Özlem Öztürk
Kadın Savunma Ağından Tuğçe Özçelik; yeni parlamentoyu, içki yasağını, kadınların yaşadığı güvenlik sorunlarına dair Dersim Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.
Kadın hareketi bu infaz yasasını ve oluşturulan parlamentoyu nasıl değerlendiriyor? Ve aynı zamanda çıkarılan infaz yasasının kadınlar için oluşturacağı riskler neler?
Yaşadığımız seçimle birlikte, önümüzdeki dönem hepimizi bekleyen şeylerin başlangıç noktasındayız diyebiliriz. Kadınlar ve LGBTİ+’lar ve aile üzerinden uzunca yıllardır süren propagandalarını şimdi bugün yasal zemine getirmeye başladılar. Bu ailenin korunması meselesi yeni değil, yanlış hatırlamıyorsam 2012’de de boşanma komisyonu diye bir komisyon raporu vardı. Ve o zamandan bu zamana her bir hedef tek tek gerçekleştirmek üzere harekete geçildi. Müftülük yasası da bunun bir ürünü, nafakaya dönük saldırılarda bunun bir ürünüydü. Sanırım boşanma komisyonu raporunda yazmayan ama onların elini en kuvvetlendiren şeylerden bir tanesi de tek adam rejiminin getirisiyle çıkılan İstanbul Sözleşmesi’ydi. Aile bahane edilerek, kutsal aile çünkü aslında bize vadettikleri dokunulmazlıklarını istedikleri ailenin yıkılmaması için her şeyi göze alabiliyorlar. İstismarı göze alabiliyorlar. Şiddeti göze alabiliyorlar. Tecavüzü, tacizi göze alabiliyorlar. Bütün bunların hepsine göz yumabiliyorlar. Ve bunların hepsini aklayabilecek kadar aileye verdikleri bir önem var. Bu rejimin kurucu unsurlarından bir tanesi. Çünkü aslında bugünkü faşist rejim yukarıda ördüğü şeyi ailede erkeğe vererek, babaya vererek, abiye vererek, kocaya vererek kadınların denetimini sağlamaya çalışıyor. Bu nedenle de evet aile çok önemli. Çünkü onların neoliberal iktidarları aileyi çözüyor bir yandan.
İnfaz meselesine de gelirsek oraya iki türlü ele almak gerekir: Bir cezasızlık politikası bakımından. İki, adalet bakımından. Adalet kısmını hızlıca hatırlamak gerekirse, Aysel Tuğluk’nun bir hasta tutsak olarak çıkması için aylarca mücadele ettik ve ölümün eşiğinden dönerek cezaevinden çıktı. Ha keza bir sürü hasta tutsak var içeride, ancak çıkarılmıyorlar. Fakat kadın cinayetleri, tacizler, tecavüzler, istismar, çocuk yaşta zorla evlendirmeyle içeride olanlar cezaevinden yeni yasayla infaz yasasıyla çıkacak, yasa böyle bir cezasızlık politikası yaratıyor. Çünkü şu birkaç senede sürekli torba yasayla af geliyor ve kadına yönelik işlenen suçları ve diğer adli suçların daha işlenebilir hale gelmesini, yaygın hale gelmesini sağlıyor.
6284’e dokunmaya çalışıyorlar ki o bizi koruyan yasalardan bir tanesi. Nafaka meselesinde ve boşanmalarda ara buluculuk gelmesi bekleniyor. Kadınlar açısından ciddi önemde olan bir durum, ama devlet de başka türlü önemsiyor, o kadar çok önemseniyor ki “mağdur babalar” diye bir şey ortaya çıkarıldı. Zaten kadınların aldığı en yüksek nafaka, ilk dönemlerinde 250 TL gibi bir şeydi. Bu enflasyon ortamında hiçbir anlam ifade etmeyen bir şey. Kaç ekmek alırsınız bu parayla?
Şu an beklediğimiz İstanbul Sözleşmesi sürecinden beri yükselen LGBT+ fobiyle birlikte derneklerin kapatılması, böyle bir saldırganlık bekliyoruz önümüzdeki dönemde.
Sürekli olarak kadın kazanımlarının hedef alınmasıyla iktidar neyi hedefliyor?
Denetlemek, kontrol altına almak, bir şekilde zapt edebilmek. Çünkü zaten patriyarka da faşizm de aynı amacı güder. Bugünkü Türkiye’de iktidarda olan rejim karşısında en önemli güçlerden bir tanesi kadınlar oldu; bütün hareketler geri çekilirken, muhalefet geri çekilirken, toplumsal dinamikler geri çekilirken kadın hareketi daha da ileriye gitmek üzerine harekete geçti. Ve aslında her anda, her saldırı anında karşı saldırıya geçerken daha doğrusu savunmaya geçerken, en kitlesel haliyle ve hiçbir zaman da birbirinden vazgeçmeden ve bölünmeden ve parçalanmadan bu yolda ilerlemeye devam etmeye çalıştı. Elbette ki İstanbul Sözleşmesi sürecine baktığımız zaman bir çatlak oluşturmaya çalıştılar, LGBT+ düşmanlığıyla. Ancak o çatlak oluşmadı kadın hareketinin içerisinde, 8 Mart’ı yasaklamaya çalıştılar, İstiklal Caddesi’nde belki çıkamıyoruz artık ama İstiklal Caddesi’ne çıkmaktan, Taksim’de buluşmaktan hala vazgeçmeyen bir kadın topluluğu var. Ve o inançla her sene bir noktada ama birbirini bulmayı başarıyor. Gece yürüyüşlerin de bunun bence simgelerinden bir tanesi, aynı şeklide 25 Kasım’lar da öyle. Ve istismar, taciz, tecavüz vesaire gibi vakalarda da kadın hareketi ciddi anlamda sokağa çıkmaktan imtina etmeyen bir hareket oldu. Bu nedenle de her geçen gün büyüyor, güçleniyor ve etki alanı genişliyor. Bundan 10 sene önce baktığımızda feminizm, kadın hakları, Türkiye’de bu kadar çok bilinen ve bu kadar kolay erişilebilir bir ideoloji değildi. Bugün gelinen yerdeyse Türkiye’nin her yerinde en basit biçimiyle bile kendi haklarına sahip çıkması gerektiğinin bilgisiyle donanmış durumda kadınlar. Şiddet görmemeyi hak ettiğimizi biliyoruz artık hepimiz, daha iyi bir hayat hak ettiğimizi biliyoruz artık. Ve aslında bu Türkiye’deki kadın hareketinin başarısıdır. Bugün eğer mevcut rejim kadın hareketini hedef alıyorsa, bunun gerçek sebeplerinden bir tanesi kadın hareketinin bir tehdit olarak önünde durması ve ayağına dolanması. Çünkü AKP iktidarının herhalde ki FETÖ operasyonları dışında, en büyük yarığı yaratan şey kadın mücadelesiydi. Kendisini var eden kadınlarla arasına bir mesafe girdi AKP iktidarının. Onun kendi kadın dernekleriyle arasında bir mesafe girdi. Bu da zaten kadın hareketinin ortak başarısı.
Ancak buna rağmen kadına yönelik şiddet gerilemedi, kadın cinayetleri sürüyor. Buna dair ne söylemek istersiniz?
Evet bir bilinç var ama mevcut rejim de kendini derinleştirerek sürdürmeye devam ediyor. Buna karşılık muhalefet partilerinin ne yapıp ne yapamayacakları bir tarafa, kadın hareketinin yol haritası ne olacak? Durduğumuz yerden bir feminist öz savunma politika geliştirme ihtiyacını çok derinden hissediyoruz. Sadece erkek şiddetine karşı değil, devlet şiddetine karşı bir devlet şiddetinin her biçimine karşı bir bütünlüklü ortak politikaya ihtiyacımız var. Bunun içerisinde yoksulluk da var. Bunun içerisinde hak gaspları da var. Bunun içerisinde eğitime, sağlığa erişim de var. Bunun içerisinde barış talebi de var. Ve bunun içerisinde kadın cinayetlerinde gerçek adalet talebi de var. Adli yıl açıldığında bile biz bu adli yılı nasıl geçeceğini görmüş olduk. Baro başkanının sinyali kesilerek yayından alınmaya çalışıldı. Ve bizim ihtiyacımız olan şey kadın cinayetlerinde, kadına yönelik şiddet davalarında, boşanmalarda ve diğer bütün davalarda adalet. Çünkü cezasızlıkla erkek şiddeti güçlendiriliyor. Cezasızlık politikalarıyla erkek şiddeti cesaretlendiriliyor. Karşımızda çünkü bir devlet gücü var, bütün her şeyiyle. Örneğin kadınlara saldıran bir polis memuru terfi alabiliyor. Tacizci bir polis memuruna koruma sağlanıyor. Hem kadın polis memurlarına hem erkek polis memurlarına kadınlara işkence yapabilme hakkını tanıyan bir ortam var. Bizim bunun karşısında gerçekten bütünlüklü bir feminist özsavunma politikasına, birbirimizi savunduğumuz, karşı politika ürettiğimiz, birbirimizin çok kolay bulabildiği yerlerde olduğumuz, daha erişilebilir olduğu kadın dayanışması yaratmamız gerekiyor.
Kadınlar artık birçok şeyi biliyorlar, örneğin herhangi bir şey başlarına geldiğinde sosyal medya aracılığıyla bütün kadın örgütlerine mesajlar atarak erişmeyi biliyorlar. Ancak şöyle bir sorun var. Kadın örgütleri içerisinde çok azının olanakları var, biz de sürekli şiddet vakası alıyoruz ama yönlendirme yapabiliyoruz sadece, Aile Bakanlığına ve Mor Çatı’ya yönlendirme yapıyoruz. Avukatlarımız süreçlerini takip ediyor ama sığma evi ihtiyacı, hukuki destek ihtiyacı bunun herhangi bir gönüllü örgüt üstesinden gelemez, altından kalkamaz. Burada aslında baronun kadın hakları birimi, hukuk örgütlerinin, kadın hakları birimlerinin, Mor Çatı’nın ve belki belediyelerin daha ortak çalışma zemini oluşturmaya başlamasıyla daha sağlıklı bir şey üretilebilir diye düşünüyoruz. Bu da çoğunlukla bazen protokollere takılıyor. Özellikle belediyelerle yapmaya çalıştığımız şeyler, merkezi hükümetin yerel yönetimlere dönük baskısına takılıyor. Ama herkesin karşılıklı çabası var.
Göçmen kadınları nasıl görüyorsunuz?
Göçmen kadınlar sanırım herhalde en güvencesizlerimiz. Zaman zaman bu konuda politika öğretmeye çalışıyoruz ama elimizin en değmediği yerlerden bir tanesi. Çok az örgüt var ve dil sorunu yaşıyoruz, bu nedenle de göçmenlerle çalışan örgütlerle yönlendirme yapmaya çalışıyoruz ama kadınların bizi bulabilmesi, bizi bulup derdini anlatabilmesi, çok dolaylı yollarla gerçekleşebiliyor ve çok zor oluyor. En son Sona diye bir arkadaşımızın geri gönderilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Peki yoksulluk?
Kadınların eve kapatılması değil de aileye hapsedilmesi demek doğru olabilir. Yani o aile ekonomisini, o ailenin içerisindeki ve o kendi yaşam alanındaki sınırlı bir metrekarenin içerisine hapsedilmesi daha doğru olabilir. Çünkü kadınların eve kapatılması dediğimizde aslında orada kapana kısılmış kadınlar açısından bile gerçekçi bir ifade olmuyor bu. Çünkü kapatılmış değil kadınlar, belli kamusal alanlarda, belli sınırlarla, belli biçimlerde olabilme hakkına sahipler. Örneğin ucuz iş gücü olarak piyasaya sürülebilirler kadınlar. Ama iş gücünün en alt katmanlarından bir tanesi olarak, güvencesiz olarak sürülebilirler. Ve aynı zamanda hem işyerinde hem de evde yaptığı çalışmayı aksatmayacak şekilde.
Türkiye’de bir feminist grev mümkün mü?
Böyle bir şey başardığımız zaman aslında kadının hem üretimde hem yeniden üretimdeki toplam görünmeyen emeğinin en fazla görünür kırılabileceği bir an yaşanır. İktidar toplumun güvenliğini kadınların güvenliği bahanesini örtü gibi kullanarak her şeyi geçirmeye çalışıyor ve en son işte kamusal alanda içki yasağında kadınların güvenliği bahane edildi.