Bu çalışmamda Kırmancki/Zazaca alanında çalışmalar yapan Hawar Tornêcengi’n, “Qesê Pilunê Dersımi u Vatey” ve Ekrem Yüzer’in “Cawidaniya Hiri” adlarıyla yayınlanan eserlerine dikkat çekmek istiyorum. UNESCO tarafından kaybolmakla yüz yüze kalan diller kategorisinde görülen Kırmancki/Zazaca alanında yapılan bu çalışmaları takdir edecek cümleler kurmanın kolay olmayacağını, özellikle belirtmek isterim.
Ancak şu kesin ki, bahsini edeceğim her iki çalışma da yüksek bir adanmışlık ve tamamen özveriye dayanan yürek işçiliği gerektirmektedir. Bunlar olmadan iğneyle kuyu kazarak büyük bir söz hazinesini gün yüzüne çıkartmak ve dilimizin sınırlarını dünyanın sınırlarına ulaştırarak farklı dillerin zenginliğiyle buluşturmak kolay değildir.
Kadim Dersim coğrafyasında tekçi inkarcı politikalar sonucu kritik seviyeye ulaşan dil kırımıyla birlikte çok temel kültürel norm, mit ve ritüeller de önemli oranda yitirilmiş ve yeni kuşaklar üzerinden taşınamaz duruma gelmiştir.
Oysa DİL bir kültürün can suyudur, taşıyıcı ırmağıdır. Ait olduğu toplumun yüzyıllar boyu ürettiği bütün soyut ve somut kavram, kurum ve değerlerin tümü DİL hazinesi içinde yer alır. Anlam üretme ve toplumların ortak anlam dünyasının oluşması da DİL sayesindedir. Bir nehir gibi kaynağından başlayarak menzile ulaşıncaya kadar hem içinde aktığı havzaya hayat verir, hem de oluşan kültürel birikimi geleceğe taşır.
Bu gün bu kadim coğrafyada yaygın olarak konuşulan Kırmancki ve Kurmanci ana kaynağında kurumuş durumda. Bir nehir düşünün ki, bir zamanlar yatağına sığmazken ve içinde aktığı havzaya hayat verirken, bugün, yatağı kuru bir dereye dönüşmüş olsun. Kurumuş olan bu devasa kaynaktan geriye, parmak inceliğinde bir akıntı kalsa da, hayatta kalıp kalamayacağı bir bilinmeze dönüşmüştür. Çünkü sahipleri olan bizler ona sırtımızı dönmüş, tınısına kulaklarımızı kapatmış bulunuyoruz.
Biliyoruz ki kendi anayurdunda kimsesizliğe mahkum ettiğimiz bu tını, nine dedelerimizin sesi, soluğu, nefesidir. Kadim kültürel varlığımız ve tarihsel birikimimizdir. Bu sese sırtımızı dönmekle, köklerimizden bir kopuşu yaşadığımız aşikardır. Umut veren tek şey ise bu dile emek verenlerin varlığıdır.
Qesê Pilunê Dersımi u Vatey – Ve Anadilimizin Zenginliği
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hawar Tornêcengi’n “Qese Pilune Dersımi u Vatey” adıyla yayınlanan eseri, Kırmancki/Zazaca’nın dilsel zenginliğinin çok önemli bir kanıtıdır. 6520 Kırmancki deyimden oluşan bir eserdir, Tornecengi’nin önümüze koyduğu. Bu rakamın kendisi, Kırmancki Atasözleri ve Deyimler dağarcığının ne kadar zengin olduğunun açık göstergesidir.
Antropoloji alanında çalışmalar yapan bilim insanları, insan toplumsallığının dünya üzerindeki varlığının 30 bin ile 50 bin yıl öncesine ait olduğunu ileri sürmektedir. Bu hayli uzun zaman dilimine karşılık ilk yazı sadece altı bin yıl öncesine aittir. Bu demektir ki toplumların kültürel birikimleri esas olarak yazılı kaynaklarca değil, söz ve sözün taşıyıcı dinamosu olan hafıza üzerinden taşınmıştır.
“Tüm halklar, henüz bir yazıyı yaratmadan ya da benimserneden önce de, kendi dillerinde sözlü eserler yaratmışlardı; bu eserler kuşaktan kuşağa sözlü biçimde aktarılıyor ve uzun süre yaşıyordu. Masallar, efsaneler, halk ezgileri, atasözleri, büyü sözleri ve daha birçok ürün böyle ortaya çıkmıştır.[1]” Gennadiy N. Pospelov
Bu hakikat, insanlık tarihinin binlerce yıllık bilgi, deneyim ve tecrübesinin sözlü gelenek vasıtasıyla kuşaktan kuşağa aktarıldığını göstermektedir. Dolayısıyla deyimler ve atasözleri de bu uzun erimli zamanın süzgecinden damıtılarak günümüze taşınmıştır. Toplumların dilsel zenginliğinde atasözleri ve deyimlerin, kökleri en uzak geçmişe uzanan ürünlerden olduğu genel kabul görmektedir.
Bu kendine has yapıların yüzyıllar, hatta bin yıllar boyu canlı kalabilmesi, toplumdaki tüm bireylerin ona ihtiyaç duyması ve bireysel kullanımlarında anlamına başvurması sayesindedir. Atasözleri ve deyimlerin sözlü kültür içindeki ağırlığı, o toplumun çok köklü bir geçmişe sahip olduğunun göstergelerinden biri sayılmaktadır.
Bizim gibi toplumlarda kültürün hafıza üzerinden taşındığı dikkate alındığında, Tornecengi’n nasıl zorlu bir çalışmanın üstesinden geldiği daha iyi anlaşılmış olacaktır. Çünkü Dersim toplumunda son dört kuşaktır hafızada yaşanan yarılmalara bir de kadim hafızadan çok temelden bir kopuş sorunu eklendi. Özellikle son üç kuşaktır toplumsal kültürün kuşaklar üzerinden taşınmasında, üstesinden gelinemez sorunlar yaşanmaktadır. Yani, kuşaklar arası aktarım hızla kesintiye uğradı. Bu demektir ki Tornecengi iğneyle kuyu kazıyan bir yürek işçiliği yapmıştır. Anadiliyle kurduğu sağlam ve sarsılmaz bir hissiyat olmadan, böyle bir çalışmaya kalkışmak ve üstesinden gelmek mümkün değildir.
Atasözlerin ve deyimlerin halkların kimlikleri kadar önemli olduğunu ileri süren otoriteler var. Bu anlamlı söz öbekleri ait oldukları toplumun hayat felsefesini ve sanatsal yönünü yansıtır. Bu bağlamda bakıldığında, Tornecengi’nin eseri, Qese Pilune Dersımi u Vatey’in, çok yönlü bir boşluğu gidermenin yanında, özellikle edebiyat ve sanatın diğer dalları için de çok önemli bir başucu kaynağı olduğu çok açıktır.
Cavidaniya Hiri ve Anadilimizin Sınırları
Ekrem Yüzer, Nupel Haber’in “Cawidaniya Hiri’ adıyla yayımlanan eseri hakkında kendisi ile yaptığı bir söyleşide “Kırmancki felsefe dilidir,[2]” diyordu. Elbette bu zaman zaman dile getirilen bir husustu. Bunun salt bir söylem olmadığının kanıtlanması gerekiyordu. İşte, Ekrem Yüzer bu eseriyle Goethe’nin, Descartes’in, Monaigne’nin Byron’un, Seneca’nın, Xelil Cibran’ın, Mevlana’nın, Hallac’ın, Attar’ın ve daha yüzlerce düşün insanının vecizelerinden aktarımlar yaparak, Kırmancki’nin sınırlarını ortaya koyuyor. Yeryüzünde hayat süren neredeyse her halkın veciz sözleri de, fazlasıyla aktarılmıştır.
Gene, ‘Ez bıne fermané wicdané xo dero[3],’ derken, anadili ile kurduğu hissiyatı çok çarpıcı şekilde dile getiriyordu. Açık ki, bu hissiyat olmadan sekiz yüz sayfalık bu meşakkatli çalışma yapılamazdı.
Yüzer, yaptığı çalışma ile Kırmanckinin bir felsefe dili olduğunu belirterek, onu dünyanın sınırlarına taşıyor. Böylece bu kadim dilin yalnızca kırsal yaşamın sınırlarına haps edilemeyeceğini ve söz dağarcığının da hiçte yetersiz olmadığını göstermiş oluyor.
Hegemonik güçlerin ve ulus devletlerin üretilen yazılı eserler üzerindeki imtiyazlarını kullanarak, sözel kültürü küçümsediği ve ötekileştirdiği bilinen bir durumdur. Bu zihniyetin sonucu olarak özellikle inkar edilen diller, bir dil olarak bile kabul edilmedi. Yazılı edebiyatı olmayan dil, dil değildir, anlayışı yoğun bir propaganda eşliğinde dolaşıma sokuldu. Kürtçe, özellikle de Kırmancki bu hiçleştirmeye fazlasıyla maruz kaldı. Toplum, kaba inkar yanında baskı ve zor yöntemleriyle anadilinden kaçışa ve hakim dilin gölgesine sığınmaya zorlandı.
Elbette yakın zamana kadar Kırmancki olarak yazılı eserler söz konusu değildi. Ancak bu durumda olan yalnızca Kırmancki değildi. Zaten dünyada konuşulan dillerden edebiyat üretip yazıya bağlananların az sayıda olduğu, bu alanda çalışma yapan bilim insanlarının ortaya çıkardığı somut bir gerçekliktir. Nitekim dünyada konuşulan 3000 dilden sadece 78 tanesinin yazılı bir edebiyatı bulunduğu belirtilmektedir. Bu da dünyada yazı icat edilmeden kaç dilin yok olduğunu veya kaç dilin var olduğunu tam manasıyla kestirmenin mümkün olmadığını ama dilde değişmeyen tek kalıcı olgunun dilin temel varlığının sözlü dil olduğunu göstermektedir.
Son otuz yılı aşkın zaman dilinde Kırmancki olarak küçümsenmeyecek bir yazılı küllüyat oluştu. Bu çalışmalar Kırmanckinin gittikçe büzüldüğü ana yatağında yeniden coşa gelebileceğine dair umutları büyütüyor. İşte Ekrem Yüzer zor bir işe soyunarak ortaya çıkarttığı eserle, bu umudu kamçılıyor.
Sonuç Yerine…
Bir toplumun kültürü, ancak kendi anadili aracılığı ile yaşatılabilir, kendisi olarak kalabilir. DİL yitirildiğinde geçmişin toplumsal birikimleri de taşınamaz. Başka bir dil üzerinden taşınmak istense bile, anlam kaybına uğrayarak başkalaşır. Zaman içinde de kendi tarihsel, kültürel bağlamından tamamen koparak başka bir form kazanır. Yani hepten kendisi olmaktan çıkar.
Aynı DİL’i konuşarak biz duygusu ile anlam kazanan toplumsal kimlik, mensuplarının özdeşleştiği aidiyeti oluşturur. Dolayısıyla omurgasını DİL’in oluşturduğu bu yapı, toplumu meydana getiren bireylerin özdeşleşmeleriyle ilgili bir konudur. Bireylerin meydana getirdiği toplumdan bağımsız olarak kendi başına bir kimlikten söz edilemez. Kendini bu kimlikte tanımlayan bireylerin varlığı ölçüsünde varolur. Mensuplarının bilincindeki canlılığı ölçüsünde ve onların düşüncesi ya da eylemini etkilediği ölçüde güçlü ya da zayıftır.
Bu anlamda Kırmancki çalışmaların desteklenmesi, anadilimize karşı duyarlılığımızın göstergesi olacaktır. Bu, dile emek verenlerin motivasyonlarını daha da güçlendirme bakımından da önemlidir.
Diğer yandan Türkçe yazıp çizen biz Dersimlilerin de yüzünü Kırmancki’ye dönmeleri elzemdir. Kırmancki olarak da eserler vermek, bizler için ahlaki ve vicdani bir yükümlülüktür. Bu alanda çalışma yapanlar bizim için yön tayin edici kutup yıldızlarıdır.
Bu yazı vesilesiyle Hawar Tornêcengi’ye ve Ekrem Yüzer’e ve daha nicelerine çalışmalarından ötürü şükranlarımı sunuyorum. Umuyorum ki, dilimiz için hayati önemde olan bu çalışmalar gerekli ilgi ve desteği bulur.
[1] Edebiyat Bilimi-Bilim ve Sanat Yayınları
[2] Edebiyat Bilimi-Bilim ve Sanat Yayınları
[3] Nupel Haber
[4]Ben vicdanımın emrindeyim