları oğlu Bıra İbra­him’i öldürtürler. Sonra en yakın dostu, Koçgiri ve Dersim’in akil adamı Alişêr’i yerel işbirlikçilere öldürtürler. Şahin Ağa’nın da bertaraf edilmesinden son­ra sıra Seyid Rıza ve ailesine gelir. Hika­yenin bu kısmı biliniyor. Laçinan Dere­sine sığınan ailenin neredeyse tamamı vahşice öldürülür. Seyid Rıza’nın kızı Leyla’nın tanıklığını yukarıda okuduk. Yani ‘’Kırılan testi, dökülen sudur.’’

Seyid Rıza, 10 Eylül 1937 tarihin­de, gece saat 22 sularında, Hemê Boği ve Rızê Berti’yle çıktığı Erzincan yolun­da, yanında yakalanır.

Eylül 1937’de Elazığ İstiklal Mah­kemesi’nde (o tarihlerde adı değişse de) yapılan hukuk dışı duruşmalarda 72 kişi yargılanır ve 7 kişi idam edilir, diğer insanların bir kısmına berat, bir kısmı­na ömür boyu ceza ve bir kısmına da sürgün cezası verilir. Mahkeme Türkçe bilmeyen sanıklara çevirmen dahi te­min etmemiş, mağdurlar verilen idam kararını dahi ‘’İdam çino, idam çino – İdam yok, idam yok’’ diyerek sevinçle karşılamışlardı.

Seyid Rıza, Demenanlı Hasan, Kureşanlı Hasan, Kureşanlı Seyid Hüse­yin, Kalanlı Mirza Ali, Yusufanlı Fındık ve Resik Hüseyin’e verilen idam cezaları 15 Kasım 1937’de infaz edilir.

Elazığ İstiklal Mahkemesinden yargılanıp, berat eden dönemin ünlü muhalif milletvekili Erzurumlu Hüseyin Avni Ulaş, hayretini şu sözlerle dile ge­tirir: ‘’Bu mahkeme çok namuslu insan­ları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı’’ diye tepki göstermişti.

Dersim’de neler oldu…

Dersim’de 1937 ve 1938’de ya­şananların Birleşmiş Milletlerin soykı­

rım kriterlerine göre bir soykırımdır ve dünyada eşi benzeri ender görülen trajediler yaşanmıştır. Soykırım tabirini 1944 yılında dünya literatürüne sokan Lemkin’in belirttiği tüm kriterlerin Der­sim’de yaşanmıştır. Soykırım kelimesini literatüre (genocide) geçiren Lemkin, Ermeni ve Yahudi katliamlarından bah­sederken Dersim’den bahsetmez. İhti­malen haberdar değildi.

Dünya kamuoyu, Nazilerin Ya­hudi ve Çingenelere karşı uyguladığı soykırımı bilir. Genellikle bu soykırımda (holokost) kullanılan o dehşet verici gaz odaları konuşulur. Oysa kimyasal gaz­ların soykırım amaçlı kullanılması, ilk olarak 1937-38 yıllarında Dersim’de ya­pılmıştır. Ama Dersim’in sesi neredeyse hiç duyulmadı. Çünkü Kemalist iktidar oraya ‘medeniyet götürdüğünü’ ve orada yaşayan feodal beylerin de buna direnç gösterdiğini kamuoyuna dikte ediyordu.

O yıllarda Dersimlilerin sesle­rini duyuracağı iletişim araçları yok­tu ve dünya bu katliamdan bihaber kaldı. Türk basını da ya olayı tercihen görmedi ya da baskı ve sansür altında olduğundan dolayı yaşanan vahşeti yazmadı.

Dersim’de zehirli ve boğucu gazların kullanıldığını ilk kez Nuri Dersi­mi 1952 yılında Suriye’nin Halep kentin­de bastığı Kürdistan Tarihinde Dersim isimli kitabında yazdı.

Fakat Dersimi’nin yazdığı bir çok konu gibi, bu da pek dikkat çekmedi. Bu mesele yıllar sonra, Kemal Kılıçda­roğlu’nun dönemin Malatya Emniyet Müdürü olan ve Dışişleri Eski Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le yaptığı bir röportajla gündeme geldi. İnternete de düşen ses kaydında Çağlayangil; ‘’Neticeyi söylüyorum. Mağaralara ilti­ca etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bun­ları fare gibi zehirledi ve yediden yetmi­şe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu’’ demişti.

Yine dönemin başbakanlarında Refik Saydam, Mareşal Fevzi Çakmak’a yazdığı gizli ibareli bir telgrafta, Der­sim’de halka karşı zehirli gazların kulla­nıldığını, ‘bir hekim olarak bunu doğru bulmadığını’ söylüyordu.

Burada şu soruya da cevap bulmamız gerekiyor; o tarihlerde Tür­kiye’de kimyasal gaz üretecek bilgi ve teknoloji olmadığı düşünülüyor. Bu duruma ait her hangi bir veri de yok eli­mizde. Dolayısıyla bu gazları Türkiye’ye hangi ülkenin verdiği bilinmiyor hala. Şöyle bir soru sorabiliriz: Dersim’de devlet tarafından gerçekleştirilen soy­kırım suçuna hangi ülke dolaylı olarak ortak oldu?

Etnik ve kültürel farklılıklar; top­lumların ve devletlerin zenginliğidir. Bu zenginlikleri korumak ise toplulukların birbirilerine karşı tutunacakları hoş görü tavırları ve yasa yapıcıların koru­macılığıyla güvence altına alınabilir. Her türlü kültürel farklılık (din, dil, ırk vb) anayasa güvencesi altına alınmalıdır. Türkiye’de toplumsal barışın sağlan­ması için tüm farklılıklara eşit yaklaşan bir anlayışa ihtiyaç vardır. Maalesef bu güne değin böyle bir anlayışla karşılaş­madık. Türkiye’nin insan hak ve hürri­yetlerine saygılı demokratik bir sisteme ve bu sistemin yürütücülerine ihtiyacı vardır.

Dersim İçin Kronolojik Bilgi…

Dersim, I. Meclis’e altı vekil gön­derir. Bunlar Mustafa Zeki Bey Saltık, Hasan Hayri Kango, Ahmet Ramiz Tan, Abdülhak Tevfik Gençtürk, Diyap Ağa Yıldırım ve Mustafa Öztürk. Ancak Se­yid Rıza milletvekilliği istemez.

Hasan Hayri Bey 23 Kasım 1925’te Şeyh Said hareketine destek verdiği gerekçesiyle Elazığ’da idam edi­lir.

1933 yılında, devlet, Rayberê Qop’u kullandığı bir planla, Seyid Rı­za’nın oğlu Baba İbrahim’i, Hozat’ta yaptığı resmi görüşmeler dönüşünde öldürtür. Seyid Rıza, devlete yazdığı bir mektupta, cinayeti Hozat Kaymakamı­nın organize ettiğini ima eder.

21 Mart 1937 tarihinde, Hayda­ran ve Demananlar tarafından yapılan Pax köprüsü baskınından sonra, içinde Seyid Rıza’nın da olduğu yedi aşiret li­deri, askeri harekete karşı durmak için, Halvori’de Munzur suyu üzerinde ye­min ederler.

26 Nisan 1937 tarihinde öncelik­le Seyid Rıza’nın yaşadığı bölge bom­balanır. Seyid Rıza kendi bölgesini terk ederek, Laçinan bölgesindeki Bırdo or­manlarına sığınır.

Ancak ihbar edilir ve 17 Ağustos 1937 tarihinde eşi çocukları ve torun­larıyla birlikte toplam 30 kişi katledilir. Seyid Rıza ve üç arkadaşı olay yerinde olmadığı için kurtulur.

T.C. Genel Kurmay belgelerine göre Seyid Rıza, 10 Eylül 1937 tarihinde, gece saat 22 sularında, silahsız ve iki arkadaşıyla beraber, Erzincan jandar­masına teslim olur. Devlet kaynakları Seyid Rıza’nın teslim olduğunu söylese de yerel kaynaklar, Erzincan valisinin görüşme talebine istinaden Dersim dı­şına çıktığını ve yanında da Hemê Boği ve Rızê Berti’nin olduğu söylenir.

Eylül 1937’de başlayan göster­melik yargılama sonucu Seyid Rıza ve 6 yol arkadaşına (biri oğlu) idam cezası verilir. 15 Kasım 1937’de de idamlar Ela­zığ Buğday Meydanında infaz edilir.

İdamları gerçekleştirmek için orada bulunan İhsan Sabri Çağlayangil, Seyid Rıza’nın son isteği olan ‘’Beni oğ­lumdan önce asın’’ talebinin kabul edil­mediğini ve önce oğlu Resik Hüseyin’in darağacına çekildiğini tarihe not düşer. Aynı tanıklığa göre Seyid Rıza’nın, idam sehpasına çıkarken ‘celladı bir kenara itip, boş olan meydan insanlarla doluy­muşçasına, Kerbela evladıyız, hatasızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir diye haykır­dığını ve infazını kendisi gerçekleştirdi­ğini’ anlatır.

JENOSİD – SOYKIRIM

Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerle­rinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçe­vesinde ve özel bir kastla yok edilmeleri anlamına gelmektedir. 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSE­CS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. (Vikipedi)

”Ayıptır, Zulümdür, Cinayettir”
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA