Bir Kaybolma Hikayesi Ve Sefkan’ın Rüyası

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Sefkan 12 yaşında. Avrupa’da yaşayan bir ailenin dördüncü kuşağından. Bir süre önce evlerine misafir gelen akrabaları arasında yaşanan tartışmaya tanık oldu, huzursuz bir gece yaşadı. Kabus gibi bir rüya gördü, uykusu bölündü.

Gördüğü rüyadan aklında kaldığı kadarıyla, okuldan çıkmış ancak eve ulaşamamıştı. Çünkü yolu şaşırmıştı. Doğrusu yol aynıydı da, biraz değişmişti. Ancak yolun aynı olduğundan emindi. Çünkü her zaman olduğu gibi okulun ana kapısından çıkmış, gene her zaman yaptığı gibi sağa dönmüş; iki yandan duvar gibi yükselen çitlerin arasında yürümüştü. Altı yüz metre kadar sonra sola dönerek eve ulaşması gerekiyordu. Ne var ki daha önce olmadığı şekilde yol bir sağa, bir sola girinti yapıyor, her girinti ayrı bir eve çıkıyordu. Yabancı değildi bu evlerde yaşayanlar, aileden birileriydi. Bunu biliyordu. Ne ki loş bir ortamda tam seçemiyordu, insanları da nesneleri de. Önüne çıkan ilk evden içeriye teklifsizce dalmak isterken, yolun öbür yanında bir ses duyuyor, “Sefkan gitme araya, evin burası.” Çağrıldığı eve yönelirken, başka birileri, “Buraya gel. Sen bizdesin!” diye, kolundan çekiştirip, öbür evlere sürüklemek istiyor. Sonuçta hiç bir eve gidemiyor, yolumu kaybettim diye, korku içinde ve âdeta sonsuz bir boşlukta yürümeye devam ediyor. 

Sabah uyandığında rüyasını düşündü. “Sen bizdensin! Yok hayır, sen bizdensin! Onların hiç birinden değil, yalnızca bizdensin. Önemli olan İnsan olmaktır Sefkan’ım. Da wichtigste ist, menschlich sein, mein Sefkan![1]. Bi ita torneme Sefkan. Kom hier Sefkan![2]” 

Sefkan rüyayı, akşamki tartışmaya bağladı. Yabancısı değildi bu tartışmaların, fakat o akşam ki, bir başkaydı. Eve misafir gelenler kendilerini ağız dalaşına kaptırmış, kavga edercesine, “Biz kimiz!” diye öfke içinde bas bas bağırıp durmuşlardı. 

Yatakta debelenerek, bir süre düşündü. Kafası yabancısı olduğu seslerin, sözcüklerin istilasına uğramıştı. Ama en çok da “Ben kimim?” sorusu öteki sesleri bastırarak öne çıkıyor,  kafasında uğuldayıp duruyordu. Yatakta daha fazla debelenmek istemedi. Eve kulak verdi, derin bir sessizlik vardı. “Annem de, babam da daya uyanmamışlar,” diye mırıldandı, kalktı banyoya gitti. Kılozete oturmadan önce aynaya bakmak istedi. Karşısına geçip baktı, sonra “Ben kimim?” diye sordu.
 “Sen kimsin?” diye karşılık verdi ayna, ama kendi sesiyle, biraz uzaktan. 

Sefkan duyduğuna inanamadı. Bir kez daha sordu, “Ben kimim?” O anda kendini aynada dört farklı surette gördü, “Nein! Oh mein Gott![3]” diye bir çığlık attı, elleri gayri ihtiyari gözlerine gitti. Ellerini gözlerine sıkıca bastırmış halde banyodan çıkmak istedi, çıkmadı. İçini bir merak sarmıştı. Gözlerini aralayıp, parmak aralarından gene aynaya baktı. Durum değişmemişti, farklı yaşlarda dört ayrı surette aynaya yansımaya devam ediyordu. Birinde saçları apaktı.

“Ne yapmalıyım?” diye düşünürken, “Sen kimsin?” diye bir ses duydu.
Ellerini serbest bıraktı, aynaya baktı, “Ben kimim?” diye sordu.
“Sen bensin,” diye karşılık verdi, saçları apak olan suretlerden biri.
“Birbirimize benziyoruz, ama sen yaşlısın. Saçlarında çok beyaz. Ben sen olamam”
“İnan bana. Sen bensin. Ben babanın dedesiyim. Küçüktün, hatırlamazsın belki beni.”
“Biraz hatırlıyorum. Ama rüya gibi.”
“Rüya gibi de olsa hatırlaman iyi oldu. Böylece beni daha iyi anlarsın. Zamanında bir felaket yaşadık torunum, yollarımızı şaşırdık. Benim geçmişim senin  bugünün, yarınındır. Onun için sen de benim gibi yitik birisin. Ben de günün birinde, annemden babamdan öğrendiklerimi bir yana bırakıp, başkalarının sözlerine kulak verince “Ben kimim?” diye sordum. Sonra yetmiş üç yıl kendimi aradım. Kendimi, yolumu bulamayınca deden, baban dahil çocuklarımın, torunlarımın her biri ayrı ayrı yollara yürüdü. Sonra da, “Biz kimiz?” diye, birbirimize düştük. Kendi aramızda kavga ederken, her şeyimizi kaybettik. Şimdi de sen…”
“Sen kim olduğunu unuttun mu dede?”
“Hem evet, hem hayır.”
“Nasıl?”

Bir an konuşan olmadı. Sonra, “Bunlarla kafanı meşgul etme. Ne de olsa sen kendi zamanını yaşayacaksın torunum.” 

“Großvater[4], söyle bana: bu yaşadığım bir düş mü? Nasıl oluyor da seni görebiliyorum. Hem üç kişi daha var, aynada gördüğüm. Hepsi de bana benziyor.”
“Beni görmen bir düşse, ikimiz de aynı düşü görüyoruz demektir. Belki uyanacağız, belki de hayır. Benim düşüm yirmi yaşımda başladı, yetmiş üç yıl sürdü. Düşte bir yol arıyorum, ama aradığımı bulamıyorum. İnsan düşten uyandığında kendini kendisiyle birlikte bulur. Bir evdedir, bir yatakta uzanmış uyumuştur. Demek istediğim, uyandığında aynı yerde olması ve aynı şeyleri görmesi gerekir.  Ama benim ki böyle olmadı torunum. Uyandığımda aynı evde aynı yatakta değildim. Düşte kendimi arıyordum, uyandığımda da kendimi aramaya devam ettim. Bir menzile varamadan, ömür merdiveninin son basamağında buldum kendimi.”
“Söylediklerinden bir şey anlamıyorum. Sözlerini çok dolandırıyorsun. Hem benim en iyi anladığım dil Almanca. Onu da sen bilmiyorsun?”
“Benim de anamdan öğrendiğim dil Kırmancki. Sende benim bildiğimi bilmiyorsun, çünkü anandan öğrendiğin dilin değişti. Hoş, hepimizin dili değişti ya. Bak ki, Türkçe konuşuyoruz. Kendi aramızda anlaşalım diye, sana da öğrettik. İşte biz böyle kaybolduk torunum.”
“Ama bence sen evini biliyordun, eve gidip geldiğin yolu da.”
Güldü aynadaki, “Bu kaybolma başka bir şey, torunum. Büyüyünce anlarsın. İnsanımız için işler iyiden iyiye kötü gidiyor. Aynada gördüklerin seni kendi yollarına sürmek isteyenler. Yolları ayrılan deden, babanın amcası ve baban. Ama onlar hâlâ unuttuklarının, kaybettiklerinin farkında değil. Bak bu toplum İsa’yı da unutmadı, kiliselerini, bayramlarını da. Biz neyimiz var neyimiz yok, bir bir kaybettik. Önce dilimiz gitti. Sonra sonra yaşlılarımızdan miras aldığımız itikadımız, jâr û dârlarımız, yol yolağımız…”
“Keşke benim anladığım dilden konuşsaydın dede.”
“Keşke sende nine dedelerinden miras kalan dili bilseydin, torunum.”

**

Sefkan melezdi. Çünkü anne Almandı. Baba ise Kürt olduğunu söylerdi. Melez olduğundan mıdır bilinmez ama, Sefkan her iki kimliğin sınırında bir yerde duruyordu. Daha o yaşta “Sen Alman mı, yoksa Kürt müsün,” sorusu çok sorulmuştu. Bu soruyu hiç değişmez şekilde,”Her ikisi de!” diye cevaplardı. Fakat Sefkan başka kimliklerin de, baskısı altındaydı. Dedesi Ehlibeyt soyundan gerçek İslam ve Türk, “Tövbe! Türk bizden uzak olsun!” diyen ninesi Kırmanc, babasının bir amcası Alevi, bir amcası Zaza, bir halası ise yalnızca İnsan olduğunu söyler, her biri kendince Sefkan’ı etkilemeye çalışırdı. Annesi ise bu konulardan konuşmazdı.

Sefkan’ı en çok şaşırtan ise, “Ben yalnızca İnsanım’ diyen babasının halası olurdu. Bir keresinde, “Tante, sind die anderen nicht Menschen?”[5] diye sormuştu. 

Büyük dede dediği, babasının dedesini ise bir rüya gibi hatırlıyordu. Böyle de olsa büyük dedenin etkisini çok derinden hissediyordu. Sanki hep onunla büyümüş gibi.

Tanık olduğu tartışma, akrabalarından her birinin sahiplendiği farklı kimlikler üzerineydi. Rüyada kendisini çekiştirip duranlar da, akrabaları olmalıydı. 

Kimden olduğu, dahası kim olduğu bu kadar mühim miydi? Düşündü, bir neticeye varamadı. Sonra okuldaki arkadaşlarını düşündü. Evet, Türk arkadaşları için mühimdi. Onlar her seferinde Türk olduklarını ona hatırlatmayı adeta bir görev sayıyordu. 

Sefkan’a, “Sen Kürtsün,” diyen Kürt arkadaşları için de mühim bir konuydu. Gene diğer ülkelerden gelen, özellikle savaştan kaçmış ailelerin çocukları aidiyetlerini göze sokuştururcasına dile getirirken öfkelerini de yansıtıyordu. Ama Alman arkadaşlarından Adolf haricinde Alman olduklarını söyleyen olmamıştı. Adolf, “İch bin Deutscher,” derken, sözlerini gururla ötekilerin suratına çarpardı. Ardından, “Misafirler, misafir gittikleri yerde uzun zaman kalamaz,” diye eklerdi her seferinde.

Peki, ya kendisi! Kendisini Alman sayıyor, Kürtlüğe yakınlık duyuyordu. Fakat düşündükçe kendisinin hepten farklı olduğunu, daha doğrusu bir boşlukta olduğunu görebiliyordu. Bir kere bütün arkadaşları için önemli olan özel günler vardı. Mesela Türk arkadaşları için Ramazan ve Kurban Bayramı dedikleri günler, çok önemliydi. Uygun derslerde sınıfta bu bayramlarını ballandıra ballandıra anlatırlardı. 

Kürt arkadaşları için de Newroz önemliydi. O gün ya okula gelmez, ya da çok renkli, özel kıyafetlerle gelirlerdi. Kendisi bir kaç yıl evvel ailece bir Newroz’a gitse de yalnızca Weihnacten’i[6] biliyordu. Evin içinde ışıklandırılmış Weihnactsbaum’un[7], yine pencerelerin renkli süs ışıklarıyla ışıklandırılması, yaşamında ayrı bir yeri tutuyordu. Fakat aileden bildiği özel günler yoktu. 

Sefkan’ın ana dili Almanca idi. Fakat diğerleri ile kırık bir Türkçe ile anlaşabiliyordu. Çünkü büyük ailede kim kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın, konuştuğu dil baskın şekilde Türkçe idi.

Gene ülke olarak kendini yalnızca Almanya’ya ait görüyordu. Babasının sıkça bahsini ettiği Kürdüstan ve Dersim’e bir yakınlık hissetse de, çok güçlü bir bağ değildi. Daha önce iki kez Dersim’e gittiklerini, hayal meyal hatırlıyordu. Babası son beş yıldır ülkeye gitmek istemiyordu. 

Sefkan rüyadan sonra günlerce gerçekte kim olduğunu merak etmeye devam etti. Kendini derslere veremiyor, teneffüslerde bahçede bir başına gezinip duruyordu. Arkadaşlarını düşünüyor, sonra ailesini. Babasının dedesi, kendi dedesi, babasının amcaları, babasının halası, hepsi büyük aile idi. 

Peki kim olduğuna, kime göre karar verecekti? 

Düşündü, işin içinden çıkamayınca, benim ülkem Almanya. Demek ki ben de Almanım, diye karar verdi. Sonra büyük aileyi düşündü: “Kürt-Zaza-Türk-Alevi-Sünni-Alman. Benim büyük ailem bunların hepsi, ama aynı zamanda hiçbiri… Bence onlar kayboldu. Evlerinin yolunu bulamıyorlar…”
“Ama ben Almanım. Rüyada kaybolsam da evimin yolunu biliyorum…”

[1] Önemli olan insan olmaktır.
[2] Buraya gel.
[3] Hayır! Aman Tanrım.
[4] Büyük baba.
[5] Hala, diğerleri insan değil mi?
[6] Noel
[7] Noel ağacı

Bir Kaybolma Hikayesi Ve Sefkan’ın Rüyası
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA