1. Haberler
  2. Kültür Sanat
  3. dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için[1]

dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için[1]

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

„saad bo jîar u dîyare ma waxté merdayo /zé gul u sosinon ra bî ma re welat bî“
tılsıme kırmanciye, mehmet çetin

güz öreni sesimizi ve cismimizi aşarak çarpıyor bize. oradayız ve o dikenleri içinde kalbimizi tutuyoruz. elimizi çekiyoruz o güz öreni ile ama işte kucaklıyoruz da bu ateşi. safımızdayız, hiçbir şey teslim alınamaz tarafımızda; bir ağaç kovuğunda da olsa doğal halimizle yanmayı biliriz yine. bir mesel ile geldik aleme, bir mesel ile gideriz. bir insan geldi diyeler; uzun, realist ve romantik. bir kar yağdı ki unutulmadı o yıl, bir sel koptu koca koca ağaçları devirdi diyeler. kasım öreniydi; onu bekleyenlerin ömürlerine sığmayacak denli kara gözleri, sivri inadı ile şarkılarla geçti aramızdan geçti diyeler. iz bırakmış bir doğa olayının kendini zihinlerde sürdürmesi gibi, toprağımıza ektik biz onu, çünkü o, oklarını aramızda olmayanların düşleri için sapladı, kalbi kızıl idi, eski yoldan gelmişti. sözleri sevgiyi kucaklar, zamanı aşkhali ile örerdi.

ses ordan geliyor. zaman ordan akıyor ama kendini yazdırmış, ölümü bekletmiş bir ağaç nasıl direnirse damarındaki çekilmeye, öyle çekildi sular, kuraklaşmayı öyle başlattı çöl. direnmeyle, karşı koymayla, öznesini direterek. hayatla ölüm arasındaki bu çekişme işte, bütün bir boşluğu, yeri doldurulamayacak bir aralığı ortaya çıkardı. zaman düzdü, uzam kendi bedeni içindeydi, çöl yuvası içinde gizleniyordu sis. tül inceliği ile oluyordu her şey. kendini sezdirmeden, fark edilmeden damardaki kanı kendiyle değiştiriyordu. tarih burada kendini kollarından asmış yazgının içinde gizliydi. her gizlilik bilinmeyi de arzular; labirentinin inceliğini, detayını ördüğü kanalları yeni bir zaman için ufkumuza serer.

bütün oluş: ses ile sesleniş, yaprak bütün oluş: ses ile sesleniş, y ile rüzgar, taş ile toprak. bütün oluş bir diğeriyle: kuşun kanadıyla, örümceğin ipiyle, kunduzun tırnağıyla. bütünün veda kavuşmasıydı bu. ayrılığın acı tonunu sırtlayan bir yan ile onun yoğunlaşmış tonunu karşılamaya hazırlanan diğer yan. ışığın bir ara tonu bu, ara mekanı. lamekanın batından batın, içerden içeriye uzattığı kendi olma hali. diyelim ki aşkhali idi. bilginin elinde sınanmış, vaktini haber etmiş, acı kavruk halini başka ellere de bulaştırmış.. ve o eller, evlerin yamacından yukarıya doğru, mercan’ın sırtı, bılges’in yamaçları boyu yukarı taşınıyor şimdi. oranın hatıralarına, oranın arzu edilmiş, özlemi duyulmuş yıllarına bir geri dönüş gibi. yürekte kavuşmuş yeraltının, yan yana yağmuru bekleyen diğerleriyle birlikte. karşılaşmanın beklendiği, bir yaprak kımıltısıyla rüzgarın haber verdiği, asmin’in doruğunu diplere doğru verdiği bir karşılaşma. kopar koparabilirsen kendinden. yaz yazabilirsen. ağla, ağlayabilirsen…

hatıralar hayatı; o hayatın içine aldığı her şey. öncesi ve sonrası arasında çocukluğun oluşturduğu, sonrası düşün olanaklarıyla çoğalmış her şey. kendini sürdürmesi ve sonra bir yerde tutması. don tutmuş kar üstünde, ömrün tepesinden aşağıya, başlangıca doğru hatıraların üstünden zargana. alla marcia, delican, asmin.. gözü kamaştıran, kıstıran, şaşırtan manzarası ile o hatıralar. bir orman yakışırdı kuşkusuz: hatıralar ormanı. henüz değil ama: henüz değil ki sesi manzaralar üstünden geçti, ve soluğu, rüzgarın otlara biçim vermesi gibi dalgalandı sesin ardından, ve kendini sürdürmesi gereken hatıraları, örtülü güzelliği mekana dönüştüren bakışıyla, derinliği yakalayan ve sonsuz kılan kendini ve uyutan bakışıyla orda. içinde ve dışında, her yerde ve hiçbir yerde, sezgisi varlığın –ve direnmesi, kulaklarda ve gözlerde sürmesi– söz vermesi, söz vermesi artık dönüşün mümkün olmadığına çünkü gidişin gerçekleşmediği henüz..

katlanılmaz olana katlanmak, ağrının bedende yürüdüğü yolu açmak, katedilmesi ve menzile erilmesi gereken yolu öğrenilir kılmak. istenmeyen ama ah da edilmeyen. buydu kapısından içeri girilen ve kapısı olunan yurt. dersim’in kapılarından bir

kapı; kapıların kapısı ve onunla cisimleşmiş, adlar ve davranışlarla var edilmiş ömür buydu. friq dede’nin sessizliği gibi sessizlikle örülen bir sessizlik, bir kapı. ahh evet, eksikleri, hataları ve zaafları ile.. bunlar bütün olmanın, kapı olamın aracısı olan, olması gereken şeylerdi. bulunması ve aşılması gereken şeylerdi bunlar. ve işte mırıldanıyor zamanın bahçesi. mırıldanıyor manzaraların kehaneti. kehanet yok! kendi kendine mırıldanıyor, sayıklamalar ve notlar, ses kayıtları ve ağrılar, zihin yaraları. zaman içlerine çekilmiş, satırarası okumalarıyla ortaya konmuş olan hakkaniyet kendini iletirdi. bir kez söylenmiş söz varırdı yerine. yokluğunda belki, daha iyi ilerlerdi. daha iyi aşardı engelleri. onlarla savaşmaya, onları aşmaya gücü olan, direncini zamanda köksap gibi bir kez kurmuş olan, daha iyi ilerlerdi. kendinden emin ve farkındalığın sesini sürerek: “insan yürüdüğü yere gider”di.

ma ez bizanî ke caê mi esto /zê kemera şîae, zê jü dara huske
na dînya göyre de ez nîya bêmuxlit /ça befetêlî ez nîya zê hewrê şîay
nîya bêveng, nîya kırmanc, nîya dîwane /ça befetêlî zê xêğê qeremanî mırze

ça fetelîno ez nîya zê xêğê qeremanî /na dînya xêresîne de nîya xırabın
boa heqî jüyê vacero, budela kamo /pîr u khal kamo, pîr-bab kam
ma, nu zerrê m’ ça nîya zaf deceno /nu va kamî rê dêndaro ke na dînya de
ma ez ça zê qusirî nîya werte de mando

henîo bao, ez zê jü hewrê şîayo /mineta owa lacê a döwa vêsaîyo
ne desmala m’ esta, ne dewleta mi /heq zano, mi ra düri findiro, ez newazon
ez zê şîye xo de qesî koun, zê vay fetelîno

                                                                                                                     (mehmet çetin, paiza verêne 1999)

gidişin gerçekleşmediği “o hüzünlü şehre benim için gidilir”[2]. sandalyeler bahçeye yürür, chagall’in atları düş çayırına, yapraklar sonbahara; ki kalbimizin dağına çıkıyorduk biz de: “o ağaçtaki sesleri duy önce, birlikte duy keklik ile avcıyı, geyik ile gölgeyi birlikte gör../dağın öte yüzüdür görünce dur”[3]. gül ki sesleniştir, direnç ve düş iklimidir. orda dinleniyor şimdi, şiiri içinde sandalyeler ve gün: kavimler, kültürler, türler arasındaki eşiğe konulmuş o teselli kürsüsü: “bahçeye çıkarıp fotoğrafını çekiyor düşünün.”

o hüzünlü şehrin düşü içinde şimdi, bahçede mırıltılar var ve iblislerin minarelerin sesine karıştığı, kartalın yeryüzünü gerdiği kanatlarıyla, avcı gözleriyle kolaçan ettiği bir kalabalık; hisleri, duyguları ve istekleri içinde kaynaşan; damarları karıncalar gibi horul horul çalışan o ceviz ağacı. ama zaten iklimi neydi bu gidişin, mevsimi neydi, senesi neydi.. öngörülmeyenin görüldüğü, beklenmeyenin gerçekleştiği, sözün kendini son söz olarak kuramadığı bu veda kimse için gerçekleşmiş değil henüz.

o hatırat ormanı, henüz değil.. bakışı yer bakıyor, sesi uzam seçiyor, soluğu dinlendiği manzarayı besliyor; rüyanın kanat gerdiği yok ülke, düş ülke; rüzgar ve gül ikliminin başka bir biçim, başka bir hayat biçimi olan, “burası gibi değil gideceğim memleket” denilen bir yer. bitkilerin sesine ulaşmayı önceleyen bir ısrar. buydu aidiyet. bağ buydu. ona karışmakla, onun isteği olmakla, onun özlemi olmakla onun öncelendiği, yani o bitkinin aynı yaşam alanı içinde kendisi olduğu, herkesin herkesleştiği, her şeyin herkesleştiği, yani ortaklaştığı bir aidiyet dünyasında, mülkün eşikten geçmediği ısrar buydu.

ama hayır, mevsimin döngüsü, güzün tonları hiç mi hiç önemli değil artık. rüzgarın eğimi, yaprakların hışırtısı, minarelerin devinimi, güneşin hoş bir seda ile yansıması da değil, hiç değil. bunların tek tek ne’liği değil, toplamdaki ruhu idi artık önemli olan. ne ifade ediyordu bu? tüm zamanlı olmanın yanında kafasının içine gömülmüş küçük şeylerin hükmü ne.. bunların belirleyiciliği, duyumsanmanın ötesinde bir şey değil artık. kendini zamanın değişkenlerine göre hazırlaması gereken bir şey değil, buna gereksinimi yok; o değişkenlerin kendi olmaktı şimdi olan. buydu hatırat. orman şenliği o jazz şarkısı buydu. kendi sesine akan, mecrasını bulan bir dil. ah şimdi oradalar, sey qaji ile ebed, alişêr u zarife ile sadakat, seyid’in gül bahçesi ile sefkanlar, ibrahim’in düşü ile o gül bahçesi: “dağına döner o halde kelâm, mağarasına /melekler mezhebinde meramı aralamaya”[4] îqrar ile..

sonra..
kalanlar ne olacak peki? bu dağ artık nereden alır rüzgarını? bu küçük çakıl taşları, bu meşe ağaçları? ben başımı sağa çevirdim, gördüm; sola çevirdim, gördüm. biri bir şey dedi, etime yetişti. bir şey söyledi diğeri, canıma değdi. kıpırdayan, soluyan, yerinden oynayan her şeyin aslında kalbime döndüğünü.. insan nasılsa öyle, bir yaşam varlığı neyse o, sonu olan olmayan, duyulan, hissedilen, elleri olan neyse o, gelip boynumda toplandı. her şey gelip boynumda toplandı, tozlaştı ve diyelim ki kanıma aktı. görünmez kanatlıydı o kartal ama kartaldı işte. emirali’nin rüyasıyla varlığını duyuran, yüzünü geleceğe dönmüş kanatlarıyla şiirin yeryüzünü içine alan o kuş bakışı. hücre duv

arında karşılaştığı kırmancki sloganlar gibi ömre yayılan o sır. “bira, serba ma waxtê merdêno nika” dediği ve insanın kendini öznesi olarak gördüğü düşüne adadığı o incelik. uzun kamalarıyla şiirimize yağan karlar gibi. evet, şeylerin kendilerinden öteye işaret eden anlamlarını görmek lazım. taşın taş olmaktan öte bir yüzü olmasını anlamak lazım. şimdi hayata nerden bakmak ne olmak gerektiğini anlamak. meğer ki ona dağ vermiş kanadını; çünkü bir şey olduğunu bilmek ve bu bilmeyi unutmamak da başka bir incelik hali: bilmem gerek ki ben soluyorum. o solma halini yaşıyorum. o’nun olma hali..

bu kadar ret ne olacak? dağılmış bu dağınıklık ne olacak? notlar dağınık, notlar yer değiştiriyor. yer değiştiren diğer şeyler gibi. “yalnız insan düş kurar” evet ama hangi düş? düş yoldaşlığının düşünü kurar  nar taneleri. nar taneleri? evet, onun ermeni taneleri, ezidi-süryani taneleri, yeresan taneleri, kürt taneleri. yeryüzünün ezilen, yok sayılan, katledilen taneleri. “bir etkinlik sonrası onun etrafına toplanıyordu ezidisi, kürdü, rojavalısı. şiire başladığında salonda çıt sesi varsa tam ortasından kırılıyordu” demişti, hüseyin. çıt sesi kırılır mı? yani daha mı? evet daha: “gövdemin önemsenebilir kırılmalardan oluşan bir toplam olduğunu düşünüyorum” demişti, “su kırılması, ışık kırılması, düş kırılması, aşk kırılması, dal kırılması”[5] vesaire. “insan yürüdüğü yere gider”: tercih ettiği için ah etmediği ölümüne gider. insan kendine gider; yaralı bırakılmış uluslara, halklara gider, evet: üzerinde düşünmeyi ve durup durup yeniden düşünmeyi gerektiren sonuçlardan biri de bu olsa gerek; yaralı bırakmak! tarihte egemenler hep bunu yaptı zaten. öldürerek bitiremeyeceğini anlayan egemenler fiziksel, ruhsal, duygusal vb. pek çok alanda yaralı bırakmayı seçti, mağdurlar üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için. tıpkı az ilerimizdeki xelebçe, maraş, roboskî’ye sahip çıkılmasa daha da üşüyecek yaralarımız gibi…”[6] sahip çıkılmasa üşüyecek yaralarımız gibi, öyle ama işte “ne anlatacakları bitti çocukların ne aşkları daha /birağızdan hoybun.. intifada.. birağızdan..”

dinden ve dinleştirilmiş ideolojilerden, her türlü egemenlik ve eşitsizlik ilişkisinin meşruiyetinin reddinden, verili hayatın olanaksızlığı çoğalttığı yerden, en başta kurulması gereken reddiyeden. bireyselden toplumsala başlangıçtaki haklılığa göre hareket etmek, firarı her alanda sürdürmek; sözde, duyuşta, davranışta; pratikte ve teoride farkındalığı yükseğe asmak; cümleyi doğru yerden kurmak ve sözü kendi ayakları üstüne oturtmak. hakkaniyeti sağlamak. bunu sürekli kılmak ve yetkinleşmek gerekiyordu çünkü mücadele yol idi. eleştiriyi önce içimizden geçirmek, orda kendiyle yüzleşmek ve meşrüyeti önce kendi içimizden kovmak, bireysel ve toplumsal; siyasal/kültürel/cinsel vd alanlarda bütünün eşitlerinden biri olmak gerekiyordu. kalbimizi, yani aidiyeti kazanmak gerekiyordu. kekemelik kişisel değil toplumsaldı. dil, kalbi örgütleyebilirdi. “hangi hayatın şiirine, hangi dilin sözlüğüne denk düştüğümüzü ve çığlığımızın hangi iklimin çağrıcısı olduğunu iyi bilmeliyiz.” evet, başlangıçta kurulmuş sözün kendini sürdürdüğü ve geliştirdiği bir olma hali: “üstesinden gelemediğimiz bir bilgi ya da asla üstesinden gelemeyeceği

miz herhangi bir şey bile o kadar da korkunç değildir çünkü tolstoy hepimiz için bunu telafi eder.” diye yazmıştı, çehov. tam da öyle.

 olma hali
yığın içinde ayıklanmış. tane olduğunu biliyor. toz olduğunu ve nereye, nasıl sirayet edeceğini, etkisini nasıl yayacağını biliyor: bilmenin halini yaşıyor. suya dönüşen, çatlaklara sızan, çatlak yaratan bir toz. orda ateş olduğunu da unutmayan. külü unutmayan o romantik ve realist: unutmayan halini yaşıyor. yasanın bütüncül ve hakkaniyetli olmayan şiddetine karşı ortaya gövdesini koyan: gövde olma halini yaşıyor. karşı durmanın halini yaşıyor. ısranın ve hayır demenin bir halini yaşıyor. kolektifleşme, koşulları yaratma, etki alanlarını genişletme; devrim olmak ve diri kalmayı bir bildiri gibi sürmek zamana: zamanda diri olmanın halini yaşıyor.

göz ve kalp olma hali çünkü ütopyasını da haklılığını da unutmuyor. bazı sayıklama anlarında “qocgiri’ye, oraya tekrar bakın” diyor. “rojava, bir bildiri sunuyor dünyaya ki yüzyıl sonrası bugünden yazılıyor, bunu unutmayalım. dersim’in kaderi orayla birlikte ele alınmalı, bütünsellik sağlanmalıdır”[7] diyor. mektupları yakıyor çünkü ateş olduğunu, kendi külünde iyileşeceğini, kendine çekileceğini, ve yaktığı her bir mektupla dağına çekildiğini biliyor. gövde olduğunu biliyor; bir şeyin gövdesi olduğunu; geri çekilmeyen, olanaklarını çoğaltan bir gövde. insan tek başına da kalsa bir gün, kendi gövdesinin karşı bir cephe, bir örgüt olduğunu bilir; örgütlenmiş bireyin örgütlülüğü olarak bir örgüt: örgüt olma halini yaşıyor.

yaralarım seni de yardımına çağırıyor[8]

“üşüyor kalbim. katlanamıyorum. sokağa bırakılmış köpeğin sesinde, tarihin evin ülkenin inkârını arıyorum..”/“bedel öderken ölüm kalım günlerine, çığlık öderken”. sesi ve öfkeyi kaybetmeden, yası tutulmamış, çığlığı duyulmamış duvarları içinde, dorukları köklerine bakan ağıdı. sur olacaktı zakir, surêdar olacaktı zaman.

onun yurdunun zamanı, onun yurtsuzluğunun zamanı: işte oradalar, orada bir aradalar. ağacın damarları gibi kök haldeler ve o halde bekledikleri ne? öngördükleri ne? yaktıkları ateş, baktıkları kül ne? ruhu besleyen, yüreğe çağıran ne? ve işte çocukluğun geniş yakalarıyla manzaralar, belirip kaybolan şenliği ile diller (ve işte kelimelerin dil şenliği ile birbirine aktığı), ve işte kıyıları o düşün; bilinir, istenir, görülür kıyıları; armağanın işte: tılsıme kırmanciye. ve içinde uyuduğun yurdunun o dil şenliği, görkemi ile. henüz değildi ama, seni de yardımına çağırıyor yaralarım dediğin o biz olma haline kavuşmadan,değil.

bu zaman kimin zamanı çünkü? öte algının ne olması gerektiğini haber etmiyor mu bize? kimden çalınmış, kimin sırtında taş olmuş bu tarih? geleneği hangi suda yitirdi çöl? bu boyunlar inceldiği yerden kopmuyor mu? birbiriyle dolmuş, mağarasının külünden öğrenmiş, karıncanın ayakları ile revan olmuş, sesine değmiş uçuruma ne oldu? taşa dokun, öbür yüzüne bak dağın. bu sesler nereden geliyor, öğretiyi alıp götüren ölümü nereye gizledi tarih?

bunu böyle yapmak tercihtir, böyle inanmak ve yaşamak tercihtir çünkü son sözü yoktur insanın; son isteği, son arzusu yoktur. sonsuz özlemi vardır: daim vardır, devr-i daim.. “çünkü yetersizdir ellerin özlemi, yetersizdir gözlerin, kulakların özlemleri..”[9]

alişêr efendi u zarife xatun olur da /kanarım bêbext bıçağıyla mağarada /taş olur gitmem ama dağımdan öteye”[10] sesi inliyor rüzgarın. biz onun sesini dinliyoruz. yapraklar masamıza iniyor. ordan akan munzur ırmağına. bu aidiyetteki yerimiz yaşam hakkını savunduğumuz diğer varlıkların yeri kadardır, diyor ve soruyor yine en yakın, en sıcak yerimizden: “çok üzgün hayatlarım orda mutlu musunuz /memnun musunuz yaptıklarınızdan”[11]

serdar
weli ra reçê perskon, cüab cên domanîy ra
vezon ra ticîya lêlîya roê xo de fetêlîn, zêrrîya xo de areşîn
adîr kon we meymaniya xo de
ca bê ca xo barkon
fecîr cên asma khani ra, jüanê homêtiy ra
îtiqato, îqraro, dewrê veraniyo barê mi
xo san ra son,
wertê sêw û sodir raastaran wanon

kêşî ra dên nêwazen hama dendaro ez, von
dendarê kîrmanciyê

no ésqo, no adiro, na kî kila,‘berê nara tepîya’, berê qeşîkerê
koan dê, rûyê sani dê, welî dê; adîrê xo wêkerê, kîlamon vacé
awaz be themburé khanê rê; e bi cîranîya, haştîya

mı rê surêdar be..

[1] mehmet çetin: dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için:  https://akinyanardag.net/2018/03/10/dunyanin-yalnizligina-uzuldugum-icin/
[2] cabrera ınfante
[3] mehmet çetin
[4] mehmet çetin
[5] mehmet çetin
[6] mehmet çetin
[7] mehmet çetin
8[] mehmet çetin
[9] h. broch
[10] mehmet çetin
[11] mehmet çetin

dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için[1]
Yorum Yap
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin