Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanacak Süper Kupa’nın, TC’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Suudi Arabistan’da oynanmasını, Türkiye Futbol Federasyonu öneriyor ve takımlar da kabul ediyor. Böylece hem Suudi Arabistan’a bir jest yapılacak ve hem de oradan gelebilecek bir yardım için kapı aralanacaktır. Buraya kadar her şey normal. Ancak Türk takımları, gerek saha içinde gerekse saha dışında yaptıkları eylemlerle bunu ırkçı-Kemalist bir şova dönüştürmeye çalışınca Suudiler de, kendi hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak buna izin vermediler.
Kriz futbolda çıksa da, krizin sebebi futbol değildir; sebep, yüzüncü yılını kutlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin, antidemokratik, ırkçı-faşist geçmişinden kurtulup bir türlü demokratikleşememesidir. Yeni yüzyılda da, evrensel değerlere ve insan haklarına saygılı özlenen demokrasiye bir türlü ulaşamadı: Hâlâ kutsal devlet refleksiyle hareket ediliyor…
Bunun çeşitli nedenleri var; olabilir de. Fakat bu nedenler topluma asla açıklanmadı; toplum bilgilendirilmedi. Hatta o kadar ileri gidildi ki, Cumhuriyet, demokrasi ile özdeş olarak tanıtıldı. Oysa Cumhuriyetle demokrasinin hiçbir alakası yok. Doğrudur, devletin yönetim biçimi cumhuriyetti, ama devlet başkanının katı yönetimi altında tek partili bir yönetim egemendi, basın, katı bir şekilde sansür edilmişti, Üniversiteler denetim altındaydı, başta sendikalar olmak üzere hiçbir sivil toplum kuruluşunun faaliyetine izin verilmiyordu. Bu konuda Türkiye bir istisna da değildi; ismi Cumhuriyet olup da yüzlerce otoriter rejim var yeryüzünde. Bununda ötesinde bahsi hiç geçmeyen, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet rejiminin, ilk iki dönem parlamentosu, Türkiye’nin en demokratik meclisleriydi: Orada, ülke bileşenlerini temsil eden parlamenterler, kendi anadillerinde, temsil ettikleri halklarının sorunlarını dile getirmekten bir engele karşılaşmadılar: hiç kimseye X diliyle konuştu demediler. Bugün dahi aynı konuşmalar parlamentoda yapılmıyorsa, II. Meşrutiyet rejiminin parlamentosu, adı Cumhuriyet olan parlamentolarının ilerisindeyse, Cumhuriyet kazanımlarından bahsetmek hiçbir anlam ifade etmiyor demektir.
Türkiye Cumhuriyeti inkâr da etse, yok da saysa böyle bir tarihsel süreçten geçerek gelmiştir. Bu sürecin yok sayılması, her şeyi yoktan var eden bir üstün insana veya bir başbuğa mal edilmeye çalışılması ülkede telafisi mümkün olmayan bir lider kültünün doğmasına neden olmuştur. Lider kültünün egemen olduğu yerde demokrasi gelişemez, çünkü her şey, en doğru bilen ve bildiğini de uygulayan lidere havale edilir: Orada insanlar özgür yurttaş veya özgür birey değildir; özgüvenlerini yitirmiş, esen rüzgâra göre savrulan sade kitlelerden ibarettir. Kitleler her zaman sığınacakları bir liman ararlar ve bu limanda; toplumu hiyerarşik bir sistem içinde emirle yönetecek otoriter lider kültünü yaratır. Lider kültünün egemen olduğu toplumlarda insanlar en çok özgürlükten ve özgür olmaktan korkarlar.
Erich Fromm’un belirttiği gibi, pek çok insanın özgürlükten korktuğunun da farkındadırlar. Çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir; bu yüzdendir ki insanlar, ekonomik güvensizlik ve toplumsal huzursuzluk zamanlarında, ne düşünmelerini ve ne yapmalarını kendilerine söyleyecek güçlü bir lider ararlar. Modern toplum içinde tecrit edilmiş köksüz bireyler, kolayca otoriter örgütlere, cemaatlere ya da Devlet’e kendilerini adamayı ve boyun eğmeyi son çare olarak görürler. Özgürlüğünü devlete veya bir başkasına devreden birey, artık kendini yönetecek, kendi bireyselliğini gerçekleştirecek kadar özgür değildir; olsa olsa modern bir köledir…
Kutsal devlet refleksiyle hareket edenler, komşularını düşman olarak görürler ve düşmanlaştırırlar. Herkes onlara düşmandır ve ülke düşman ülkelerle çevrilidir. Araplar, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vuran nankör insanlardır. Hiç kimse onların da ulusal devletlerini kurmak için mücadele ettiklerini sorgulayamaz, sadece onlardan koşulsuz bir itaat beklenmektedir. İtaati görmeyince de hemen ulusal damarları kabarır, “Andımız” gibi faşist söylevlere sarılarak, ne kadar üstün millet olduklarını onlara göstermeye çalışırlar; ne de olsa “Bir Türk Dünya’ya Bedeldir”, o halde “Ne Mutlu Türküm Diyene”. İtirazımız elbette yok…
Türkiye’nin ciddi sorunudur: İktidarıyla, muhalefetiyle aynı şeyi savunuyor olmalarıdır. Yani Türkiye’de tek parti vardır, hem iktidardadır hem de muhalefete….
Oysa demokrasi, çoğunluğun değil, çoğulculuğu savunan rejimin adıdır: Orada tek seslilik değil, çok seslilik geçerlidir.
Demokrasilerde çoğu zaman çoğulculuk da yeterli değildir, âdemi merkeziyetçiliğin de uygulanması; yani yetkinin merkezden yerele devredilmesi gerekir. Gittikçe ağırlaşan sorunlar ancak bu yolla, yerinden yönetimlerle, yerelde çözülebilir; toplumsal gelişmede bunu dayatmaktadır. Toplumsal gelişmenin önünü tıkanırsa, sorun başlar, öyle bir an gelir ki toplumsal gelişme önündeki tüm engelleri aşar gider…
Hemen bazılarının aklına şu soru gelir, peki bu devleti bölmez mi?
Soruya yanıt vermeden önce şunu belirteyim ki, ülkeyi bölen demokrasi değil, otoriter anti demokratik rejimlerdir.
Türkiye’de âdemi merkeziyetçiliği ilk savunan siyaset ve düşün insanı Prens Sabahattin’di. Sabahattin bu düşüncesini 1902 tarihinde Paris’te toplanan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk kongresinde kabul ettirdi, ama başını Ahmet Rıza, Dr. Bahaeddin Şakir ile Dr. Nazım’ın çektiği aşırı merkeziyetçi milliyetçilerin hışmına uğradı ve vatan hainliğiyle suçlandı. Aşırı merkeziyetçi milliyetçiler ya da günün tabiriyle ulusalcılar, 1905 kongresinde düşüncelerini İttihat ve Terakki partisine kabul ettirdiler; o gündür, bugündür bu düşünce, sağıyla soluyla Türk siyasal hayatını yönlendiren tek düşüncedir.
Bu düşüncenin beslendiği kaynaklara baktığımız da: Pozitivist felsefe, Biyolojik materyalizm, Sosyal Darwinizm ve Solidarizmdir: Dördü de uluslaşma sürecindeki Avrupa’nın en gerici düşünceleridir. Özellikle, Sosyal Darwinizm, güçlü olanın egemen olma hakkı; güçsüz halkları ezme, asimile etme hakkı, Alman Nasyonal Sosyalist Partisinin yani Nazilerin temel düşünce kaynaklarından biriydi ve İkinci Dünya Savaşı’nda dünyayı nasıl kan gölüne çevirdiğini biliyoruz. Nazi yenilgisiyle bu düşünce Avrupa’da yerini halkların eşitliğini ve özgürlüğünü savunan demokrasiye bıraktı: Sadece Türkiye’de varlığını korumaya devam etmektedir; hem de Kemalizm adı altında…
Türkiye, yüzyıldır bir kavram kargaşası yaşıyor: Prens Sabahattin’in savunduğu fikirler gerici ve bölücü, Ahmet Rıza ile Dr. Nazım’ın savundukları ise ilerici olarak kabul edildi veya edildiler. İbrahim Kaypakkaya dışında Türk solu da bundan kendini kurtaramadı, bugünde Türk solu nazarında Kemalizm, ilerici ve anti-emperyalist bir hareket olarak görülmektedir.
Kemalizm’in, Türk solu tarafından ilerici bir hareket olarak görülmesi, onun sınıfsal karakterine veya anti-emperyalist olup olmamasına bakılmaksızın, Ahmet Rıza tarafından savunulan pozitivist felsefi dünya görüşün benimsenmesinde yatar. Böylece dine karşı bilim savunulmuş, özellikle sosyoloji, toplumu kurtaracak yegâne bilimsel metot kabul edilmiştir. Burada görülen çelişki, ateizm ile materyalizmin birbiriyle karıştırılmış olmasıdır: Ateizmin, materyalizm olduğu sanılmıştır. Oysa her ikisi de farklı farklı şeylerdir.
Peki, bu düşüncenin tarihsel sonuçları ne oldu?
Koca bir imparatorluk dağıldı. Ermeniler, Pontus Rumları, Êzidi ve Kızılbaş Kürtleri ile Süryaniler soykırıma uğradılar: Ülke, çok kültürlülükten kültürel erozyona uğradı. Ekonomi çöktü, Osmanlı ordusunun büyük bir kısmı açlık ve hastalıktan yok oldu; halkın yarısından fazlası açlık ve sefalet çekti; hâlâ çekiyor. Kürtlere ve diğer Müslüman azınlık halklara asimilasyon dayatılarak ulusal varlıkları inkâr edildi. Vatandaşların hak arama hakkı gasp edildi, ulusal gelirin aslan payı orduya, silaha ve Diyanet İşleri Başkanlığına harcandı. Ekonomik gelişme tökezlendi, emekçi sınıfların ulusal gelirden aldıkları pay her yıl azalarak devam etti. Militarizm, toplumun genlerine işletildi, ülke bir türlü demokratik bir topluma dönüşemedi…
Üstünde durulması gereken konu bu; bunca ağır bedele karşı, ülke yüzyıldır sorunlarını çözemiyor, ama yanlıştan da dönemiyor.
Mevcut sorunlarına gün geçtikçe hukuki sorunlar gibi yeni ve daha ağır sorunlar ekleniyor.
Demokrasi ile hukuk arasında korelasyon bağın varlığı unutulmamalı; biri yoksa diğeri de yoktur.
AKP iktidarlarının ilk yıllarında yargı kararlarında hukukun üstünlüğünü hiç değilse teoride ayakta tutma gayretlerinin görülmesi, istisnai vakalarla sınırlı değildi. Dönemin Başbakanı, “ Anayasa Mahkemesinin verdiği kararları beğenmiyoruz” diyebiliyordu: ancak uyuyoruz, uymak zorundayız diyordu. Ve hatta yeni bir Anayasa yapıncaya kadar da uyacağız.
Şimdi ne oldu?
Anayasa kararlarına uyulmadığı gibi, iktidar ortaklarındaki bir parti lideri, TİP üyesi Can Atalay hakkında “hak ihlali” kararı veren Anayasa mahkemesine tehditler savuruyor, Anayasa Mahkemesi’nin Başkanını suçluyor.
Bu ne cüret…
Bugünkü koşullarda Türkiye’nin siyasi zemininde ne objektif ne sübjektif bir hukuk vardır; hiçbir hukuki güvence yoktur, genel geçerlilik taşıyan usul hükümleri ve belirlenmiş salahiyetler de yoktur. Kısacası, taraflara sorumluluklar yükleyen ve haklar tanıyan bir idare hukuku da yoktur. Bu alanda sadece merkeziyetçi devleti koruyan önlemler hüküm sürmektedir: bu da var olan otoriter rejimini daha da güçlendirmektedir.
Mahkemede veya mahkemelerde beklenen hüküm, hükümetin verdiği veya vereceği karardır, hükümet kararı ise Reisin kararıdır: Reisin kararı herkesi bağlar. Böylece lider ya da Reis devletle özdeşleştirilir. Devletle özdeşleşmek diktatörlüğün malumu ilanıdır: Ancak diktatörlüğün hakiki karakterini, yasal seçimlerle perdelemeye çalışılır ve ona demokratik bir öz verilir; ama gerçekte uygulanan faşizmdir…
Yüzyıllık Cumhuriyetin, merkeziyetçi otoriter rejiminin ülkeyi getirdiği yer burasıdır.
Sürekli artan askeri harcamalar ve ona bağlı olarak artan baskı ve yoksulluk.
Sonuç ise yoksul halk çocuklarının askerden gelen ölüm haberleri ve onlar üzerinden yapılan siyasi polemikler veya atılan hamaset nutukları ve galeyana getirilen halk…
Bu kısır döngü aşılmalıdır.
Bunu da ancak, yüzyıldan fazladır Türkiye’ye egemen olan, yukarıda adı geçen düşüncelerden arınmasıyla olur. Bunun pan-zehiri de demokrasidir.
Türkiye ya demokratikleşecek, demokrasiyi yerele yayarak sorunlarını, yerinden, yerelden çözecek ya da bugünkü kısır döngü içinde çırpınıp duracaktır. Ama ülkenin bir yüzyılı daha kaybetmeye tahammülü yoktur.