1. Haberler
  2. Köşe Yazıları
  3. Ergin Doğru
  4. Zorbalığa Karşı Vicdan

Zorbalığa Karşı Vicdan

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Tarih, yaşandığı zaman ve mekan farklı olsa da zorba tiran diktatörlerinden geçilmez. Toplumsallaşma ve uygarlaşma süreçlerinin belirgin özelliklerinden biri de aynı dönemlerde ortaya çıkan zorba tiran diktatörlere karşı verilen mücadeledir. Tarihe bakıldığında, zora dayalı olarak ortaya çıkan güç ile kendini var eden ve güce dayalı olarak kendini korumaya çalışanların ortaya çıkış süreçleri; toplumsal, coğrafi, inançsal farklılıklar ve amaçlardaki değişikliklere rağmen kişilik özellikleri, yaklaşım ve yöntemlerindeki benzer yönler dikkat çeker.

Bugün coğrafyamızdaki gelişim süreçleri ve yaşanan sürece baktığımızda, tarihsel süreçte birçok benzerliği görmekteyiz. Bu yönüyle tarih üreticidir ve mukayese imkanı tanır. Orta Çağ karanlığının yaşandığı süreçlerde, Cenevre’de Calvin ile başlayan süreç ve Calvin’in izlediği yol, yöntem ve açılara, çelişkilere bakıldığında, günümüzde yaşanılan süreçte benzerlik dikkat çekicidir.

1530’lu yıllarda Hristiyanlığın yaşadığı iç çekişmeler kendini yıkım olarak ortaya koyarken, Katolik Kilise’ye karşı Farel’in yıkan, bozan yaklaşımları ilginç deneyimlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Farel’in yıkıp bozduğu ama yerine yenisini koyamadığı süreçte din reformcusu Calvin, Fransa’dan kaçıp Cenevre’ye gelir ve gelgitli süreç sonunda Cenevre’ye yerleşir. Calvin’in ipleri eline almadan önce Cenevre, hareketli, canlı, yaşamın renkli olduğu ve insanların mutlu olduğu bir yerdir. Calvin, dini otorite olarak kendini yerleştirir ve Cenevre’de sadece dini konularda değil, yaşamın her alanına müdahale etmeye başlar. Başlangıçta hoşgörü ve reform ile yola çıkan Calvin, kendini güçlendirip gerçek yüzünü göstermeye başlar. Önce yaşamın içinde çok dikkat çekmeyen yasaklamalara başlar: eteğin boyu, renkler, şarkılar, eğlenceler gibi küçük yasaklamaların ardından şehir meclisini tümüyle denetlemeye başlar. Calvin yavaş yavaş katı bir disiplinle, adı altında yaşamın her alanına müdahale etmeye başlar. Farklı düşüncelerin, muhalif seslerin ince, kirli siyasette sürdürüldüğü bu süreçte, küçük müdahalelerle başlayan Calvin, artık dini otorite kadar aslında siyasal otorite haline gelmiş ve tüm toplumu tektipleştirmeye başlamıştır. Farklı hiçbir ses ve renk bırakmamış, Cenevre’yi monoton, cansız, mekanik ve korkulan bir yer haline getiren Calvin, giderek zorbalar aşmış kibri ile gerçeklerden hızla uzaklaşmıştır. Öyle ki, kendi düşüncesi, kendi yazdığı kitaba aykırı düşen herkesi cezalandırmaya başlamış; iblislikle, din dışılıkla suçlamayı alışkanlık haline getirmiştir.

Kendisinden farklı düşünen Serveto’yu önce hapsetmiş, zulmetmiş, buna rağmen Serveto düşüncesinde ısrar edince diri diri yaktırmıştır. Yine dönemin hümanistlerinden ve yakın tanıdığı Castellio’yu farklı düşüncelerinden dolayı entrikalar ve tertiplerle sürgüne gitmek zorunda bırakmıştır. Castellio’yu sürgünde rahat bırakmamış, sürekli tasfiye etmeye çalışmıştır. Reform adı altında yola çıkan Calvin’in güç elde ettikçe zorbalaşması, bir tirana, diktatöre dönüşerek kendini tek otorite haline getirmesi günümüzde yaşanılan süreçlere ne kadar benzemektedir!

Calvin’in gerçek kişiliğinin anlaşılması, yaşanılan büyük acı ve yıkımların ardından ancak onun zorbalığına, diktatörlüğüne karşı Serveto, Castellio gibi muhaliflerin vicdanının sesini yükseltmesi ve bedelini ödemesiyle mümkün olmuştur. Calvin’in tiranlaşma sürecinde dini otoritesini büyüttükçe siyasi otoriteyi, yargıyı ve benzeri tüm güç aygıtlarını ele geçirmesi, iktidar hırsının ve güç sergilemesinin yol açtığı felaketleri görmesini engellemiştir; çünkü yaptığı ve söylediği her şeyi doğru sanıyordu.

Calvin Cenevre’sinde toplum, başta yaşanılanları anlamamış; yaşamın içindeki küçük yasaklara karşı çıkmamış, sonrasında yaşadığı acıların sebebi olmuştur. Cenevreliler yaşanılan acı tecrübelerle durumu anlayıp karşı çıkmak istediğinde ise dini otoriteyle beraber siyaseti, yargıyı, yaşamı ele geçiren zorba Calvin’in yarattığı korku ile sinmiş, tanınmaz hale gelmiştir bile.

Uzun süren ve coğrafyamızdan uzak bir alanda yaşanan bu sürecin, asırlar sonra yaşadığımız süreçle benzerlikleri düşünüldüğünde üzerinde durmayı gerektiren öğretici deneyimler barındırdığı görülür.

Siyasal İslam’ın etkisiz de olsa uzun süren mücadele geleneği, 1980 faşist darbesinden sonra adım adım yukarı taşınmıştır. Kutsal devletin kendi bekası için kullanmak istediği Siyasal İslam, bu ilişki içerisinde sistemi ele geçirme gizli ajandası için yıllarca mağduru oynamıştır. 2000’li yıllarda iktidara geldiğinde ise Calvin’in Cenevre’sindeki gibi reform ve yenilik iddiası vardır. Bu iddiasını hoşgörü, barış, eşitlik, demokrasi ve özgürlük söylemiyle pekiştirmiş; vesayet sistemine karşı demokrasi söylemiyle gerçek yüzünü maskelemiştir. Bu maskeyi takıp farklı seslere, kesimlere mavi boncuk dağıtmıştır. Kendinden emin oluncaya kadar partnerleri değişse de sahte söylemleri, ihtiyaç oranında hep kullanmıştır.

Siyasal İslam, uluslararası sermaye ve emperyalistler tarafından iktidara taşınıp güçlenmeye başladığında, çıkışındaki liberal, özgürlükçü, demokratik söylem değişmeye başlamış ve yavaş yavaş maskesini indirip gerçek yüzünü göstermeye başlamıştır. Özgürlükçü söylem yerini dini, milliyetçi söyleme ve baskıcı, tekçi uygulamalara bırakmıştır. Giyimden yiyecek-içeceğe, çocukların dinlenecek müziğine, izlenecek filmlere kadar yaşamın her alanına müdahaleler başlamıştır. Tek renk, tek ses, yerli, milli, dindar, kindar toplum hedefi adım adım örülmeye başlanmıştır.

Vesayet sisteminden kurtulmak iddiasındaki baskıcı, tekçi zihniyet, uygun gerici ittifaklarla gizli ajandasına uygun olarak sistemi yeniden dizayn etmeye başlamıştır. Yargı, talimatlarla yönetilir hale getirilmiş, bu hukuk muhalifleri susturma, cezalandırmanın aracına dönüştürülmüştür. Özgürlükçü, liberal, demokratik söylem tekçi, otoriter sisteme dönüşmüş ve tüm sistem, tek adamın iki dudağının arasından çıkan seslerle örgütlenmiş, yönetilmeye başlanmıştır.

Calvin’i anlatan Stefan Zweig benzer durumu kitabında şöyle ifade ediyor: “Hiçbir diktatör güç olmaksızın düşünülemez ve ayakta kalamaz. Gücü elinde tutmak isteyen, gücün aygıtlarını da ele geçirmelidir. Emir vermek isteyen cezalandırma yetkisine de sahip olmalıdır.” Zweig’in dönem belirlemesinde olduğu gibi, Siyasal İslam gizli ajandasını hayata geçirirken tarihteki zorba diktatörlerin pratik süreçlerinden etkilenmiş görünmektedir.

Zorbalık ve Toplum

Siyasal İslam’ın iktidara ulaşma çabası, sahte söylemlerini açığa çıkardıktan sonra artık kendini gizleme ihtiyacı duymadan açık bir zorbalığa dönüşmüş durumdadır. Zorbalık sisteminde toplumun değer yargıları ve sorguları kurumsallaşması için istismar ediliyor; bunun yetmediği yerde zor aygıtları kontrol edilerek kullanılıyor.

Toplumun bir kesimi değerlerine hitap edilerek susturulurken, kalanı zor aygıtlarının her türlü marifetiyle susturuluyor. Bu şekilde tamamen susturulmuş, suskun toplum yaratılıyor; korku toplumu oluşturularak monarşik, diktatoryal hevesler bir bir hayata geçiriliyor.

Zorbalığa karşı vicdanın sesi olabilecek tüm muhalif kesimler ince siyasilerle etkisizleştirildi, muhalif kesimler çıkarlarla yanına çekiliyor. Bunu kabul etmeyenler ise çeşitli vesilelerle susturuluyor. Medya tekelleri ile kimi sanatçılar muhalif kimlikleri öne çıkartılıp, onların ağzından sistemi övücü, destekleyici, yumuşatıcı röportajlar yapılıyor. Bu şekilde medyada zorbalık maskeleme yoluna gidiliyor. Sanatçının sanata verdiği önem işlenirken, öte yandan zorbalığı eleştiren sanatçılar medya üzerinden linç ve yargı marifetiyle susturuluyor.

Kendi yanına geçen itibarsızlaşmış muhalif siyasetçiler belediye başkanı, milletvekili, danışman yapılırken; bu kirli siyasete karşı duranlar zindanlara dolduruluyor. Zorbalığa hizmet eden akademisyenler rektör yapılıp parlatılırken, bilim ahlakına sahip çıkıp barış, hukuk, demokrasi diyenler yargı kıtasıyla nefes alamaz hale getiriliyor.

Verilen kısım örneklerde olduğu gibi, Siyasal İslam zorbalık sistemini kurumsallaştırırken tek doğruyu söyleyen, tek doğruyu bilen olarak farklı hiçbir sese, renge tahammül edemiyor. Hoşgörü, kardeşlik, barış, demokrasi, özgürlük söylemi artık “tek vatan, tek dil, tek din, tek adam” gibi aslına rücu ederken bütün maskeler düşmüş, gerçek çıplaklığıyla kalıyor.

Tekçi sistemde toplum tekleştiriliyor. Toplum, tek bilenin çizdiği sınırlar içinde tekçi bir yaşama mahkum ediliyor. Yaşam, öyle bir hale getiriliyor ki; tek adamın doğruları herkesin doğruları haline geliyor, tek adamın karşı çıktığı yanlış da olsa sadece tek adamın ağzından çıktığı için doğru kabul ediliyor.

Zorbalık sistemi yarattığı korku ile toplumu esir alırken, doğru-yanlış sorgulanmaz, sonsuz biat ile kabul edilir hale geliyor.

Zorbalığın anlayışında renk yoktur; çok renk olması en büyük tehlike kabul edilir. Tüm yaşam, tek renk içinde sürer. Doğal yaşamın var olan renkleri inkar edilerek tek renge dönüştürülür.

Toplum, zorbalık sistemindeki tekçilliği, tek adamın ağzına bakarak yaşamanın yanlışlığını ve anlamsızlığını fark eder. Ama yaratılan korku sistemi, toplumu öyle bir hale getirir ki; kimse fark ettiğini söyleme cesaretini gösteremez. “Hiçbir şeyden korkup girilemeyen her türlü insancıl zaaf diye alay edilen zorbalık müthiş bir kuvvettir. Sistemli biçimde düşünülüp tasarlanmış, despotu uygulanan devlet terörü bireyin iradesini etkisiz hale getirir, her toplumu çözer, altını oyar, bitiren bir hastalık gibi ruhları kemirir. Çok geçmeden toplumsal korkaklık onun yardımcısı ve yardakçısı olur. Herkes kendini zayıf hissettiği için diğerlerini suçlar ve korkaklar, korkularından tiranın buyruklarına ve yasaklarına hevesle itaat eder.”

Siyasal İslam’ın kendini kurumsallaştırdığı yeni sisteme geçiş yaptığı günümüzde korku, toplumun en ince damarlarına kadar indirgenmeye çalışılıyor. Çoğu zaman çok önemsenmeyen girişimlerin bir süre sonra sistemde bir baskının aracına dönüştüğünü görüyoruz. Korku yayıldıkça zorbalıkta olduğu gibi Siyasal İslam da artık baskıcı, yanlış düşüncelerini ve müdahalelerini gizleme gereği duymadan açıkça ifade ediyor. En ufak muhalif sesi yargı eliyle sustururken; farklı olana hakaret etmekte, küçümsemekte, hedef göstererek bertaraf etmeye çalışmaktadır. Hitler’in, Calvin’in, Mussolini’nin yaşamları adeta yeniden canlanıyor.

Adım adım zorbalığa kurumsallaşarak pervasızlığı, yanlış görenler ve vicdanın sesi olmaya çalışanlarla kavgaya devam ediyor. Calvin’de karşı Castellio gibi vicdanın çığlığı olarak ortaya çıkması gibi, zorbalığa karşı direnen siyasetçiler, akademisyenler, aydınlar, sanatçılar vicdanı ve toplumsal ahlakı savunmaya çalışıyorlar. Serveto gibi bedeli ödenseler de zorbalık tüm kibrine, özgüvenine rağmen hala korkuyor; korkutmaya, korku yaratmaya çalışanların en büyük korkusu yarattıkları korkunun geçici olduğudur. Korkunun saygı olan zorbası korktukça daha da pervasızlaşıp, daha da saldırganlaşıyor.

Siyasal İslam’ın bu kadar acımasız, saldırgan ve akıl, ahlak noksanlığındaki temel nedeni halen yaşadıkları korkudur. Tüm saldırganlığı, acımasızlığı ve baskılarına rağmen hala vicdanları susturamaz. Vicdanın çığlığını büyütme çabası, sırça köşklerinde yarattıkları korkudan beslenenlerin en büyük korkusudur. “Bütün despot trajedisi politika açısından etkisizleştirildikten ve sesleri kestikten sonra bile bağımsız insanlardan hala korkmalıdır. Onların susmaları, susmak zorunda kalmaları yetmez. Evet demedikleri, başlarda etmedikleri, daha sonra konukları ve hizmetkarları sürüsüne katılmadıkları için varlıklarını hala sürdürmeleri onlar için bir kızgınlık sebebidir.”

Zorbalık sistemleriyle geçmişten günümüze taşınan bir benzerlik de, zorbalık sistemlerinde zorba tiran diktatörlerin sistemdeki belirleyicilikleridir. Tekçi sistem, tek adamın huyu, suyu, karakteri, öfkesi, talepleri, duyguları ve işlemleriyle oluşur. Sistem kurumsallaştıkça zorbanın rengini alır. Calvin, Hitler, Mussolini ve Siyasal İslam’ın da karakteri, zorbanın rengidir. Çoğulculuğa, akla değil tekçi aklının ürettiklerinin genel sistemin özünü oluşturmasından kaynaklı bu durum kaçınılmazdır. “Bütün diktatörler bir fikirle yola çıkar; lakin her fikir biçimini ve rengini onu gerçekleştiren insandan alır.”

16.yüzyıl Cenevre’sinde, 20. yüzyıl Almanya’sı ve İtalya’sı aslında Calvin, Hitler, Mussolini hayallerinin, hedeflerinin, pratiklerinin yaşanan acı deneyimlere, yıkımlara rağmen bugün coğrafyamızda yaşanıyor olması coğrafyanın şansızlığı ve trajedisidir. Ancak zorbalığın olduğu her yerde, olduğu gibi vicdanın sesi çıktığı müddetçe zorbalığın kaybedeceğini tarih bize öğretmiştir. Yeter ki vicdanın sesi zorbalığa teslim olmasın.

 

Alıntılar:
Stephen Zweig – Vicdan Zorbalığa Karşı
Castellio – Calvine

deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
deneme bonusu veren siteler
sultanbetbetbaba
sultanbetbetbaba
deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2025 casino siteleri/div>