Dünya Kan Akan Munzur’un Sesini Duymadı…

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu.

İnsanlık tarihi ne yazık ki cinayetler, katliamlar ve soykırım hikayeleriyle doludur. Havva ile Âdem’in çocukları arasında başlayan kardeş kavgası çağlar boyu sürecek bir cinayetin suflesi oldu. Kâbil’in Hâbil’e vurduğu ‘hançer’, Cemal Süreya’nın dizesiyle ‘iki ciğer arasında bağlantı kuran’ bir yaraya dönüştü.

Amerika kıtasında ‘beyaz adamların’ Kızılderili yerlilere uyguladığı soykırım ile  İngilizlerin, Aborjinlereyaptığı soykırım hala lanetlenmekte.

İnsanlığın daha yakın tarihinde ise Nazilerin Yahudi ve Çingenelere yaptığı katliamlar hatırlanır. Sayısız film ve kitabın yazılarak lanetlendiği holokost, Almanların özür dilemesiyle bir nebze acıları dindirmiş oldu.

İnsanlık tarihinin yüz karası olaylarında biri olan Dersim katliamı ise bu oranlarda görülmedi, duyulmadı. Çünkü o yıllarda Dersimlilerin (Kürtlerin) seslerini duyuracağı iletişim araçları yoktu. Dönemin iktidar erkleri el birliğiyle bu katliamı yapıp üstünü kapattılar. Dünyada eşi benzeri az bulunan bir zalimliğe imza attılar. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadılar. Munzur’un günlerce kan aktığını bilen az oldu.

Yakın geçmişte Dersimli gençlerin büyük kısmının gönül verdiği Sovyetler Birliği Komünist Partisi bile eğilip Dersim’in yarasına bakmadı.

1937 yılında Türkiyeli bir komünist tarafından, Komitern’in yayın organı Rundshan için şu yazı kaleme alınmıştı; ‘’İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor.  Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti.  Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.’’

1938 katliamından yaklaşık 30 yıl sonra Dersim’de siyasi faaliyet yürüten sosyalist yapılar da Dersim katliamına dair  (istisnalar hariç) bir anma, bildiri, miting vb çalışma yapmadılar. Bunun sebebinin yukarıdaki bakış açısıyla alakalı olup olmadığı araştırmaya değer görülüyor.

Dersimlilerin yas günü: Roza Şaê – RojaReş…

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık olaylarından birisi olan Dersim 1938 kırımının yapılmasına karar verildiği 4 Mayıs 1937 tarihi, ‘roza şaê – yas günü’ olarak anılıyor.

Dersimliler, 60 binden fazla insanın katledildiği, Munzur nehrinin kan aktığı bu kanlı tarih üzerinden 81 yıl geçmesine rağmen gerçek bir yüzleşmenin yapılmasını bekliyor.

Dersim’de 1937 ve 1938’de yaşananlar Birleşmiş Milletlerin ilgili kriterlerine göre bir soykırımdır. Soykırım (genocide) tabirini 1944 (ve 1948) yılında dünya literatürüne sokan Lemkin’in belirttiği tüm kriterler Dersim Katliamında uygulanmıştır.

Dersim, Alevilerin Rıza Şehri…

Kadim Dersim coğrafyası, Kürt (Zaza – Kurmanç) yoğunluklu bir nüfusa sahip olsa da, Süryani, Ermeni ve Türklerin de yaşadığı bir halklar bahçesiydi. Devletin baskıcı uygulamalarından kaynaklı (Ermeni katliamında olduğu gibi) bu sosyal çeşitlilik büyük oranda dağıtıldı ve kayboldu.

Fakat yine de Anadolu ve Kürdistan Alevileri için ‘anavatan’ imgesi taşıyan Dersim, 72  millete bir nazardan bakan bir inanç felsefesinin yaşamı şekillendirdiği bir ‘rıza şehri’ olarak, kültürel zenginliğimizin parçası olmaya devam ediyor hala.

Otoriteye baş eğmeyen, bağımsız ve özgür olmayı yaşam şekline dönüştüren Dersim, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar hemen tüm iktidarlar tarafından operasyon yapılması gereken bir coğrafya olarak anıldı.Bu düşüncelerini ‘Dersim bir çıbandır ve derhal kesilmesi gerekiyor’ ifadesiyle rapor etmişlerdi. Bu ‘çıban’ görülme halinin Osmanlıdan günümüze pek de değiştiğini söyleyemeyiz.

Padişahların hakim olmak için ferman çıkardığı, Şeyhülislamların ‘katli vaciptir’ dediği Dersim’e (Tunceli) yapılan askeri operasyonların sayısı dahi bilinmiyor. 1907, 1908, 1909, 1916, 1926, 1930, 1931, 1935, 1937 ve 1938’de büyük çaplı on askeri harekattan bahsedilebilir. Dersime açılan bu savaşlardan 1926 tarihli Kocan Direnişi ile 1930 yılında cereyan eden Pülümür Hareketi, Dersim katliamının artçıları olarak görülebilir.

Yapılan tüm askeri operasyonlar başarısızlıkla sonuçlanmasından kaynaklı‘sel seferlerinden’ dönen askerlerin ‘’Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz’’ sözü bu ‘başarısız’ seferlerden sonra kavramsallaşacaktı.

Yavuz Sultan ve Şah İsmail savaşında Dersim…

1800 yılında Dersim ve Kürdistan üzerine sefere çıkan Gürcü Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa, Dersim aşiret liderlerinden 150‘sini Erzincan’a görüşmeye çağırıp, tümünün kafasını keserek katlrtmişti. (Bkz. M.Bayrak)

Yusuf Paşa, hac ziyareti dönüşü Harput Maden bölgesine gelip oradan özellikle ‘’Rafızi Ekrad/ Kızılbaş Kürt’’ dediği ve Seyid Rıza’nın da bağlı olduğu Şeyh Hesananlıları vurmuştu. Paşa katliamlarını meşrulaştırmak için de Dersimlilerin ‘oruç ve namaz gibi İslam esaslarını inkar eden, dinsiz ve sapkınlar olduklarını’ söyler.

Şakir Paşa, 1899 ‘‘Dersim’de Nakşibendi tekkelerinin kurulması ve Nakşi Şeyhlerinin atanması’’ gerektiğini rapor etmiş payitahta. Padişah da Kürtçe bilen Nakşi şeyhlerinbölgeye gönderilmesini ve bu şeyhlerin maaşlarının da gizli ödenekten karşılanmasını emreder.

Günümüzde de Sünni devletin, kendi Alevi dedelerini yaratıp, toplum içinde ikilik yaratma çabalarının olması bu ilhak geleneğinin sürdürülüyor olduğuna dair gösterge niteliğindedir.

Yine, Abdülhamit tarafından Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için görevlendirilen Alman Van Der Goltz da Dersim’e milyonlarca Müslümanın yerleştirilmesini önerir.Ama bu düşünce de sosyolojik değişim yapacak oranda pratik bulanmaz.

Dersimi ilhak ve asimile etmek için yapılan program ve saldırılar ne ilk ne son olacaktı. Savaşla kazanamayanlar, Dersim’i barajlar aracılığıyla yok etmenin olanaklarınıaramaya başlamıştı. Osmanlı devlet adamları ta 1896 tarihinde bir siyasi proje olarak, Dersim’de barajlardan bahsederler.

Zeki Paşa, Babıâli’ye gönderdiği ‘Dersim Islahatı Hakkında Layiha’da ‘’Halkın birbiriyle irtibatını kesmek için kordon ve karakollar kurulmalı’’ önerisi yapmış. Yani ta 1896’da bölgenin coğrafi yapısını deforme edip, demografik yapıda tahribat yaratmak için projeler yapılmış. Bugün güncel olan Munzur Barajları problemine buradan bakmak daha objektif sonuçlara götürebilir bizi.

Sünni Kürtler Yavuz’un saflarında…

Jandarma Komutanlığı adına hazırlanan gizli ibareli ‘’Dersim’’raporunda ise “Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük” denilmektedir. Görüldüğü gibi Alevilerin makus tarihi değişmiyor hiç. Kendisine dair hep bir saldırı planı yapılmıştır. 1935 yılında çıkan Tunceli Kanunu’nu da buradan okumalı.

Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in liderliğinde yaşanmış olan Çaldıran Savaşı Kürdistan tarihinde önemli bir yer tutar. Sünni Kürtler çoğunlukla Yavuz Sultan Selim saflarında yer alırken, Alevi Kürtler ise tercihlerini Şii olan Şah İsmail’den yana yapmışlardı. Bu ittifak sonucunda olarak Sünni Kürt beyleri 1514 yılında imzalanan Amasya Anlaşması gereğince özerklik alırken, Alevi Kürtler ve Alevi Türkmenlerin payına da Yavuz’un keskin kılıcı düşmüştü. Yavuz Selim, 40 bini aşkın Alevi’yi kılıçtan geçirerek, tarihin en büyük katliamlarından biriyle anılacaktı. Katliamdan kurtulan Aleviler ise ‘şaha gidecek kapı bulamayıp’, dağları mesken tutup yeni ve zorlu bir yaşamın kapılarına düşecekti.

19.yy kadar çeşitli beylik ve sancaklar altında yaşayan Kürtler daha sonra siyasallaşmanın etkisiyle ulusal taleplere yönelmiş ve isyanlarla sosyo-politik taleplerini görünür kılmaya başlamışlardı. Bu süreçte Aleviler ise inançlarını dağların kuytuluklarında bir sır gibi saklayıp, yol süreğini, zarar görmüş olsa dagünümüze değin taşıyacaklardı.

Türkiye Cumhuriyet’i, Alevi politikasını Osmanlı kadar şiddet güderek yapmasa da, bin yıllı aşkın bir sürede oluşan Alevi düşmanlığını da kolay kolay hazmedemedi. Dersim katliamında sonra da, Maraş, Çorum örneklerinde olduğu gibi Aleviler benzeri nefret söylem ve pratiklerle karşılaştı. Günümüzün Şeyhülislamlığı gibi çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevilere karşı çifte standart uygulamaya devam ediyor.

Kürtler, Türklerle birlikte yaşamayı tercih etmişti…

23 Nisan 1920′de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kürtlerin de meclisiydi. Mustafa Kemal’in okuldan arkadaşı olduğu söylenen Dersim vekili Hasan Hayri Bey, Lozan görüşmeleri yapıldığı 1923 yılında şal û şepiklerini giyip mecliste birlik, beraberlik konuşması yapmıştı. Çünkü Büyük Millet Meclisi Kürtlerin de meclisiydi. Onun için dönemin Kürt milletvekilleri (sayılarının 70 kadar olduğu söylenir) Lozan’a telgraf çekip Türklerden ayılmayacaklarını, Türkiye’nin ortak vatanları olduğunu dünyaya deklare edip, bağımsız Kürdistan’ın yolunu kendi elleriyle kapatmışlardı.

Nuri Dersimi’nin aktardığına göre, Dersim mebusu Hasan Hayri Bey ‘Mecliste konuşunca Mustafa Kemal Paşa çocuklar gibi ayaklarını yere vurarak, beni çılgınca alkışladı’ demişti. Hasan Hayri bu konuşmasından iki yıl sonra yargılanmış, mecliste giydiği Kürt ulusal giysileri bahane edilerek  23 Kasım 1925’de idam edilmişti. Mustafa Kemal 1926’da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte 60 Kürt liderini darağacında sallandırdım dediği yıllardı.

Teâli Cemiyeti ve Dersim…

Türklerle birlikte yaşamak fikri 1918 yılında kurulanve bir şubesi de Dersim/Hozat’ta olan Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin bölünmesine neden olmuştu. Başkan Seyit Abdülkadir, bağımsızlık yanlısı üyelere ‘Türk kardeşlerimizi bu zor dönemde yalnız bırakmak Kürdün şanına ve şerefine yakışmaz’ diyerek karşı çıkmıştı. Kimi kaynaklara göre Jön Türklerin kendilerini aldattığını fark eden Danıştay eski başkanı da olan Seyit Abdülkadir, İngilizlerle ilişkilenmişse de tarih yapımına ve yazımına geç kalmış, 1925’te o da idam edilmişti.

Yine Lozan görüşmeleri sürecinde Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, meclis kürsüsünden ‘Ben Kürdoğlu Kürdüm’ diye konuşunca, Mustafa Kemal, ‘Bu vatan Türk ve Kürtlerin ortak vatanıdır’ diye onu destekler mahiyette konuşma yapmıştı.

Yusuf Ziya Bey’in de tıpkı KTC Başkanı Seyit Abdülkadir ve Hasan Hayri gibi aynı hazin sonla karşılaştığını hatırlayalım. Yusuf Ziya Bey’in de tıpkı Seyid Rıza gibi, asılmadan önce ‘dik durduğu’ tarihe düşülen notlar arasındadır. GaroSasuni’ye göre son sözleri şöyledir: ‘’Bize mevki ve rütbe bahşetmek suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi içindeydim. Şükür Allah’a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı biz hiç pişman değiliz.’’

Koçgiri isyan ediyor…

Görüldüğü gibi Kürtler, tercihini Türklerden yana yapmışlardı ve kurulan yeni devlet kendilerinin de kurucu ortağı olduğu bir cumhuriyetti. Hilafetin kendilerini düşman gören siyasetinden bıkmış, usanmış olan Kürtler, kurgulanan cumhuriyet sistemine olumlu tepki vermişlerdi. Ancak cumhuriyete olan sempati, inkar ve hak ihlalleriyle sekteye uğratılınca, Kürtler ilk tepkilerini Koçgiri Ayaklanmasıyla vermişlerdi. Dersimi ve siyasal hayatını anlamak için, ‘Koçgiri Milli Hareketi’ne bakmak gerekiyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde birlikte yaşamayı savunan Kürdistan Teâli Cemiyeti, 22 Aralık 1918’de, Hürriyet ve İtilaf  Partisi’yle ‘Kürdistan’ın özerkliği’ için anlaşma bile imzalamıştı. Fakat  İmparatorluğun hızla çöküş sürecine girmesi bu anlaşmanın pratik değerinin oluşmasına olanak vermemişti.

KTC, Daha sonra Jön Türklerin inkar politikalarına karşın, ilk tepkiyi Koçgiri üzerinden verecekti.Bu süreçte ortak vatan olarak savunulan Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanma yoluna gidilmesi ve Sevr Antlaşması’nda Kürt yerleşim yerlerinin Ermenilere bırakılması olasılığı Koçgirilileri tedirgin etmişti.

Hem Hozat’ta (Dersim) hem de Koçgiri’de şubeleri olan KTC, Alişan ve Haydar beylerin öncülüğünde Alişêr efendi ve Baytar Nuri’nin propaganda faaliyeti eşliğinde siyasal örgütlenmeye gitmişlerdi.Alişêr Efendi derneğin yayın organı olan Jîn – Yaşam ve Kürdistan dergilerini bölgede ulusal bilinç uyandırmak için halka dağıtıyordu.

21 Mart 1921 tarihinde, yani bir Newroz gününde ‘isyan ateşi’ yakılmıştı.Koçgiri isyanı, Alevi Kürtlerin yakın tarihteki en büyük siyasal eylemi olarak tarihe not edilecekti. Kısa sürede büyük başarı sağlayan ayaklanma sonucu ‘Geçici Koçgiri Hükümeti’ de kurulacaktı. Ancak bölgeye gönderilen Nasihat Heyeti’nin ‘taktiksel oyalamasıyla’ isyan zamana yayılmış, daha sonra da Dersim’de beklenen savaşçı grubun kış şartlarından dolayı alana intikal etmemesi hareketi yenilgiye uğratmıştı.

Sakallı Nureddin Paşa’nın komutanlığında bölgeye gönderilen Merkez Ordusu ve Topal Osman çetesi “Koçgiri’yi bir daha isyan edemeyecek bir hale sokmak yahut bu aşireti şimdi olduğu bu sahadan kısım kısım uzaklaştırıp dağıtmak” için taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamıştı.Koçgiri ayaklanmasının ideologlarındanAlişêr Efendi ve Nuri Dersimi, Dersime sığınacak, 16 yıl boyunca burada siyasal faaliyetlerini yürüteceklerdi.

Müfettişler Dersim’de baraj ve katliam istiyor…

’Osmanlı devlet adamları ta 1896 tarihinde bir siyasi proje olarak, Dersim’de barajlardan bahsederler. Zeki Paşa, Babıâli’ye gönderdiği ‘Dersim Islahatı Hakkında Layiha’da ‘Halkın birbiriyle irtibatını kesmek için kordon ve karakollar kurulmalı’ önerisi yapar. Bölgenin coğrafi yapısını deforme edip, demografik yapıda tahribat yaratmak fikrindedirler.

Benzeri görüşleri savunan Müşir Samih Paşa da blok havuzların oluşturulup, köylerin birbirileriyle olan bağlantısının koparılması gerektiğini raporunda yazmıştı. Başta Zeki Paşa olmak üzere, Dersim için hazırlanan raporlar daha sonra, yani 1935 yılında yürürlüğe giren Tunceli Kanunu’nun yazılmasında referans kaynaklar oluştururlar.

Devlet Dersim’i ele geçirmek için çok kere müfettişler görevlendirip yöre insanını ve coğrafyasını tanımak için rapor hazırlatmıştı. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in raporuna göre, ‘Dersim halkı son derece zeki, kurnaz, hileciydi ve gittikçe Kürtleşiyor’du. Hamdi Bey; “Dersim, Türkiye için cehalet, maişet darlığı, dahili ve harici tesvilat ve Kürtlük temayülatı ile bulaşmış, tehlikeli bir çıbandır. Bu çıbanın kat’i bir ameliyeye tabi tutulması lazımdır” diyerek askeri operasyon öneren müfettişlerdendi.

Jandarma Genel Komutanlığının 1931 yılında hazırladığı gizli ibareli ‘’Dersim’’ kitabında ‘’Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklükle aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır‘’ diyerek, Dersim Aleviliğinin, devletin tüm asimilasyon çalışmalarına rağmen, Türklükle derin farklılık taşıdığını itiraf eder.

Dersimin lideri Seyid Rıza…

Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 18 Kasım 1931 tarihinde Başbakan İsmet İnönü’ye bir rapor sunar. Şükrü Kaya raporunu ilçeleri ve köyleri dolaşarak hazırlamış. Raporunda Dersimlilere sürgün öngören Kaya konu hakkında detaylı bir çalışma yapmış. Şükrü Kaya, 3470 kişinin batı illerine sürgün edilmesini önerir. 347 ailenin isimlerini vererek Tekirdağ’a 76, Manisa’ya 73, Balıkesir’e 65, Edirne’ye 38, Kırklareli’ne 56 ve İzmir’e 34 ailenin gönderilmesini önerir. 1938 katliamından sonra, çoğu kadın ve çocuk olan ailelerin Şükrü Kaya’nın raporuna istinaden sürgün edildiği söylenebilir. Şükrü Kaya raporunda Seyid Rıza’ya da yer verir ve ‘’Bu adam, kesin önlem alınmazsa, geleceğin, Dersim için hazırlanmış şefidir’’ der. Seyid Rıza’nın liderlik vasıflarını keşfeden Kaya, önlem alınması gerektiğini düşünüyor.

1934 yılında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bir İskan Yasası hazırlar ve T.B.M.M.’ne sunar. Sürgün ve asimilasyon içeren İskan Yasa Tasarısı, adeta bir faşizm kanunu olarak uygulamaya konulur.

İskan Yasası’ndan bir kaç örnek

  1. Türk kültürlü nüfusun yoğunluğu istenilen yerler,
    2. Türk kültürünü temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerler,
    3. Diğer sağlık, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve güvenlik nedenleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve yerleşimi yasak edilen yerler.

    a. Türk kültürüne bağlı olmayanlar, b. Anarşistler, c. Casuslar, ç. Göçebe çingeneler, d. Memleket dışına çıkarılmış olanlar, Türkiye’ye göçmen olarak alınmazlar.

‘’Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı, kendi soydaşlarının tekeline alması yasaktır.’’

‘Atatürk, Dersimi vuracağız dedi, vurduk’

Dersim’e tek millet, tek din, tek ırk ve tek dil anlayışı çerçevesine yaklaşan Kemalistler,  25 Aralık 1935 yılında 2884 sayılı Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında kanun çıkarıp, tedip ve tenkil harekatı için zemin hazırladılar.

Özel Tunceli kanunu çıkarılıp, katliam için gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra da 4 Mayıs 1937’de bakanlar kurulunun ‘’Gayet Gizlidir’’ ibaresiyle yürürlüğe giren kararıyla tarihin en kanlı katliamlarından biri gerçekleştirildi.

Karar yerleşim yerlerinin tahrip edilmesi ve sivillerin sürülmesi ‘emrettiği’ için gizli ibaresiyle ilgililere gönderilmişti. Şöyle yazılmıştı ‘’ Son günlerde Tunceli’de vukua gelen hadiselere dair raporlar 4.5.1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’ın huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek aşağıdaki sonuca varılmıştır:Toplanan kuvvetlerle Nazımiye, Keçizeken (Aşağı Bor), Sin, Karaoğlan hattına kadar, şedit ve müessir bir taarruz hareketi ile varılacaktır. Bu defa isyan etmiş mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplama ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem bu suretle elde edilenler nakledilecektir.’’

Celal Bayar,”Atatürk ile Elâzığ’dayken eşkiyalar bir karakolu basarak jandarmaların silahlarına el koymuştu.Atatürk yüzüme bakarak ‘ne olacak’ dedi. Biz de memleketin selameti için Dersim’i vurduk.”

(Tercüman Gzt. 10.09.1986)

1 Kasım 1938’de TBMM’nin açılış törenine katılamayan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in konuşma metnini, Başbakan Celal Bayar okur. Konumuzla ilgili kısmı şöyle: Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had safhaya ulaşan Tunçeli’ndeki toplu şekavet hadiseleri muayyen bir program dahilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur.

Devlet baştan beri Dersim’de bir isyan olduğunu ve bu isyanın da askeri harekatla bastırıldığını söylüyor. Oysa bugüne yapılan tüm bağımsız çalışmalar ve Dersim’in önemli simalarından olan Nuri Dersimi yazdığı kitaplarda, 1937-38’de Dersim’de kesinlikle bir isyanın olmadığı yönde fikir ve bilgi beyan etmişlerdir.

Dersimde soykırım yaptılar…

Yıllar sonra ortaya çıkan tanık ve belgeler Dersim’de eşi benzeri görülmemiş, duyulmamış sistemli bir katliam yapıldığını kamuoyuna duyuracaktı.

Dersimlilerin yıllarca korkuyla yüreklerinde sakladığı bu vahşi kırım hikayeleri duyuldukça Dersim insanların gündemine gelmeye başlandı.

15 Kasım 1937 tarihinde Seyid Rıza ve yol arkadaşları Elazığ’da düzmece bir mahkemeden sonra asıldılar. Tıpkı 1925’te asılan Şeyh Said gibi, Seyid Rıza ve yol arkadaşlarının mahkemesi de tercüman ve avukatsız tamamlanacaktı.

Seyid Rıza’yı Dersim’in lideri olarak görüp asanlar, idamlardan sonra da durmamış, 1938 baharında sistemli bir katliama girmişlerdi.

Malatya Emniyet Müdürü Çağlayangil ile yaptığı röportajdır. Bu röportajın kamuoyuna yansıyan kısmında Çağlayangil şöyle diyor: “…Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da girer, siz de girebilirsiniz.”

Dersim kırımının devlet eliyle nasıl tasarlandığını ve nasıl da organize bir şekilde uygulandığına dair az sayıda da olsa gizli belge ortaya çıktı. Bunlardan biri de dönemin başbakanlarında Refik Saydam’ın, Fevzi Çakmak’a yazdığı gizli ibareli telgraftır. Başbakan Refik Saydam ‘Dersim’de halka karşı zehirli gazların kullanılmasını, bir hekim olarak doğru bulmadığını’ söylüyordu.

Devletin en yetkili isimleri tarafından yapılan bu itiraflarda da görüldüğü gibi Dersimde boğucu kimyasal gazlar kullanılmıştır. Burada şu soruya da cevap bulmamız gerekiyor; o tarihlerde Türkiye’de kimyasal gaz üretecek bilgi ve teknoloji olmadığına göre bu gazları Türkiye’ye hangi ülke verdi?

Dersim’de zehirli gazların kullanılması dünya soykırım tarihinde bir ilktir. Naziler, Dersim katliamından sonra, Auschwitz benzeri yerlerde ölüm merkezleri kurup işlenmiş karbon monoksit gazlarla Yahudi ve Çingeneleri (holokost) topluca katletmişti. İngiliz arşiv belgelerine göre, Türkiye 1938 yılında İngiltere’den zehirli gaz uzmanı istemiş. Soru şu: Türkiye’ye kimyasal gazları İngilizler mi, Almanlar mı verdi?

Soykırım itiraf ediliyor…

Dersim katliamı bir çok kişinin tanıklığı esas alınarak yazıldı, Çayan Demirel’in ‘’38’’ isimli belgeseli gibi filme çekildi. Evlatlık verilen bazı çocuklar, ‘’Dersimin Kayıp Kızları’’ belgeselinde olduğu gibi ortaya çıkarıldı. Necip Fazıl Kısakürek gibi ‘sağcı-milliyetçi’ bir yazarın kitabında dehşet dolu hikayelerle anlatıldı.

Yine Dersim katliamında subay olarak görev yapan Orgeneral Muhsin Batur anılarında, Dersim’de geçirdiği günler için şöyle yazmıştı “Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.”

General Batur’un okuyucularından özür dilemesini gerektiren şey neydi hiç öğrenemedik. Ama Türkçe yazın hayatının önemli aktörlerinden olan oğul Enis Batur’un babasının yazamadıklarını şairane bir dille yazmasını bekliyoruz hala!.

Dünya bu güne değin daha çok Nazilerin kurduğu gaz odalarında yapılan katliamları konuştu, yazdı. Dersim görülmedi, duyulmadı. Lemkin, Ermeni ve Yahudi, Çingene katliamlarından bahsederken Dersim’den bahsetmez. İhtimalen haberdar değildi. O yıllarda Dersimlilerin seslerini duyuracağı iletişim araçları yoktu. Dünya da bugün Efrin’in işgalinde olduğu gibi Dersim’in acısına sessiz kaldı.

Resmi rakamlara göre 13 bin kişinin öldürüldüğü Dersim’de, yerel kaynaklar 50 binin üzerinde insanın katledildiğini, on binlercesinin de yurtlarından sürüldüğü söylüyor.

Bugün hala Dersim’e dair tüm arşivler açılmamış olup, evlatlık verilen çocukların akıbeti açıklanmış değil.

Devletin resmi olarak yüzleşemediği Dersim 38 Katliamı, halklarımızın vicdanında, bir yara gibi kanamaya devam ediyor…

Etnik ve kültürel farklılıklar; toplumların ve devletlerin zenginliğidir. Bu zenginlikleri korumak ise toplulukların birbirilerine karşı tutunacakları hoş görü tavırları ve yasa yapıcıların korumacılığıyla güvence altına alınabilir. Her türlü kültürel farklılık (din, dil, ırk vb) anayasa güvencesi altına alınmalıdır. Türkiye’de toplumsal barışın sağlanması için tüm farklılıklara eşit yaklaşan bir anlayışa ihtiyaç vardır.

– Başta Seryid Rıza olmak üzere 15 Kasım 1937 yılında asılanların mezar yerleri açıklanmalıdır.

– 1937 yılında yapılan yargılamalarda idam dışında ceza alanların akıbeti açıklanmalıdır.

– 1938 yılında yapılan soykırımda toplam kaç kişinin öldürüldüğü, kaç kişinin sürgüne gönderildiği resmi belgelerle açıklanmalıdır.

– Evlatlık verilen Dersimli kız ve erkek çocukların akıbeti belgelerle açıklanmalıdır.

Dünya Kan Akan Munzur’un Sesini Duymadı…
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA