1. Haberler
  2. Dersim
  3. Delil Xidir, Dersim’in büyük ozanı Hesê Qajî’yi anlattı: “Bu sesi, bu kilamları benimle mezara gömün”

Delil Xidir, Dersim’in büyük ozanı Hesê Qajî’yi anlattı: “Bu sesi, bu kilamları benimle mezara gömün”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

RÖPORTAJ: DÜZGÜN POLAT VEROZ

Sanat ve müzik hayatına daha çocuk yaşta büyük ustaların divanında oturarak başlayan değerli Ozanımız Delil Xidir’la Dersim’in önemli büyük Ozanlarından biri olan Hesê Qajî (Hasan Örtün) üstüne bir söyleşi yaptık. Delil Xidir, Hesê Qajî’yi yakından gören ve tanıyan tek Ozanımızdır. Çocukluğu döneminde kendi evlerinde gördüğü ve dinlediği Hesê Qajî’yi bir daha unutmamış. Şair ve Ozan olan babası Musaî Mîllî’den sonra en çok etkilendiği Ozanlardan biride Hesê Qajî’dir.

Delil Xidir çocukluğunda görüp divanında oturduğu bu büyük Ozanların nasıl bir kültürün yürütücüleri olduğunu ve toplumsal yaşam içinde nasıl görev yürüttüklerine ilişkin çok önemli bilgiler aktardı. İnsanların vefatı öncesi sesinin kilamlarının kendisiyle birlikte mezara gömülmesini vasiyet ettiği büyük Ozan Hesê Qajî, değerli Ozanımız Delil Xidir’dan dinleyelim.

D.Polat Veroz: Siz Dersim’in büyük Ozanlarından Hese Qaji’yi canlı gören birisiniz. Hatta bir sanatçı ve ozan olarak tek kişisiniz. Hesê Qajî’yi İlk ne zaman gördüğünüzü hatırlıyo rmusunuz? O anı hatırladığınız kadarıyla bize anlatabilir misiniz?

Delil Xıdır: Biliyorsunuz Dersim’le Ovacık arasında araba yolu işlemiyordu araba yolu yoktu. Yani 1965, 66 yıllarına tekabul eden bir dönem. Bu Abbasanlılar, Kırğanlılar, Laçinanlılar ve diğer aşiretler o taraftaki bütün aşiretler hepsi Hozat üzerinden gelip Elazığ’a giderlerdi, mesela çalışmaya giderlerdi, gelirlerdi ve köylerine dağılırlardı. Bizim köy kervan yoluydu. Dewe Mezra sur (Kızıl mezra Köyü) diyorlar. Bunlar hep köyümüze gelir evlerimize meyman (misafir) olurlardı, misafir kalırlardı.

Hesê Qacjî ve torunu (Kaynak: Ahmet Tan)

Yine yanılmıyorsam 12’inci aydı sanırsam kar vadı, kar yağmıştı. Böyle bir zamanda Hesê Qajî evimize meyman (misafir) olmuştu. Hatta yalnız da değildi, iki kişi daha yanında vardı. Annem de o taraflı olduğu için evimize meyman olmuşlardı. Babam da şair ve ozandı, sazı vardı. Kemanı vardı, Musaî Mîllî derler. Onlar birbirlerini tanıyorlardı. Çünkü babam şeye, Kort’a gider gelirdi, annem Kortludur. Yeni ismi Çemberlitaş, annem oralıdır. Babam ve annem sürekli oraya gider gelirlerdi. Hesê Qajî de zaten benim dedemgilin kirvesidir Korte’de. O da, oradan hiç çıkmıyormuş hep orada kalıyormuş. Babamla orada tanış oluyorlar tabi haliyle. Oradan tanıştıkları için geldiği zaman nerede kalacak, bize meyman olacak. İşte bir kış günü bize meyman oldu, sohbet muhabbet derken ve sonra sıra saza geldi, Sazı aldılar. Tabi meyman olduğu için Rahmetli baba; Dembur’u dayî morme kî. Wat ;Hesên di hîre tenî mari vaci. (Sazı verdi adama. Dedi Hasan iki üç tane bize söyle) Tabii o da dedi; Ne ti vaci (yok sen söyle). Î kî wat: Ti vaci (o da dedi sen söyle) Mi ocadi rahmetli Mua xora preskerd; kam vano? (Ben orada rahmetli anneme sordum; kim söylüyor?) Wat; Hesê Qajo hetî Ortînîgîro (Söyledi; Ortinik tarafından Hesê Qajî’dir). Dabur gurut di kilamaxo wat. Nafayî kî day Pîye mî, Pîye mî watî. (Sazı aldı iki kilam söyedi, sonra verdi babama, babam söyledi.) Böyle evin köşesinde onlara bakıyorum kendi kendime bu nasıl sestir, bu nasıl sözdür? Düşün 1965, ben daha  yaşındayım, ben 1955 doğumluyum. Rahmetli Hesê Qajî’yi ilk olarak orada gördüm ve o anki siması, hal hareketleri sazı çalışı benim gözümün önünden gitmiyor Hızır haq için. Niye? Çünkü o yaşta çok etkilendim onlardan.

Bugün yapmış olduğunuz sanatın, müziğin ilk mayasını buradan aldınız diyebilir miyiz?

Tabi ki. Hesê Qajî, babam onların benim yüreğimdeki yeri yücedir. Gönlümün naçizane sarayının tahtında oturuyorlar, meyman eylemişim. Yani oradalar, mekanları orasıdır. Şimdi bir noktayı daha belirteyim Dersim’in böyle büyük bir ozanından baktım ki kimse söz etmiyor. Ne Hesê Qajî’den bahsederler, ne babam Musaî Mîllî’den. Bunu ben ilk olarak dile getirdim 1995 yılında televizyon programında. Kamer Söylemez’in programında bahsettim. Bana programda; “sen en çok kimden etkilendin nasıl etkilendin?” diye sorunca; Hesê Qajî diye bir şair vardı ben ondan etkilendim, dedim. “En çok Hesê Qajî ve babam Musaî Mîllî’den etkilendim” dedim. Tabi ustam babamdır destur babamdan almışım ama Hesê Qajî olsun, Alaverdî, Sey Qajî olsun ve ismini saymadığım diğer şair, ozanları dinlemişim etkilenmişim, fakat Hesê Qajî ve babamın divanında oturmuşum. O bir divandır küçük yaşta onların divanında oturmuşum. Oradaki o maya beni bu zamana kadar getirmiştir. Ömrüm yetinceye kadar buna bağlı kalacağım.

Son yıllarda cenaze üstünde saz çalınması ağıt ve deyişlerin okunmasıyla ilgili bir tartışma var. Kimi çevreler bu duruma eleştiri getiriyor. Siz bu büyük ozanları gören bir kişi olarak, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunlar yapılır mıydı Hesê Qajî olsun, babanız olsun bu görevlerde bulundu mu? Hesê Qajî sizin aileniz için böyle bir şey yapmış sanırsam. Genel olarak bu durumla ilgili neler söylemek istersiniz.

 

Delil Xidir

Sadece Hesê Qajî yapmadı. Babam Musaî Mîllî de yapardı. Şimdi şunu söyleyeyim, bazı Alevi çevreler “mevtanın – cenazenin üstünde saz çalınmaz, ağıt yakılmaz, deyiş söylenmez” diyor. Fakat eski şairlerimiz bunları yapmışlar. Rahmetli babamı bazen gelir gecenin saat 2’sinde 3’ünde atla götürürlerdi, işte çok önemli birisi vefat etmiş gidip üzerine şuar (ağıt) söyleyecek diye alıp götürürlerdi. Sabaha kadar saz çalıp ağıtlar yakılırmış. Eskiden böyleymiş. Bunu benim babam da yapmış Hesê Qajî de yapmıştır. Hesê Qajî benim eşimin iki abisinin cenazesi üstüne sabaha kadar ağıt yakmıştır.

Bu konuyu biraz daha detaylandırabilir misiniz?

Biri vefat ettiği zaman bir gece sabaha kadar bekletirler. Onun en yakını özellikle de en sevdiği kimse, onun son çırasını sabaha kadar o tutar. Ve o çıra sabaha kadar sönmeden yanar. Mesela benim büyük amcam vefat etmişti, onun amcasının oğlu vardı İso vatene (İsa diyorlardı) amcamın çırasını o tuttu sabaha kadar bırakmadı kimseye, çırayı o yaktı. Çünkü rahmetli amcamla birbirlerini çok severlerdi. Rahmetli babam da onun üzerinde sabaha kadar ağıt yaktı. Sonra sabahın ışıklarıyla götürülüp defnedildi.

Peki cem yapılırmıydı?

Delil Xıdır: Cem’e gelince, o bildiğim kadarıyla şöyle yapılırdı. Üç hafta sonra kırkı (40) geliyor ya, Pir veya Rayber gelir, gülbenglerle (dualarla) kırka yakın kırkını çıkarırlardı. Onu da o zaman yapıyorlarmış. Şimdi bizim dönemimiz de bitmiş bunlar, artık yapılmıyor. O zamanlar Pir veya Rayber geliyormuş kırkını çıkarıyorlarmış, ama Cem ile çıkarıyorlarmış. Cem tutarlardı ağıt yakarlardı. Şimdi bunların tümü bitti, kalktı; çok büyük bir asimilasyona uğradı. Şimdi bunları yapan yok herkes türkü barcı oldu. Herkes bilmem ne oldu, kimi şunu çağırıyor, kimi bunu çağırıyor. Herkes bir rant peşinde sanat şimdi ranta dönmüş.

Eski şairlerin-ozanların bir ağırlığı vardı, onları götürürlerdi, onlar ağıt yakarlardı, onlar Hak’kı çağırırlardı. Ölen kişinin mekanı cennetlik olsun diye ululara yakarırlardı. Bunlar çok eski itikatlı inançlarımızdı. Sonra bozuldu, unutuldu gitti. Başka şeyler girdi bu coğrafyaya ve coğrafya bunlardan uzaklaştı artık. Tabi şair ve ozanlarımız yalnızca bunları yapmıyordu. Toplumumuzun yaşamında acı tatlı her şeyle ilgili kilamlar yaptılar.

Yukarıda Hesê Qajî’nin, eşinizin vefat eden abilerinin cenazeleri üstünde ağıtlar yaktığını belirttiniz. Bunun tarihe mal olması, kayıt altına alınması için anlatabilir misiniz?

Benim eşimin iki abisi vefat ediyor. Çok acı hikayeleri var. Biri Seyit Ahmet, hastalanıp vefat ediyor. Diğerinin adı da Mehmet Dewa Kortedi (Çemberlitaş köyünde) evde yanarak vefat ediyor. Bunlar Kırğan aşiretindenler, kKaynanamın adı Cemile’dir Dewe Pojvengî ra cena Elî’ye vane. (Pojveng köyünden Alinin kızı diyorlar), Bir oğlunun adı Seyit Ahmet, kimlikte adı Ahmet’tir. Bu Kîrmer’de okula gidip geliyor. Bir kış günü suya giriyor ve hastalanıp zatürreye yakalanıyor. 16 yaşında vefat ediyor kurtaramıyorlar. Vefat ettiği gece elçi gönderiyorlar Hesê Qajî’yi çağırıyorlar. Hesê Qajî geliyor sabaha kadar cenazesi üstünde saz çalıp ağıt yakıyor. Tabii aradan belli bir zaman geçtikten sonra benim kaynanam Hesê Qajî’ye haber gönderip çağırıyor. O gece cenazenin üstünde söylediği ağıtı kasete alıyorlar. Daha sonra diğer kardeşi Mehmet vefat ediyor, o da evin içinde yanarak ölüyor acı bir durum tabii. Hesê Qajî geliyor cenazesinin üstünde ‘’Korte vesaî’’ adında bir ağıt yapıyor. Sonra onu da kasete kaydediyorlar. Kaynanam yıllarca o kaseti dinler dinler ağlarmış. Kaynanam vefat etmeden önce vasiyet ediyor; ‘’Hesê Qajî’nin kasetini, sesini benimle birlikte mezara gömün’’ diyor.

’Hesê Qajî sesinin, kilamlarının içinde olduğu kaseti kendisiyle birlikte mezara gömülmesini mi vasiyet ediyor?

Evet; ‘’Bu sesi, bu kilamları benimle mezara gömün’’ diye vasiyet ediyor kaynanam. İnsanların, sesini mezara götürdüğü bir ozandan söz ediyoruz. Hesê Qajî öyle sıradan bir ozan değildi, büyük bir ozandı. Çok etkileyici bir sese sahipti. Düşünebiliyor musunuz bir ananın evlatları için duyduğu acıyı onun yüreğinden kilama, ağıta ve sözlere döküyor. O an evladını yitirmiş bir ana oluyor, o ananın hissiyatı ile acıyı ağıta dönüştürüyor. Hem de o an, o gece bu herkesin kârı değildir. Bunun için bilgi, birikim, terbiye ve halkının toplumunun hissiyatını yaşamak gerekiyor.

Bu kilamları biliyor musunuz veya hatırladığınız birkaç mısra var mı, bizimle paylaşabilir misiniz. Ayııca bu kasetin kopyası yapılabilmiş mi, bir bilginiz var mı?

Ne yazık ki bilmiyorum, keşke bilseydim de burada birkaç mısraı aktarsaydım. Ayrıca kasetin kopyasını yapmamışlar. Yazık etmişler tabi. Rahmetlinin vasiyeti üzerine onunla birlikte gömmüşler.

Hem babanızla ilgili yapıtığınız anlatımda, hem de Hesê Qajî’yle ilgili anlatımda çok önemli bir nokta var. Bu insanlar günün her hangi bir saati ve zamanında çağırılıp götürülüyorlar. Daha önceden hazırlığı yapılmamış, sözleri ve melodisi hazırlanmamış ağıt ve kilamlar birden, o an, orada ortaya çıkıyor. Bu çok büyük bir yetenek ve başarı. Bu konuda bir ozan olarak neler söylemek istersiniz?

Bunlar tabiata bağlı ozanlardır. Ben bunlara doğa filozları diyorum. Bunlarda çok büyük bir görme ve hafıza zenginliği var. Çok güçlü doğaçlama yeteneği var. Bunlar çok büyük yeteneklerdir. Binde bir, yüz binde bir insanda olan bir yetenektir. Bu yeteneğe tutkuyla bağlıdırlar, bu tutku onların hafızasına sürekli yeni şeyler getirir. Yani tabiat, doğa, doğadaki canlıları, insanları, Hak’ka intikal etmiş bir kişiyi, yani her şeyi, yürek gözüyle, aklın gözüyle görürler. Yaptıkları kilamlar da doğayla insanı, canlıyla cansızı yaratıkları sözlerde bir araya getiriyorlar. Gerçekten bunları anlatmak ve tanımlamak zordur. Benim bu söylediklerimi bu güne kadar kimse anlatamamış, söylememiş, anlatamaz zaten. Bunu anlatabilmek için bu ruha sahip olmak gerekiyor. Canlı varlıkla, cansız varlığı, doğayla, havayla, suyla toprakla birleştirmek büyük bir yetenektir. Söyledim ya binde bir insanda bu yetenek ortaya çıkıyor. Bu şairler böyleydi. Hazır ve nazır doğa filozofları, hazır sözlüdürler. Böyle bir şey var bunlarda, örneğin bizde de var. Geçen yıl Dersim’e köyüme gittim orada bir tane Dare Gileçîke var. Ben o ağacı gördüm ve sevdalandım onu konu alarak bir eser yaptım. Nasıl gittim, nasıl gördüm, nasıl yaptım, o an beni nasıl bir duyguya koydu o ağacın güzelliği ve sonra böyle bir eser ortaya çıktı işte. Bunu başarmak önemli bir şey. Mesela ben Rindeka Dersîmî (Dersim’in Güzeli)’ni her zaman anlatırım. Bir meşe ağacını gördüm gelin gibi bezenmiş ona müptela oldum. Ben o ağacı görürken onun güzelliğinde gördüklerim farklı şeylerdi. Beni tarihe götürdü halkımızın tarihindeki destanlara, hikayelere ve tarihi geçmişi de göz önüne getirerek öyle bir eseri yarattım. Hesê Qajî, babam Musayî Mîlîye, Sey Qajî, Alla Verdîye, Kamere Sadike, Kamere Areyîj, Velîye Uşenî  hepsinin zihinlerinde, hafızalarında büyük bir cevher var, onu işlettiler. Bir madeni işletir gibi hem de. Ömrüm yettiği sürece bu değerli ozanların, şairlerin yoluna bağlı kalacağım.

Kendi diliniz ve kültürünüzde sanat ve müziğinizi yapmaya özen gösteren birisiniz. Gelecek kuşaklara ve sanatla uğraşan genç kuşaklara neler söylemek istersiniz?

Çok önemli, can alıcı bir soru. Bildiğiniz gibi dilimiz ve kültürümüz üstünde çok büyük bir baskı ve asimilasyon var. Birde sistemin güncel olarak sürekli işlediği arabesk ve popülist kültürün oluşturduğu ilgi alanı. Bütün bunlar dilimizle sanatımızı yapmamız önünde baskılar oluşturuyor. Gençliğin ilgi alanının sistemin yaratmış olduğu bu arabesk kültür ve sanat daha çok meşgul ediyor. Benim sanatla uğraşan gençliğe naçizane nasihatim şudur: Kendi dillerinde sanat, müzik yapmaya özen göstersinler. Ayrıca coğrafyamızın, bizim Dersim coğrafyasının derinliklerine uzağına baksınlar. Aradıkları her şey orada gizlidir. Çünkü biz çok zengin bir kültürün sahibiyiz.

Bizim coğrafyamızda sanat üç ayak üstünde gelişmiştir veya üç döneme ayırabiliriz. Birincisi 1938 öncesi ve 1938’e kadar olan dönem. Bu döneme kadar Eski Şuar watoxlar (ağıt söyleyenler), kilam watoxlar, Kurmancî Dengbej ve stranbej deniyor. Bu ozanlarımız 1938’e kadar toplumumuzun sevda-aşk kilamlarını doğamızın güzelliklerini söylemişlerdir. Doğa ve sosyal yaşam ilişkisini ustaca işleyerek hem de. Tabii kavgaları, ihanetleri, aşiretler arasındaki kavgaları, haklı-haksızı, aşk mutluluk yani yaşama dair acı tatlı her şeyi sanatlarında işlemişlerdir. Bu 1938 öncesi.

Peki 1938 sonrası Dersim coğrafyasında sanat nasıl gelişti ve nasıl oldu? Şimdi oraya bakmamız gerekiyor. Bu tarihten sonraki ikinci dönemdir. Hepimiz de dinliyoruz, dinledik. 1938 sonrası Dersim’de sanat ağıt şekline dönüştü, evet sevda kilamları da vardı. Sevda kilamlarını söyleyen ozanlarımız onları ağıt ağzıyla diliyle söylemeye çalışmışlardır. Çünkü çok büyük bir katliam soykırım yaşadı halkımız. Bu durum doğal olarak da sanata yansıdı tabi. 1937-38’de yapılan soykırımı canlı olarak yaşamış bu ozanlarımız tabii ki bu durumu dile getireceklerdi, ki öylede yaptılar. Hesê Qajî, Musayî Mîlîye, Sey Qajî, Silo Qîj, Alla Verdî, Velîye Uşenî ve Kamere Sadike daha adını sayamadığım ozanlarımız var. Bunlar hem şuar (ağıt) söylediler, hem de sevda kilamları söylediler. Fakat ağırlıklı şuar (ağıt) tarzında söylediler.

Bu durum 1970’e kadar devam etti. Ve üçüncü dönem diyebileceğimiz 1968 kuşağına gelelim 1970’lere gelelim. Özelikle 1970, 1975’ler diyelim, bu dönemde bizim coğrafyamıza ne geldi? Marksizm-Lenizm ve Maozim geldi. Gelsin tabi, gelmesin demiyorum. Keşke bilinçli gelseydi. Bize dilimizle gelseydi. Ama öyle olmadı. Bizi asimile etmek isteyen dil ile geldi. Kemalizmin yarım bıraktığı asimilasyon daha hızlı işlemeye başladı. Kültür sanatı da etkiledi, bir değişim oldu ve ondan sonra kilamlarımız, eserlerimiz ne oldu? Sloganvari oldu, marş oldu, marş biçiminde gelişti. İşte bu da üçüncü dönemdir. İsim vermeyeyim Dersimli  bir sanatçı vardı. Hakkın rahmetine kovuştu, hak dediğim topraktır. O şunu yapmıştı, iki kaset doldurmuştu. Enver Hoca’nın felsefesini anlatan iki kaset. Bu 1980 öncesiydi, kendisine dedim; Ya kurban olduğum sen Enver Hoca’nın felsefesini anlatıyorsun da, birde bu coğrafyanın felsefesini anlat. Seyit Rıza’lar Saan Ağalar burada yaşayanların, bir de bunların felsefesini anlatsaydın ne güzel olurdu. Bana döndü; “Yav sen ne kadar cahil kalmışsın. Sen, bana feodallerin üzerine kaset yap, feodallerin felsefesini anlat diyorsun” dedi.

Bu dönme gençliğin ilgi alanı kendi toplumunun toprağının dışına kaymıştı. Gençliğimizin kendi halkına diline kültürüne sırtını döndüğü bir dönemdi. Bu süreç de 1990’lara kadar sürdü. 1990’ların başından itibaren çok az da olsa kendi coğrafyasına yüzünü dönen bir kuşak ortaya çıkmaya başladı. Geç de olsa güzel bir gelişmeydi şimdi bu durum biraz daha artmış. Duyuyorum, okuyorum gençler kendi coğrafyasını köy köy gezerek eski kilamları deyişleri topluyor. O yöne doğru bir ilgi var. Umarım daha çok artar.

Gençlere şunu söylemek isterim, bilmiyorum bizi dinlerler mi? Yukarıda anlattığım bu üç ayağı, üç dönemi iyi araştırsınlar, iyi irdelesinler. Tarihimizi kültürümüzü iyi araştırsınlar. Nasıl ki bir şey yapıyorsun ya, diyelim bir bina yapılırken nasıl sağlam temeller üstüne kuruluyor ya işte öyle temelleri sağlam olan bir eser ortaya çıkarsınlar. Sloganvari değil, popülistvari değil. Tarih, felsefe, doğa, sevda, aşk ve insanı ele alarak yapsınlar. Bu olgular üzerinde yürüyerek eserlerini yapsınlar. Kişiye özgü değil. Ben yapmamışım. Yani biz kişiyiz, beşer şaşarız, kişiyi yüceltmesinler, kişiyi göklere çıkarmasınlar, ilahlaştırmasınlar. Tabiat ilahtır. Çünkü bize can veren, ruh veren, su yiyecek veren tabiattır. Bizi güzelleştiren tabiattır. Tamam bizi dünyaya getiren anadır, o da tabiatın bir parçasıdır. Hem de en güzel parçasıdır işte biz o güzel olana sevdalanır ve eserlerimizi böyle yaparız. Ben de gençlere bunu söyleyebilirim, dostlarla yaptığım ikili sohbetlerimde hep söylemişim gençlere de söyleyeyim; önce coğrafyanıza dönün, yüzünüzü oraya çevirin oranın derinliklerini kazın, kudreti keremi alın oradan yürüyün. Bunları diyebilirim.

Aktardığınız bu güzel bilgiler ve sohbetiniz için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Zaman ayırıp beni dinlediğiniz için, emek harcadığınız için. Ayrıca yayınlayacak arkadaşlara, okuyanlara, saygı ve hürmetlerimi sunarım. Xizir her daim yolunuzu açık etsin.

Delil Xidir, Dersim’in büyük ozanı Hesê Qajî’yi anlattı: “Bu sesi, bu kilamları benimle mezara gömün”
Yorum Yap
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin