Bir Diyarbakır konserinden yola çıkarak yazdığım makalenin ikinci bölümünü merak edenler oldu. Bu hafta o soğuk karşılaşmayı bir düzeltme yaparak yazmak istedim: Diyarbakır konserimin tarihini 1993 olarak yazmıştım, doğrusu 1994.
*
Konser sonrası Diyarbakır Demir Otel’in etrafı çevik kuvvet polisleri tarafından sarılmıştı. Bu kuşatmayı geçerek geldiğimiz otelin lobisinde Cantürk Ailesi bizi karşıladı ve birlikte misafirlerini ağırladıkları üst kattaki bir bölüme geçtik. Cantürk Ailesi’nin acısı tazeydi ve kadınlar siyah başörtülü olarak aynı yılın başında kaçırılıp katledilen Behçet Cantük’ün yasını tutmayı sürdürüyordu.
Demir Otel’in aynı zamanda kaçırılıp öldürülen İş İnsanı Behçet Cantürk’ün olduğunu biliyordum zaten. Diyarbakır’da bu otelde kalmayı seçmemizin nedeni de buydu. Behçet Cantürk’le İstanbul’daki tanışmamız Ahmet Kaya vesilesiyle olmuştu. Bir gün bana “Ferhat, seni bir Kürt iş adamına götüreceğim, çok şaşıracaksın” demişti. Bu ziyaretimizin ayrıntısına girmeden devam etmek istiyorum.
Behçet Cantürk
Bu tanışmamızın 6 ay kadar sonrasında (1994 yılının başıydı) Liceli Behçet Cantürk’ün yolu İstanbul’un en işlek caddelerinden Bağdat Caddesi’nde, üzerinde polis sinyal lambası bulunan sivil iki otomobil tarafından kesilmişti. “Polis” yazan yelekleri, ellerinde otomatik kısa namlulu silahlar ve telsizler bulunan kişiler, Cantürk ve şoförünü otomobilleriyle birlikte alıp götürmüş ve cesetleri bir gün sonra Sapanca’da bulunmuştu.
Faili meçhul cinayetlerin ardı arkasının kesilmediği karanlık günlerdi. Ahmet Kaya ile ofisinde ağırlandığımız Behçet Cantürk’ün öldürülmesi ikimiz için de sarsıcı olmuştu. İstanbul’daki cenaze törenine yine birlikte katılmış ve acılı ailesine taziyemizi sunmuştuk.
BAKANDAN YENİ TELEFON
Diyarbakır Demir Otel’de o akşam dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay’ın danışmanı ikinci kez beni aramış ve son durumumuzun nasıl olduğunu sormuştu. Otelin çevik kuvvet polisleri tarafından ablukaya alındığını ve otelin lobisine kadar yerleştiklerini söyledim. Muhtemelen beni almak istediklerini düşündüğümü belirttim ve Moğultay’ın bir kez daha devreye girmesini özellikle istedim. Danışman, bana bir gün sonra İstanbul’a nasıl döneceğimi de sordu. Bu dönüşün Elazığ’dan olacağını ve Elazığ’a kadar gitmişken oradan Dersim’e de geçmeyi düşündüğümü belirttim. Bu koşullarda bunun biraz zor olacağını da belirttim. “Ferhat Bey, bu konuşmamızı sayın bakanla paylaşacağım ve gereken yapılacak, rahat olun” diyerek telefonu kapatmıştı.
Bu görüşmeden bir saat sonra otelin etrafı ve Lobi’deki polislerin geri çekildiğini gördük. Cantürk Ailesi, ertesi gün bizi Elazığ’a götürecek bir de taksi ayarlamıştı. Uyumak üzere odalarımıza geçtik.
DERSİM’E DOĞRU…
Sabahın beşinde taksi otelin önündeydi. Cantürk Ailesi ile vedalaştıktan sonra sazımı ve çantamı bagaja yerleştirmiş ve Elazığ istikametine doğru yola çıkmıştık.
Taksi şoförü aldığı görevin bilinciyle içten ve son derece dikkatliydi. Diyarbakır-Elazığ yolunda birkaç kez jandarma tarafından durdurulduk, kimliklerimize bakılıyordu ve yolumuza devam ediyorduk. Elazığ’a vardığımızda ‘Tunceli’ levhasını görünce içimde fırtınalar koptu! Taksi şöförüne çok kararlı bir tavırla devam etmesini istedim. Elazığ’ı pas geçip Dersim’e doğru yolculuğumuzu sürdürdük. Yıllar sonra Dersim’e gitmenin anlatılması zor sevinci ve heyecanı vardı. Elazığ çıkışında ve Kovancılar’dan sonra Dersim Seyitli Köprüsü’nde panzerler eşliğinde askerler karşıladı bizi. Kimliklerimize bakıldıktan sonra hiçbir şey sorulmadan devam etmemiz söylendi. Bir engelle karşılaşmadan yolumuza devam ediyor olmak beni sevindirmişti.
SİLAHLAR DOĞRULTULDU, KARAKOLA GÖTÜRÜLDÜK
Göktepe’yi geçtik ve Mazgirt Köprüsü’nü gördüğümüzde yolun askerler tarafından tutulduğunu gördük. Karakolun olduğu noktaya vardığımızda silahlar üzerimize doğrultulmuş ve taksinin kapıları açılarak dışarı çıkmamız istenmişti. Bu beklenmedik şiddet karşısında sadece şaşırmadık, biraz da korktuk.
Taksinin şöförüne bagajın açılması ’emredildi’ ve açılan bagajda bulunan bağlama ve diğer eşyalar dışarıya çıkarıldı. Daha sonra üzerimiz arandı. Kendilerine sanatçı olduğumu ve bu şiddetli muameleye gerek olmadığını söyledim. İki asker karakolu göstererek komutanlarının beni beklediğini söyleyince şaşırdım. Yanımdaki arkadaşıma, “demek ki burada bekleniyormuşuz” dedim. Karakolun ön bahçesine girdiğimizde asker kıyafetli bir komutanın bizi karşılayacağını beklerken tam tersi oldu. Duvara yaslanmış plastik bir sandalyede, birbirine dolanmış ayakları, önündeki masanın üzerinde oturan şahıs saçı sakalı birbirine girmiş sivildi. Solunda duvara dayalı farklı marka ve boyutlarda büyük silahların görüntüsü, durumun vahametini gösteriyordu.
‘MEMLEKET RÜZGARI’ VE GÖZDAĞI
Yerinden kıpırdamadan ‘huzuruna getirildiğimiz’ bu şahıs beni çok iyi tanıyormuş gibi alaycı bir edayla, “Ferhat, hangi rüzgar attı seni buralara” diye sordu. Cevap verip vermeme konusunda biraz kararsız kaldım. Zira karşımda duran şahsın bir asker olduğuna dair şüpheye düştüm. “Memleket rüzgarı” cevabıma sinirlenerek “O eskidendi Ferhat, memleketin rüzgarı senden yana değil, benden yana esiyor” dedi. “Askerlerin, bizi beklediğini söylediği komutan siz misiniz” diye sordum ve şu yanıtı aldım: “Sadece komutan değil, Tunceli’nin etrafında bildiğin bu dağların sahibiyim.”
Ben de “Dağların sahibiyseniz burada ne işiniz var? Dağların sahipleri dağlarda olur” deyince biraz sinirlenmiş halde ayaklarını masadan aşağı indirdi ve askerleri işaret ederek geri çevrilmemizin emrini verdi. Bu kararın kabul edilemez olduğunu, büyük bir sevinç ve heyecanla buraya kadar geldiğimi ve buradan Dersim’e gidip akrabalarımı görmeden dönmeyeceğimi kararlıca ifade ettim. Bu kararlı çıkışımın ardından “Sana 2 saatlik süre veriyorum. Akrabalarını görüp Tunceli’yi terk edeceksin” dedi ve içeriye geçti. Yolun kenarında duran bağlamam ve diğer eşyalarımı bagaja yerleştirdikten sonra Dersim’e devam ettik. Dersim’de üç gün boyunca kaldım ve gidilmesi sakıncalı denilen Ovacık’a kadar bile gittik. Üç gün sonra Dersim’den ayrılırken Mazgirt Köprüsü’ndeki arama noktasında bu kez durdurulmadan geçtik.
İNTERNET İLE TANIŞMA VE MAİLİME GELEN BİLGİ…
İnternetin hayatımıza yeni girdiği yıllardı. Sevgili Ahmet Kaya’nın teşvikiyle ben de bilgisayar edinmiştim. O zamanlar bilgisayar denince herkesin aklına chat odaları gelirdi. Ahmet’in yardımıyla bu chat odalarındandan birinin müdavimi olmuştum ben de. Bu odalarda karşılıklı sohbet ve tartışmalar olurdu. Her birimizin bir ‘kod adı’ vardı ancak çoğu insan bu adların kime ait olduğunu biliyordu. Ahmet “Battal”, ben ise “Barok” kod adıyla sohbet ederdik.
Bu sohbet odalarında bir gün birisi benden mail adresimi istemişti. Bunu neden istediğini sorduğumda, Berlin’de yaşayan bir akrabasının bana bir bilgi vereceğini söylemişti. Mail adresime daha sonra bir mektup geldi. Yazan kişi, evlilik yoluyla Berlin’e yerleşen, Mazgirt Köprüsü’nde bizi karşılayan askerlerden biri olduğunu belirtiyordu. Komutan olarak bizi karşılayan kişinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu, bu kişinin beni almak için özel olarak oraya geldiğini ve daha sonra nasıl olduysa fikrini değiştirip bizi serbest bıraktığını yazıyordu. Doğrusu o güne kadar bu kişinin ‘Yeşil’ kod adlı tetikçi olduğu hiç aklıma gelmemişti.
Yıl 2012. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde Dersim’de yaptığım bir konuşma nedeniyle yargılandım ve 2 yıl ertelenmiş hapis cezasına çarptırıldım. Mahkeme çıkışı polisler bir başka soruşturma nedeniyle savcılığa çağırdılar beni. Savcılık, soruşturmanın “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım ile ilgili olduğunu belirterek oturmamı istedi. Mazgirt Köprüsü’ndeki karşılaşmayla ilgili bilgi sahibi olduklarını söyledi ve bu anı detaylı bir şekilde anlatmamı istedi. Bana gelen meçhul askerin bilgi notuyla birlikte 2 saat boyunca bildiklerimi anlattım. Bu soruşturmanın nereye vardığı konusunda hâlâ bilgi sahibi değilim.