ÖLÜMLE SINANMAK

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Açlık grevleri veya daha beteri olan ölüm oruçları, her şeyden önce şiddetsiz ve hak taleplerine dayanan eylemlerdir. Bu tür bir eyleme kalkışanın elinde silah olmadığı gibi, tek bedeli de kendi yaşamı, yani hayatının feda edilmesiyle birlikte en yakınlarına verdiği tarifsiz ıstıraptır.

Asıl diyeceğimin bir kısmını sona bırakmadan baştan söyleyeyim. 1996’yı ve 2001’i, hele 1980’li yılların Diyarbakır mahpushanesindeki o belki dünyada benzeri görülmemiş ve insanı insan olmaktan bıktıran vahşeti düşününce ‘başka ne yapılır ki’ diye düşünenlerdendim. Fakat şimdi, özellikle Mustafa Koçak, Helin Bölek ve İbrahim Gökçek ve üstüne bir de Ebru Timtik’i yitirdikten sonra ne düşüneceğimi, nasıl düşüneceğimi bilmiyorum ama böylesi ölümleri artık kesinlikle reddetmem gerektiğini biliyorum…

Evet, ölümle sınanmak dedim açlık ve ölüm eylemlerine. Bu eylemler bizde olduğu gibi dünyanın çeşitli ülkelerinde de görülmüş ve örnekleri hiç de az değil… Ne ki Gandhi’nin Hindistan’da, bizde de Nazım Hikmet’in Bursa’da tutsakken başlattığı eylemler sonuç vermiş, bunların dışında bazıları kısmi başarı sağlamışsa da tahribatını sonraki yıllara yayarak kalan ömürlerinde taşımıştır.

Aslında açlık grevlerinin tarihi çok eskilere dayanıyor. En bilinen örneğiyle Roma imparatoru Tiberius’un arkadaşı ve aynı zamanda bir avukat olan Nerva, o dönem Hıristiyanlara uygulanan baskılara bir tepki olarak açlık grevine başvuruyor. Roma İmparatoru Tiberius döneminde cinayet ve işkencelerin yaygın olmasına tepki olarak gerçekleşiyor böylesi bir ilk eylem. Nerva, çevresindeki vahşete daha fazla tanıklık etmek istemediği için açlık grevine gitmekten başka bir seçeneğinin olmadığını düşünüyor (olmalı). Tiberius’un onu ikna için tüm çabasına rağmen Nerva, kendisi için bir şey yapılması yerine olana bitene dikkat çekmek ve bu uğurda bedel ödemeyi göze almayı seçiyor. Yine benzer kaynaklarda deniliyor ki arkadaşının bu şekilde ölmesi, Tiberius’u sarsacak ve böylece adalet sağlanacaktır; o zamandan bu yana amaç hasıl olmamış ki hâlâ aynı cenderenin içinde duruyor itiraz edenler…

Bu tarihsel örneğe karşın açlık grevlerinin toplumsal, dahası giderek tıbbi ve hukuksal bir sorun olması daha önceki yıllara dayanmasına rağmen, 1970’li yıllardan başlayarak çeşitli sözleşme, bildirge gibi hukuksal olarak düzenlenmeleri de zorunlu kılmış. “Kişinin özgür iradesine dokunmamak ya da doktorların zorla müdahale etmesi” gibi hukuk ile tıp insanlarına bir dolu çelişki yaşatmış ve derken başlangıçta Tokyo Sözleşmesi, sonrasında Malta, İnsan Hakları Bildirgesi vb. gibi metinlere de yansımış bu çabalar.

Çok kısa bakalım: 1974’te Brixton Cezaevi’nde açlık grevi yapan 2’si kadın 6 İrlandalı mahkûmun açlık eylemleri var. 1976 ve 1981’de yine çok sayıda İRA üyesinin süresiz açlık grevi de İngiltere’de yaşanıyor… 1987’de İspanya’da cezaevi yasasında yapılan bir değişiklikle, anti-faşist bir direniş örgütü olan GRAPO üyeleri değişik cezaevlerine dağıtılıyor, buna tepki olarak örgüt 1989’da açlık grevlerini yaygınlaştırıyor… Benzer  bir süreç, 1980’lerin ortalarında ve 1990’ların başında Fas’ta da vuku buluyor. Bunlara benzer direnişler Güney Afrika’da da yaşanıyor. 1981’de Sovyetler Birliği’n de bile ölümle sonuçlanan açlık grevi var. Yukarıda istatistik gibi ve çok çok kısa özetlediğim eylemler bizimkilerle kıyaslanmasa da bir çoğu ölümle sonuçlanıyor. Yalnız
1981 yılında bir başka Fransa örneği de var. 100’lerce mahkûmu içeren 56 cezaevinde açlık grevi eyleminin başlaması ve hiç ölüm olmaması gibi… Hepsinin bu kadar olduğu sanılmasın. Kapalı toplumlarda olanlar bilinmiyor…

Türkiye’ye gelirsek, vahşeti tanımlamak için kelimelerin kifayetsiz kaldığı dönem 12 Eylül 1980 Askeri Faşizm yıllarıdır. Tüm cezaevlerinin birer toplama kampına dönüştürülmesi sürecine tepki olarak ilk önce Diyarbakır Cezaevi’nde 5 devrimci açlık grevinde yaşamını yitirdi. Ali Erek 1981’de ölürken, Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek 1982’de yaşama veda ettiler. Yine Diyarbakır Cezaevinde 1984 yılı başında, 54 gün süren açlık grevinde Orhan Keskin ve Cemal Arat yaşamını yitirdi. Aynı yılın Haziran ayında bu kez Sağmalcılar Cezaevi’nde Abdullah Meral, Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ, Hasan Telci açlık grevi nedeniyle öldüler. 1984 yılında tekrar faaliyete geçen TTB, ülke gündeminin ilk sıralarını işgal eden insan hakları ihlalleri  dolayısıyla açlık grevleriyle tanışmak zorunda kaldı. Önce ölüm cezaları, sonra işkence, daha sonra büyük rakamlarla telaffuz edilen cezalar derken, 1988 yılında başka bir durum daha oldu. ANAP Hükümeti Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü 7 Temmuz 1988’de bir genelge  yayınladı: “…Grevi uzatacak bal, şeker ve tuz dahil olmak üzere herhangi bir yiyecek maddesi ve doktor tarafından verilmesi zaruri görülen ilaçlar dışında ilaç verilmeyecektir.” deniliyordu…

Sonradan anlaşılacaktı ki, gelen gideni aratacaktı! Aynı yıl, yani 1988’de Mehmet Emin Yavuz da Diyarbakır’daki açlık grevinde ölenler arasındaydı. Sonra1989 yılında Eskişehir’den Aydın’a yapılan nakili protesto etmek için başlatılan açlık eyleminde Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya da aramızdan ayrıldı. Daha sonrası daha kötü olacaktı.1995 yılında 20’yi aşkın cezaevinde 5 bin kişiyi aşkın katılımlı açlık grevinde de 2 ölüm oldu. Yozgat’ta Fesih Beyazçiçek, Amasya’da Remzi Altun.  Sonraki yıl Nisan 1996’da başlayıp, 20 Mayıs’ta tüm ülkeye yayılan açlık grevleri 3 Temmuz’da ölüm orucuna çevrildi. 38 ildeki 43 cezaevinde 2174 mahkûm açlık grevine, 355 mahkûm da ölüm orucuna katıldı… 2000 yılına kadar son 20 yılın en büyük açlık grevi 1996 yılında yaşandı ve 12 kişi yaşamını kaybetti: Aygün Uğur Ümraniye’de, Altan Berdan Kerimgiller Bayrampaşa’da, İlginç Özkeskin Sağmalcılar’da, Ali Ayata Bursa’da, Müjdat Yanat Aydın’da, Hüseyin Demircioğlu Ankara’da, Tahsin Yılmaz Sağmalcılar’da, Ayçe İdil Erkmen Çanakkale’de, Yemliha Kaya Bayrampaşa’da, Hicabi Küçük Bursa’da Osman Akgün Ümraniye’de, Hayati Can Bursa’da peş peşe yaşamlarını yitirdiler.

Tarihin tekerleği hep ileri doğru döner diye biliriz değil mi? Fakat bizdeki sakat, güdük ve hatta hastalıklı olan demokrasinin bile, sonraki yıllarda yine ağır aksak da olsa biraz daha iyileşmiş olmasını bekledik ama öyle olmadı maalesef. Derken, bu kez de 2000 yılına gelmiştik. O yıl Ekim ayının sonuna doğru açlık grevleri yeniden gündeme geldi. Bu kez açlık grevlerinin temel nedeni, DSP-MHP-ANAP Hükümeti’nin F-Tipi Cezaevlerini uygulamaya sokma girişimiydi. “Mahkûmları tecrit etme, yalnızlaştırma, kişiliksizleştirme politikaları ile…” gündeme getirilecekti F-Tipi Cezaevleri…

20 Ekim 2000 tarihinde başlayan eylemlerde 816 tutuklu ölüm orucunu başlatmıştı. Eylemciler, “F tipi cezaevlerinin açılmamasını, Terörle Mücadele Yasası ve 3’lü Protokol’ün kaldırılmasını” istiyordu. Bu nedenle Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale, Bursa, Çankırı, Uşak, Ceyhan gibi cezaevlerinde eş zamanlı olarak eylemlere başlanmıştı. 21 Mart 2001 günü Sincan F Tipi Cezaevi’nde Cengiz Soydaş’ın yaşamını yitirmesinin ardından ölümler peşpeşe geldi.
O dönem “Hayata Dönüş” ve Küçükarmutlu operasyonları da dahil, 107 insan yaşamını yitirmiş, 500’e yakın insan da sakat kalmıştı…

Cezaevlerinde yaşamını yitiren bütün devrimcilere saygımı hep baki tutarak isimlerini yazmıyorum buraya. Ne kötü değil mi? “107 veya 500’e yakın” notunu düşmek sadece bir rakammış, yalnızca bir istatistik verisiymiş gibi yazmak… Ama bizim için olmasa da, döneminden sonra istatistikmiş gibi kayıtlarda kalıyor. Ne yazık ki tam tamına durum böyle oluyor sonradan…

Yeniden başlardaki paragrafa dönersem, bizdeki açlık grevleriyle amaçlanan kazanımın kazanımsızlıkla sonuçlandığını biliyor ve görüyoruz artık. Son günlerdeki ölüm oruçlarını ayrı tutup 1980’ler, 1996 ve 2001’deki ölüm oruçlarında ben veya bu satırları okuyanlardan birileri de olabilirdi. O dönemlerde, hele Amerikan güdümlü askeri faşizmin vahşetinde başka ne yapılabilirdi? Bu yüzden asla yargılamıyor, hatta yadırgamıyorum ama artık yeter olsun diyorum. Yeter! Çünkü bu şekilde faşizmi geriletemiyoruz; çünkü ölenler öldükleriyle kalıyor!

Bu satırların yazarı da 1996’daki ölüm oruçlarında arkadaşlarını yitirdi. Pırıl pırıl beyinlerdi. Kimiyle oturup saatlerce Marksizm, sanat ve estetik üzerine konuşabiliyorduk. Zor yetişir öyle insanlar, çok zor. O acıyla 2001’deki ölümleri durdurmak için gece gündüz uğraşanlardan biriyim. Sizler medyadaki insanları gördünüz hep (onlara müteşekkiriz) ama onların dışında da canhıraş uğraşan insanlar oldu.

Daha dün Ebru’u yitirdik. Ondan kısa bir süre önce Mustafa, Helin ve İbrahim’i. Bunların kolay yetiştiğini kim söyleyebilir şimdi, kim?

Umarım ve dilerim ben bu satırları yazarken Aytaç Ünsal’ı hayatta tutacak bir mucize olur.

Yetsin artık. Bir ağızdan yeter diyelim!

Çünkü:

‘Geçerken o yurtsuzlar ülkesinden
Çocuklar ıslık çalmayı deniyorlardı
Yağmurların ve nehirlerin sesinden’

ÖLÜMLE SINANMAK
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA