Yıl 1938 ve hasat zamanı. Lolan Taner köyü askerler tarafından kuşatılır, köy halkı bir konağa kapatılır. Askerler konağın kapısına makineli tüfeği kurmuş, içeridekileri taramak için hazırlık yapmaktadır. Ölümle yaşam arasında kalan Lolanlıların feryadı, göğe yükselir ama duyan olmaz. Aldıkları emri uygulamaya hazırlananların karşısına son bir umutla öğretmen Veli çıkar, “Ben öğretmenim” der ve cebinden çıkardığı evrakları gösterir.
Veli öğretmen Lolanlıdır, görev yeri olan Trakya’dan o yaz ailesine yardım maksadıyla köyüne gelmiştir. Veli öğretmenin merhamet içeren konuşması, kararan vicdanlarda karşılık bulmaz ve son çığlığı öylece boşlukta kalır. Toprak dam altına doldurulan kurbanlar arasından bir kadın, yavrularını korumak isteyen anne ayı misali ocaktan kaptığı taşı (ocakta sacayağı olarak kullanılır) makinalı tüfeğe fırlatır. Ağır makineli yere düşer ve bir ara askerler arasında panik yaşanır. Loto Hesen’in gelini Besê, kanlı pençeleriyle son bir hamle daha yaptığında ilk kurşunla kapı aralığına düşer ve tırnak izleri taşın tanıklığında kalır.
Ardından Veli öğretmen kollarına aldığı iki çocuğu ile yere yığılır. Artık namlu hedefini bulmuştur; daldan düşen elmalar gibi bedenler yan yana düşer. İçlerinde Efendiye Gangi (Efendi Bozkurt) henüz on yaşında, Besê’nin çıkardığı o kargaşa sırasında dedesi tarafından pencereden dışarı salınır. Pencerenin önünde yığılı bulunan buğday saplarının arasına düşen Efendi bir süre ortalıkta görünmez. Hayatını yığılı buğday saplarına borçlu olan Efendi Bozkurt o günün tek tanığı olarak hayatta kalır.
Tarihin cilvesine bakın ki yıllar sonra Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleri üzerine başlayan tartışmalar sürecinde Kanal 7’de yan yana oturduk. Efendi Bozkurt yıllarca yüreğinde saklı tuttuğu yarasını hazır fırsat gelmişken o gün konuşmak istiyordu. 1938 soykırımının izlerini her Dersimlide olduğu gibi Efendiye Gangi’nin yüzünde okumak mümkündü. Devletin 1994 köy yakma ve boşaltma politikası onu daha da yaralamıştı. Dolayısıyla çok şeyi biriktirmişti ve yaşatılan trajediyi olduğu gibi anlatmak istiyordu.
Karşımızda profesör ünvanlı bir ulusalcı vardı. Efendi Bozkurt kendisine sorulan sorulara tanıklığı üzerinden cevaplar veriyordu. Ancak profesör ağalığın ve derebeyliğin yıkılması ile gelen medeniyetin ve cumhuriyetin erdemlerinden söz ediyordu. Hatta daha ileri giderek Dersim İsyanı bir İngiliz kışkırtmasıdır, bu isyan aşiret ağaları ve dedeler tarafından organize edilmiş bir harekettir demişti. Efendiye Gangi ile bir an için göz göze geldik, “ne anlatsak ne etsek nafile” der gibiydi.
Oysa dönemin organizatörlerinden biri olan İbrahim Talu Öngören ’in 21.12.1931 tarihli Dersim raporunda: “1929 senesi Eylülünde bir İngiliz kızının Seyit Rıza’ya 500 altın hediye ile geldiği işaa (haber yaymak) edilmişse de, bir tek altının bile getirildiği ispat edilemedi” demekteydi. Olayın aslı bu iken birçok tarihçi ve yazar benzer iftiraları Dersim halkına karşı dillendirmede bir bahis görmedi.
Denilebilir ki her devletin tarihinde benzer katliamların izlerini görmek mümkündür. Ancak kötülüklerini görüp barışan ve yüzleşenlerde olmuştur. Efendiye Gangi kitaplara konu olmuş bir olayın tanığıydı. Karşısına dikilen profesör onu anlayıp saygı ile dinleyemez miydi? Tarihin seyri yalnızca resmi söylem ve raporlar üzerinden mi okunurdu? Öyle olsaydı bütün sömürgeci devletlerin gerekçeleri genel kabul görürdü. Oysa öyle olmadı, zira insanlık sömürge vahşeti yerine mağdurun tanıklığını esas aldı. İşte Türkiyeli aydının çıkmazı bu ikircikli tutumda yatıyor ve mağduru yok sayıyor.
Besê kadının attığı taş ilk değildi. Derler ki, Osmanlı her sefere çıktığında Dersim ahalisi dağların bahtına sığınırmış. Taşın hükmü ateşli silahtan daha mı üstün sayıldı bilinmez. Ama Sultan Baba zirvesine sığınan bu hak yolu sakinlerinin, taşla süren itiraz öyküsü bitmez olur. Taşla korunur, taşa gizlenir sonra onu ziyaretgâhı sayar. Kolay değildi “cihan devletinden“ kaçmak. Ama dağ zirvelerinde taşın hükmü silaha üstün gelebiliyordu. Diğer yanıyla o savunma aracı gibi görülse de, Dersim’in inançsal kültüründe taş kötülüğün kapısına bırakılan bir nişangâhtı aynı zamanda. Düşülen hatanın özeleştirisi verilmeden taş o kapıdan kaldırılmazdı ve bir nevi toplumdan tecrit edilme işaretiydi. Yani cemaat kararıyla kapıya bırakılan o taş, yine cemaat kararıyla kaldırılabilinirdi. Kötülüğün sahibi, bu kararın ağırlığını bilirdi. Ancak darda durup af dilediğinde o taş kalkar ve o şartla ciranlarının rızalığını almış olurdu. Demem o ki, anlatamadılar bu inançsal derinliği o istilacı generallerin sömürge zihniyetine.
Anlatamadıkları içindir ki hala çocukların kolları kırılır ve taş atan çocuklar cezaevlerinde büyür. Gün gelir o halkın vekili de bu itiraza dâhil olur. Ama büyük bedel ödettirilir. Öyle ki Aysel Tuğluk’un attığı taş devlet katında kine dönüşür. Akabinde vefat eden Hanımanneye bir mezar yeri çok görülür. Köpürtülen ırkçılık sonucu Hanımanne defnedildiği Ankara mezarlığından çıkartılarak Dersim’e uğurlanır. Ardından kimi ona Ermeni, kimi Kürt, kimi de Kızılbaş dedi. Etme bulma dünyası, kim derdi ki kolları kırılan çocuklar bir gün Türk siyasetinde denge unsuru haline gelecek ve kötülüğün sahipleri o kapıya muhtaç olacak.