SEVDA CAN
Türkiye bugün yalnızca bir siyasal eşikten değil; ahlaki, kültürel ve toplumsal bir çözülme sürecinin içinden geçmektedir. Barış tartışmalarının yeniden gündeme geldiği her dönemde aynı soruya tosluyoruz: Bu barış hangi toplumla, hangi değerlerle ve hangi hafızayla kurulacaktır?
Bugün Türkiye’de dizi sektörü, yalnızca bir eğlence alanı ya da ekonomik başarı hikâyesi değildir. Aksine, dünyaya ihraç edilen bu sektör, içeride toplumun ahlaki ve politik dokusunu tahrip eden bir ideolojik aygıta dönüşmüştür. Şiddeti estetize eden, mafyatik erkekliği yücelten, kadın bedenini ya kurban ya da nesne olarak sunan, güç ve tahakkümü “normal” ve “arzu edilir” gösteren bir anlatı evreni kurulmaktadır. Öyle ki, pek çok ülke bu kültürel toplumsal saldırıları gördüğünden, Türk dizilerine kapılarını kapatmış, adeta toplumlarını korumaya almış bulunuyorlar. Çünkü yeni dönemin celladı olan bu kültür endüstrisi, zehirli bir sarmaşık gibi toplumu sarmakta, tüketmektedir. Ancak üçüncü dünya ülkeleri ve özünde çeteleşmiş iktidar gerçekliğine sahip ülkelerce bu dizilere bir rağbet mevcut.
Bu dizilerde cellat çoğu zaman kahramandır. Öldüren erkek güçlüdür, hükmeden meşrudur, intikam kutsaldır. Kadınlar ya susturulur ya da şiddetin dekoruna indirgenir. Çocuklar suçun, istismarın ve kirli ilişkilerin olağan figürleri hâline getirilir. Böylece şiddet, sadece görünür kılınmaz; ahlaki olarak da meşrulaştırılır.
Bu durum tesadüf değildir. Reyting, ihracat ve kâr gerekçeleriyle savunulan bu yapımlar, aslında toplumun değer yargılarının altına yerleştirilen birer dinamit gibidir. Her akşam evlere giren bu anlatılar, toplumu yavaş yavaş kendi celladına dönüştürür. Toplum, şiddeti üretir, tüketir ve yeniden üretir hâle gelir.
OSMANLI FANTEZİSİ VE IRKÇI YAYILMACILIK
Dizi sektörünün bir diğer ayağı ise Osmanlı tarihinin fetişleştirilmiş bir versiyonudur. Tarih, burada bir yüzleşme alanı değil; Türkçü ve İslamcı yayılmacılığın ham maddesi olarak kullanılmaktadır. Fetih, savaş, kılıç ve erkeklik mitleri, eleştirel bağlamından koparılarak yüceltilir. Çok kültürlü, çok inançlı Anadolu ve Mezopotamya tarihi silinir; yerine tekçi, militarist ve hiyerarşik bir anlatı yerleştirilir.
Bu anlatılar, yalnızca geçmişi çarpıtmakla kalmaz; bugünün ırkçı, cinsiyetçi ve dışlayıcı politik iklimini de besler. Farklı olan tehdit, itaat erdem, şiddet ise kaçınılmaz kader gibi sunulur. Böylece barış fikri değil, sürekli bir savaş hali normalleştirilir.
TOPLUMSUZLAŞTIRMA: GÖRÜNMEZ SAVAŞ
Bu kültürel saldırı, Kürt coğrafyasında daha derin ve yıkıcı bir biçimde hissedilmektedir. Uyuşturucu, fuhuş, çetecilik ve mafyatik ağların yaygınlaşması, rastlantısal değildir. Bunlar, örgütlü bir toplumu dağıtmanın, hafızasını silmenin ve direniş kapasitesini zayıflatmanın araçlarıdır.
Amaç, politik özne olan bir halkı, yalnızlaşmış bireyler toplamına dönüştürmektir. Yani toplum üretmek değil, toplumsuzluk üretmektir. Kürt özgürlük hareketinin yıllardır savunduğu demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum modeli, tam da bu nedenle hedef alınmaktadır. Çünkü bu paradigma, yalnızca siyasal bir alternatif değil; aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir direniş hattıdır.
EKRANDAN TAŞAN ŞİDDET, SOKAĞA SIZAN ÇÜRÜME
Son dönemde sosyal medyaya yansıyan kadın cinayetleri, çocuk istismarları, organize suç ağları ve uyuşturucuya sürüklenen gençlik haberleri, bu kültürel iklimden bağımsız değildir. Ekranda normalleştirilen şiddet, sokakta yeniden üretilmektedir. Şiddetin dili, estetiği ve gerekçeleri, diziler aracılığıyla toplumsal bilinçaltına kazınmaktadır.
Bu nedenle barış, yalnızca siyasal aktörler arasında yapılacak bir mutabakat meselesi değildir. Toplumun ruhu onarılmadan, kültürel ve ahlaki çürüme durdurulmadan barış kalıcı olamaz.
DOĞANIN VE GELECEĞİN CELLATLIĞI: RANT, YAĞMA VE KAPİTALİST AKIL
Toplumsal varoluşu hedef alan bu kültürel ve ahlaki imha, doğadan bağımsız değildir. Bugün ülkede yürütülen rant siyaseti, yalnızca toprağı, ormanı, suyu ve havayı değil; toplumun geleceğini ve ortak yaşam umudunu da yok etmektedir. Dağlar dinamitle parçalanıyor, ormanlar şirketlere peşkeş çekiliyor, sular kurutuluyor, gökyüzü katran rengine bürünüyor. Bu bir çevre sorunu değil; doğrudan doğruya yaşamı hedef alan politik bir saldırıdır.
Akbelen’den Munzurlara, Gabar’dan Artvin’e kadar uzanan bu yağma hattı, tekçi devlet aklının güncellenmiş hâlidir. Dün ötekileştirerek yok eden zihniyet, bugün içeride tekçiliğini sürdürürken, dışarıya karşı ülkenin doğasını, emeğini ve geleceğini ekonomik çıkar uğruna fütursuzca pazarlamaktadır. Kapitalist, erkek egemen ve kısa vadeli kazancı esas alan bu anlayış, toplumun nefes borularını bir bir tıkamakta; yaşam alanlarını yok ederek toplumu edilgenliğe ve çaresizliğe mahkûm etmektedir.
KÜLTÜR, SANAT VE SİNME HALİ
Bu noktada kültür ve sanat alanının sorumluluğu daha da ağırlaşmaktadır. Gezi’de ortaya çıkan öncü ruh, dayanışma ve ortak itiraz kültürü neden bugün aynı güçle görünür değildir? “İşimi yapar, paramı alırım” anlayışı, yalnızca bireysel bir tercih değil; sistemin bilinçli olarak ürettiği bir sinmişlik hâlidir. Bu tutum, sanatın dönüştürücü gücünü törpülerken, iktidarın kültürel tahakkümünü de pekiştirir.
“Ben her rolü oynarım, ben sanatçıyım” demek; kadına yönelik şiddeti, çocuk istismarını, gençliğin çürütülmesini, doğanın talanını ve topluma içirilen zehri sorgulamadan yeniden üretmek anlamına geldiğinde, sanat özgürleştirici değil; cellatlığın bir parçası hâline gelir.
Buradan özellikle dizi sektöründe çalışan senaristlere, yapımcılara, yönetmenlere, oyunculara, bir soru yöneltmek gerekir: Vicdanlarınız rahat mı? Bu hikâyeler adrenalini yükseltmek için mi yazılıyor, yoksa şiddeti ve kadın cinayetlerini normalleştirerek toplumu yavaş yavaş katletmek için mi? Bir kadını erkeğin egosuna kurban eden, öldürülmesini dramatik bir gerekçe gibi sunan bu anlatıların ölçütü nedir? Reyting mi, ihracat mı, yoksa başka bir körlük mü? Ne zaman, hangi ara bu dizilerdeki yaşam tarzı ve anlayışları bizimle özdeş oldu? Neden, otantik yerel kültürümüzü, dilimizi, yapay kapitalist sanal kültür ve dil ile harmanlıyoruz? Neden, hakikatimizi kaybettiriyor, silikleştiriyoruz? Ölüyoruz, öldürülüyoruz, haberiniz yok mu?
Bugün asıl cellat, yalnızca silah taşıyanlar değildir. Şiddeti kutsayan, ahlaki çöküşü olağanlaştıran ve toplumu kendi değerlerine yabancılaştıran bu kültürel düzenin kendisidir.
Barış, silahların susmasıyla değil; toplumun yeniden inşasıyla mümkündür. Tarihle yüzleşmeden barış olmaz. Kadın özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Toplumun ruhu onarılmadan kardeşlik kurulmaz.
Tam da bu noktada, Kürt özgürlük hareketinin kadın eksenli demokratik ekolojik toplum paradigması, bu çürümeye karşı güçlü bir panzehir sunmaktadır. Toplumun ahlak felsefesini, ölçülerini, değerlerini esas alan, kadın özgürlüğünü, eşitliğini, estetiğini merkezine koyan, doğayı kendi asıl evreni, evi gören, kendinden doğasını ayırmayan, emeğe, değere, hayvanına dost bir bakış açısını özümseyen bir zemine sahip olan Demokratik Toplum Perspektifi ya da Paradigması bu kültür kıyım endüstrisinin, toplum mühendisliğine dur demenin tek yolu ve çözümüdür. Yaşamı merkeze alan, tahakkümü değil eşitliği savunan bu yaklaşım, barışın toplumsal zeminini tarif eder. Kürt özgürlük hareketinin, siyasetinin, sivil toplum anlayışının ve yerel yönetimler özünün buradan geldiğini ve bugün Türkiye’deki bu kültürel çözülmeyi de ancak bu felsefi yaşam anlayışı ile çözebileceğimizi görmemiz gerekiyor. Bu ne bir propaganda ne bir ezber ne de ütopyadır. Bu coğrafyada zaten var olan, ancak silikleştirilip görünmez kılınmaya çalışılan aşkın, hayatın gerçeği hakikatidir. Tam da buradan yola çıkarak, siyaset argümanlarımızı, dilimizi değiştirmeli, yapıcı, yaratıcı kılmalıyız. Köklerimizden beslenmeli, özümüzü yitirmemeliyiz.
Kültür, sanat, edebiyat ve sinema; şiddeti yeniden üretmek yerine toplumsal iyileşmenin araçları hâline gelebilir. Ancak bunun için cesur bir yüzleşme, samimi bir sorgulama ve mevcut kültür endüstrisinin ideolojik işlevinin açıkça tartışılması gerekir.
Ve biz biliyoruz: Bu topraklarda yeniden insan kalabilmek, birbirimizi yeniden insan olarak görebildiğimizde mümkün olacaktır.
