Çayırım, kavağım, ormanım gün günden yeşeredursun, bu göğün altına ilk defa hazin bir kalple dönüyorum. Oysa bilseniz toprağımın bağrından neler fışkırıyor şu nevbahar vakti? Lakin benim sol mememin altındaki cevahir solgun mu solgun.
İlkin “Lacê dêd” öldü. Sonra “Pardi suratlı Xıdo” gitti. Biri suya düşerek, öbürü koca kalbine yenilerek.
Xıdo, benim mapusane günlerimden hatıraydı. 70’lerde “örgütün hamalı” diye tabir edilen bir eski tüfeğin akrabasıydı. Bir kır soylusuydu ama şehir onu bambaşka bir şeye çevirdi. Erken yaşta garba göçtü. Dönemin sosyalizm dalgası, sokak hareketleri, kodes, hayat gailesi, şu bu derken yenik ordunun subayı gibi geri döndü. Bu dünyaya gözlerini açtığı güneşin altında çok şey değişmişti. Kavim hareketi bir kıyamla ortalığı alt üst etmişti. Ekmeğini sudan çıkarmaya çalıştı. Ama bahtı yaver gitmedi. Su onun ölüm sebebi oldu.
“Lacê dêd”, deyim yerindeyse hızla doğdu, hızla yaşadı ve o hızla öldü. Dolu içmede üstüne yoktu. Kimlere babalık etmedi ki! 80 sonrasının o meşum günlerinde tanıdığı devrimcilere de yardımı dokundu. Lakin şehrin ritmi gün geldi aort damarını birden patlattı. Şimdi sırlı dağlara bakan mezarında argın argın yatıyor. Söylenene bakılırsa Bılges Ağaları’ndan sonra en uzun mezar onunmuş.
Laçinan sürüsünü önüne katıp yabana çıkadursun, Ağbaba tam karşımda birbirine omuz vere vere mübarek göğe doğru yükseledursun, ben viranemin çardağına kurulup bu iki mezarın içindeki son iki ölüyü düşünüyorum işte.
Xıdo, aşağ’larda, bir su kanalının kıyısında, tıpkı hayatta olduğu gibi yapayalnız yatıyor. “Lacê dêd” yukarda, bahtsız anasının yanı başında. Hatırlıyorum. Anası sık sık Türkçe maniler söyleyen “Xıxos”lu esmer bir kadındı. Dağın öte yüzünden gelmişti. Oradaki mıntıkası kanlı Fırat’a yukardan bakarmış. Bizimkiler Besê derdi ona. Besê aynı zamanda benim de sütannemdi. Kısacık boyu vardı. Ama güzeldi. Bol benli, bol basenli ve çalışkandı. Nedir ki çileli bir kadındı. Gün yirmi dört saat demez çalışır ha çalışırdı.
Dünyanın şarkı garbı yangın yeri gibi yanadursun, oğlum gördüğü her güzele şıp diye vuruladursun, “Raşka’nın Hüzünlü Kızı Mişa” yeryüzü yoksullarının kahrını an be an duyumsayıp hissededursun, ben dengimi ahengimi toplayıp şu ıssız, şu insansız Kızılbaş dağına çekildim. Karşımda şimdi tef u duman içinde sırlı Munzur var.
Kardeşlerim; Bilin ki, kuşağım hazan yaprağı gibi artık. Gün günden dökülüyor. İlkin Karadeniz’in tez canlı oğlu Varer dedikleri Sadık yitti. Ardından işçi Bekir, sonra Boşnak Saffet! İlk ikisinin cenazesindeki kalabalığı saymazsak beni en çok Saffet’in defin an’ı çarptı. Söylenenlere bakılırsa mezarlıkta beş-on kişi ya var ya yokmuş. Bekir de sabah sabah ocağa çorbasını koymuş ısınmasını beklerken sandalyede öyle gitmiş. Yetişmeselermiş yangınla birlikte kül olacakmış. Meğer bir oğlu varmış. O da ummandaymış. Uzak denizlerde yaşıyormuş. Cenazesine bile gelememiş. Anlayacağınız tek ve yalnız ölmüş Tokatlı işçi Bekir!
Bunları düşünürken aklıma nedense İspanya iç savaşının ünlü ünsüz anarşistleri geliyor. Heyhat! Oturup yaşam öykülerini yeniden mi okusam acaba? Onlar ki, “Bayrağımız karadır. Çünkü insan karanlıktır,” derlermiş ya, Falanjistlerle o kıran kırana savaşından ve büyük yenilgisinden yıllar sonra sağ kalabilenlerden -yaşı artık geçip gitmiş her biri- (bu çağın hızına, hazına ve alacakaranlğına) inat bir ine çekilmiş, sadece transistörlü radyoları ve odalar dolusu kitaplarıyla, bu dünyada hışmından hiçbirimizin asla kaçamayacağı ölümü tek başına karşılamışlardır.
Öyledir işte. Vaktiyle babası 1937 yargılamalarında öldürülen kurbanlar arasında olan Kırgız romancı Cengiz Aytmatov’dan kalmış aklımda. İnsanoğlunun yazgısıyla ilgili o her zaman ki berrak ve akıcı üslûbuyla Toprak Ana’da aksakallı ihtiyarı aynı şöyle konuşturuyordu. “Bir insanın kaderi dağdaki patika gibidir: Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur.”
Mar Dağı’nın karı kaşla göz arasında eriyedursun, başımın üstündeki theyr-thur hiç durmadan çın çın ötedursun, Barasor ilk günkü acısıyla inim inim inileyedursun, Xağaçur’da hava bir açıp bir kapanadursun, benim aklım hâlâ Xıdo’nun o bahtsız yazgısında.
Ta Partlardan kalma Pardi’sinde, Kızılcık suyunun kıyıcığında, alabalık yetiştirdiği göletlerin başında, o gün -Tanrı gibi tek ve yalnızken- ne yapıp ne etti acaba Xıdo? Xıdo ki, boylu bosluydu. Hatta bizimkilerin “xorte Kırmancu” dedikleri endama sahipti.
Düşünüyorum da, belli ki garbtaki “büyük kent pıhtılaşması” ona “yaşam olanağı” bırakmadı. O da soluğu arkasına bakmadan doğduğu yerde aldı. (Ne demişti Çinli feylezof? “Yaşam su kıyısında başlar.”) Soluğu aldı almasına da su onun dünyaya gözlerini hem açtığı hem de kapattığı yer oldu işte.
Üç namlı doruğum, phepuğ kuşu ve yabanımla beni bağrına basadursun, Bılges çobanı yazıdan yabana bir çıkıp bir inedursun, ben ki ilk defa bu mübarek göğün altına hazin bir kalple dönüyorum. Meğer kapılar kırılmış, haneler tarumar edilmiş, öksüz viranem bir kez daha muktedirin gazabına uğramış.
Oysa kapısı vaktiyle ta Eğin’den getirilen viranem, kış boyu boş hem de bomboştu. İçinde bir tek canlının, börtü böceğin dahi bulunmadığı bir yalanuz damdı. Ona rağmen şedit bir “fecir baskını”yla alt üst edilmiş.
Şimdi aklı, vicdanı, izanı ve irfanı olan beri gelsin. Bakunin’in ağzıyla konuşacağım: “Sahi dev bir mezbahaya benzeyen devlet,” içinde kimsenin olmadığı yıkık dökük bir haneye niye girer, ne arar ve ne ister?
Tey ki ne tey! Nevbahar envai türlü theyr sesiyle karşılayadursun beni, bahtım şu leyli havalarda bir açılıp bir kapanadursun, ben ki, ahd etmiştim. Ölüye değil diriye yürüyecektim. Ne var ki öyle olmadı. Önce şair öldü. Üstelik “dağlı bir kabiledir aşk” diye diye öldü. Sonra bir sırın “Sırrı”sı öldü.
Biliyorum. Uçurum dipsizliğini fark ettiğinde yeri göğü inleten bir sayha atarmış. Irmak da öyle. Yatağını değiştirdiğinde dönüp arkasına bakarmış. Ah, şu kara zamanda yüreği ağzında olmayan insan mı kaldı?
Şimdi karşı dağın ardındaki “Erzincan’da bir kuş olsa / Kanadında gümüş olsa” ne yazar? Her birimizin içinde çığ gibi büyüyen bir çığlık varken, söyleyin bana ne yazar?
Karlı dağım, onca yıldan sonra ahını zirvesine bırakıp inen son çeteciye el edip içli içli bakadursun, dört yanım rüzgâr sesiyle bir o yana bir bu yana ha bire sallanadursun, titreyen ağaçların altı üstü kuş curnatasıyla ortalığı şenlendiredursun, benim kalbim ilk defa bu ırak ve sonsuz göğün altında hazin mi hazin.
Eskiden alnımın ortasındaki yazıları harfi harfine okuyan bilici kadınlar vardı. (Sahi tıp alınyazısını hepten ortadan kaldırdı mı yoksa?) Alınları da döğme döğmeydi. Bir gelir pir gelirlerdi.
Hatırlıyorum. Suların gürül gürül aktığı zamanlardı. Hem duru hem bulanık aktığı zamanlar! Gerçi şimdi su kaldı mı ki? Hepsi yatağına çekildi. Kim bilir belki de son kanlı arbedede olan biteni görmemek içindir. Velhasıl söyledikleri o kadınların tam olmasa da ham da değildi hani. İlkin suyu bildiler. Ardından ateşi. Anlayacağınız ikisiyle de imtihanım hâlâ daha sürüp gidiyor.
Orman güzeli anam anlatırdı: Falcı kadın beni ateşin ve suyun içinde bulduğunda -o saat- gece kuşuna dönmüş. Uykunun en derin vaktinde kalkar, konağın çardağına çıkar, Ana Fatma’ya karşı kurulurmuş. Dilek tutar, dualar eder, fecre öyle girermiş. Ta o zamandan içine kor ateşler düşmüş işte. İlk içtimai dalgada da olan olmuş zaten. İki elim ateşler içinde cayır cayır yanıyormuş çünkü. Velhasıl anlayacağınız, sağ kalıp bugünleri görebilmem sanki bir mucize!
Heywağ hey! Pederşahi atalarımdan yadigâr viranem gün günden yıkıla-döküledursun, büyük çardağım kar kışa inat sırlı dağa bakadursun, zürriyetim bu yalan dünyadan ard arda el ayak çekiledursun, biliyorum ki sol mememin altındaki cevahir bu defa kırık dökük.
Şimdi bu göğün altında hem ahdımı hem bahtımı beşik gibi sallayan bir şeyler var sanki. Bir his yanılsaması mı yoksa gerçek mi bilmem ama hikâye bununla kalsa neyse. Dahası var. Anamın mezarındaki kitâbe silinmiş. Yusuf’umun ahı rüzgârlanıp havalanmış. Laçinan’ın sürüsüne kurt girmiş. Aliboran ki, bu diyarın tek yiğididir. Vah ki, ne vah. Derler ki, henüz daha muradına ermemiş.
Yine de ben bu bakir yabanda -şaşıracaksınız ama- tek başına sanki Kur’an’ın, Zebur’un, İncil’in ve Tevrat’ın doğduğu zamanları yaşıyorum. Gündüzleri ormandan hiç çıkmıyorum. Yazılarımı göğe en yakın tepelerde yazıyorum. Yıldızların daha kalabalık ve yakın olduğu gecelerde pek az uyuyorum. Nevbaharın ne kadar gizemli kuşu varsa seslerini dinleye dinleye sabahı ediyorum. Ve sabahın bir sahibi olduğunu hep ama hep unutuyorum.
Bazen havaya, suya, toprağa ve dağlara bakıp derin derin düşünüyorum. Böyle zamanlarda melalim beni nerelere götürmüyor ki? Dilime gele gele A.E Houseman’ın şiiri geliyor. Kürsüyü çardağa atıp yoksul Kızılbaş vahasına bakıp içlene içlene mırıldanıyorum.
“Kalbim kederle dolu
Pırlanta gibi dostlarım için
Gül dudaklı genç kızlar için
Ve birçok genç için.”