(Anımsamalar 2)
“Bir yandan hasretlik bir yandan firâk
Kırık kanadımız kolumuz bizim”
Edna Mücrimi
Bu kez “Raşka’nın Hüzünlü Kızı” da vardı. Hatta o ıssız yüceltide bizden gayrı iki mahzun can daha vardı. Birinin adı Weroc, öbürünün namı da Omedam idi.
Dördümüz de uzun acıdan, uzun sancıdan, uzun yoldan yolaktan çıkıp gelmiştik.
Vasıl olduğumuz yer, eski bir sefkanın içinde anılarının saklı olduğu örümcek ağlı bir evdi. Gerçekte konaktı. Kiriş taşlarında yapım tarihi belli belirsiz okunup duruyordu hâlâ.
Virane hayli ilginçti ama. Hele geceleri Ana Fatma’nın mah cemali üstümüze vurduğunda aynı Alamut Fedailerinin büyülü kalesine dönüyordu hali. Nasıl olmasın ki? Parlayan ve sönen bir çağdan hatıraydı orası!
Eskilerin serasker dedikleri uz adam, burada doğmuş, burada yaşamış, kırmasını, mavzerini, beşlisini burada kuşanmış, kolcularıyla “dört dağ”ın her bir yerine buradan yola çıkmıştı.
Raşka’nın boz bulanık sularında yıkanıp gelenin, yürek temizliği de cemal güzelliği de olduğu gibi duruyordu. Öyle ki, içimizde “sönmemiş son ay parçası” gibi duran hâlâ oydu.
Buralara Kiril alfabesinde “Kuş tüyü” anlamına gelen namlı Peruşka’sını yâd etmeye gelmişti. Dağa taşa ormandaki hazana baktıkça efkârlanıp dalıyordu. Birlikte “hayat denilen kavga”nın kollarına atıldıkları Peruşka’sı bir güz sonu ağzında dünyanın bütün figanıyla bu diyarda boğazlanmıştı. Kahkahasıyla ünlü bu Zara kızı son nefesini bu bahtsız topraklarda vermişti.
Diğeri yitmişti. Önceden bildiği ne varsa unutmuştu. Yapraklarını döken yalanuz bir ağaca dönmüştü. Belli ki zamanla yekinecek ve yeniden kuşanacaktı libasını.
Heyhat! Ne demişti vaktiyle kör ozan? “Bir ulu ağaçtan, bir yaprak düşse… Ağaç acısını duyar iniler”miş. O da hem “ah u vah” edip inliyor hem de kendini yeniden yaratmaya çalışıyordu işte. Öyle ya, “İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir,” belki de. Nietzsche öyle demiyor muydu?
Omedam, bir garip hastalıktan muzdaripti. Safrakesesinin salgıladığı öz sular adeta kurumuştu. Kurumuş ve koyulaşmıştı. Zift gibi bir göğüsle yaşıyordu. Tepeden tırnağa melankolikti. Kâh coşuyor, kâh diniyor, kâh feryat figan ediyordu.
Unutmayın ki, melankolikler aynı zamanda “hüzünlü suskunlar”dır.
Hölderlin’i anımsayın.
Yaşamının yarısını, sonraları “Hölderlin Kulesi” olarak anılacak bir odada geçirir. Tam 36 yıl, okuyarak, piyano çalarak ve kendi kendine konuşarak hem de!
Ona göre; “uçup gitmiş tanrılar artık yoktur, gelmekte olan tanrılar henüz gelememiştir.”Öyleyse ozan, tanrılarla insanlar arasında -bir yerde- ozanca barınmak dışında başka türlü yaşayamaz bu yeryüzünde.
Bu kızı hatırlıyorum. Buraların gazalıydı. Emsalsiz bir güzelliği vardı. Gençliği dillere destandı. Ama bir gün bahtı -açıldı mı yoksa kapandı mı desem- birden evlendi. Olan da ondan sonra oldu işte.
Eh, bu toprağın kadim yaraları bitmez ki. Bitmediği gibi de kendini sağaltıp dinmez ki!
Evlendiğinde şansızlık bu ya, içtimai arbede güm diye patladı. O da iki ateş arasında kalmaktansa topladı dengini ahengini garbın çölüne göçtü. Ne mi oldu orada? Yaban kızı şehrin gerisindeki tek gözlü kondulara hapsolup kaldı. Ömründe ilk defa “Anksiyete” diye bir sözcükle tanıştı. Atakları önce yavaş yavaş başladı sonra gittikçe arttı.
Yayla kızı içine doğduğu dünyadan öyle uzaklaşmıştı ki! Artık ne yapsa ne etse bir türlü hükmedemediği bir fırlatılmışlığın içindeydi. Hayat, -onu seni beni- aştıkça güzelim ağzında kala kala bir tek yürek söken çığlığı kaldı.
O yüzden soldukça solan bu yaban güzelini ne zaman görsem aklıma hep Erganili ozanın* umutsuz dizeleri gelir: “Artık ben gideceğim, ata eyer vuruyorlar / Hatıralarımı birer birer yakacağım / Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp / Göğsüme siyah bir gül takacağım / Batan güne doğru kurşunlar sıkıp / Kendimi boşluğa bırakacağım.”
Bana gelince; onca hercümerçten, cevr u cefadan sonra nice zaman vardı ki çocukluğuma dönmüştüm. Artık anamın memelerindeki ak sütten besleniyordum. Bütün anlatılarıma temellik eden çocukluğumdu. Eh, Amado boşuna mı laf etmişti. “Şairin anayurdu çocukluğudur!”
Vaktiyle “siyah yaralarla dolu kızıl bayrağımı” derleyip toplamış yükseklerde bir yere kaldırmıştım. Ricatım elbet bir gün bitecekti. Hiç unutmam. Anam kavminin yaralarını anlatırken “ maharet yenende değil lacê mı, ne varsa yenilenlerde var,” der dururdu.
Şimdilik ecnebilerin “raté” dedikleri göreli hali yaşıyordum. Bu dibi delik dünyanın hal-i pür melâlelini seyreylemekle meşguldüm. Vaktiyle at sırtında, gök sırtında, dağ sırtında kıyama duran ve eskilerin uz adam dedikleri bir sefkanın izini sürüyordum. Ha bire yazıyordum. Gri nazariyelerin kuru ve reel çekiciliği yetmiyordu artık kalemime. Önümde başıboş sular gibi akan ve adı hayat olan kâh iyi, kâh kötü, kâh güzel ve korkunç dedikleri bambaşka bir kaynak akıyordu şimdi.
***
Bu kez birden çok, çoktan az idik. Yine de fazla sayılmazdık. Kanadı kırık dört mahzun kuş idik. Yeryüzü insanından ne inayet ne medet bekliyorduk. Bu dünya insan içinliğini yitireli nice zaman olmuştu. Her birimizin yaralı bilinci bunu yaşadıkça öğrenmişti. Yine de aklımızda enva-i çeşit sual dolanıp duruyordu. Neyse ki felek bizi şimdilik bir dağın ensesine atmış ve orada tarih-i kadimden hatıra bir sürü sese gark etmişti.
Ne diyordu bu dağların hicranlı ağıdı? Hatırlayın. “Bir dağın ensesine / Uyandım yâr sesine / Yar gider ben giderim / Düşmüşüm gölgesine.”
Ama bizden önce neler olmamıştı ki bu toz toprakta? Yerlilerin “Koraniyê, Salım ya da Çhor” dedikleri yeryüzü salgını önce garbı vurmuş, sonra ta buralara kadar gelmişti. Önceleri sadece ırak şehirlerden gelen cenazeler zamanla buraların yoksul evlerinden de çıkmaya başlamış iki, üç, derken afet her yere karabasan gibi çökmüştü.
İş bununla da kalmamış yıllardır bu der diyarın taşında toprağında dolanan ve ilhamını “tarihten gelenler”den alan kızlı erkekli çeteciler bu sene bu kara ormanlarda birbiri peşi sıra vurulmuştu. O günleri yaşayan sakinler, yabana atılan havanlardan, füzelerden ve kazan bombalarından evlerinde hop oturup hop kalktıklarını irkile irkile anlatıp dururlar hâlâ.
Diyeceğim, vaktiyle gökteki yıldızlar gibi kayıp dağıldığımız bu “jar u diyar”a tesadüf bu ya, dördümüz de aynı anda kuş misali, (kuşlar misali) kanat çırpıp inmiştik.
Eskilerin “vuslat” dedikleri kavuşmamız bu kez yaza değil güze tekabül etmişti. Aylardan kasımdı. Yabanda ne varsa sevgili Lili’min gözyaşı gibi rüzgârlanıp ağıyordu yere.
İlk gün, ikinci gün, üçüncü gün, derken çıkmadığımız ya da inmediğimiz dağ bayır kalmamıştı. Şimdi bir tepenin eteğindeydik. Altımızda Bozku, üstümüzde de Zel Baba vardı. Argınlıktan yere çökmüş, aşağıda elinde testereyle iş yapan yaşlı bir dedeye bakıyorduk.
Meğer “Haziran’da Bir Fidan” gibi yere düşen Berkin’in (Elvan) dedesiymiş. Bizimkiler ona bu diyarda “Mıllê” derler. Ölüleri yıkayan ve dualar edip kaldıran odur. Kırık dökük bir sandalyenin üzerinde oturmuş -önünde ne varsa artık- testereyle bir ileri bir geri gidip geliyor. Belli ki oyalanıyor. Ne var ki yaşlanmış artık. Zar zor yürüyor çünkü. Nasıl olmasın ki? Nerden bakılsa doksanını devirmiş ve yüze çoktan merdiven dayamıştı. Hatırlıyorum. Anam, ne vakit ondan söz etse “xalo Memed” derdi. Uzaktan dayısı sayılırdı çünkü.
Heywağ hey! Orda öyle yorgun argın nefeslenip dururken aklıma ne geliyor biliyor musunuz? Karpatların ahlakçısı Cioran’ın dedikleri. Sahi nasıl başlıyordu o çarpıcı cümlesi: “Onca yıllık sessizlikten sonra, bir zamanlar bizim olan ve artık hiç kimsenin olmayan o ülkeden…”
Sahi bu der diyar da artık biraz öyle değil miydi sanki? Vaktiyle “der u derxun”un içine kurulmuş şu altımızdaki bomboş köy mesela!..
“Memke İsmail”i diye biri vardı ki orada… Aman Allah’ım, leb-i deryaydı. Şimdi bile gürleye gürleye akıp duran şu derenin yanı başındaki evlerden birinde yaşardı. Eski dil bilirdi. Enfiyesiz asla dolaşmazdı. Ciğara üstüne ciğara yakardı. O yüzden bıyıkları, saçı sakalı daima tütün kokardı. Buraların ilk “Mıllê” si oydu. Bize de sık sık gelirdi. Anam ona da “xalo” derdi. Sırrını hasmına değil bir ağaca vererek yanıp kül olan Rayber’in oğlunu o yıkamıştı işte. Adı kadim dillerde “soyu sopu tertemiz çocuk” olan bemurat Behzat’ı o yıkamıştı.
Anam anlatmıştı. “Defin sonrası yokuşu çıkıp bize vardığında öyle perişanmış ki. “Sorma werezam” demiş. “Çocuğu göz göre göre yakmış Yezid’in oğlu.”
Şimdi her birimiz anısını ve acısını bir yerlerde bırakıp nice zaman sonra bu kimsiz kimsesiz topraklarda bir araya gelmişiz ya, birazdan resmiyetin Çöğürlük, lisanımızın da Bozku dediği şu aşağıdaki köyü terk edip ilk sırtı aşarak yokuş yola dayana dayana Baba Bılges’e çıkacağız.
Oranın pir u pak havasıyla birlikte yanımdakilerden Weroc, dalmış- dağlanmış belleğini toplayacak. Omedam, kara safrasına hayat suyu taşıyacak. Balkan güzeli de birikmiş efkârını sevince emzire emzire şifa bulup rahatlayacaktır elbette.
Biz o ulu yüceltide, mübarek göğün altında, kadim ziyaretin başında, vaktiyle bu bahtsız topraklardan yıldızlar gibi kayıp dağıldığımız “son gün”ü anımsayacağız. “Hayatımızın uğursuzluğu” diyeğimiz o günden sonraki savrulmamızı konuşa konuşa parçalanağız.
Eyvah! Kök ki, mezara dek takip edermiş insanı. Bunu asla unutmayacağız.
Sonra Aros’u, Bırdo’yu, Yelqajiyê ve Kakber’i geride bırakıp ikinci doruğa konacağız. Yaban sofrasını bizimkilerin Sıfsıké dedikleri namlı tepeye serip Tokmak Baba’ya bakacağız.
Unutmayın ki, “Tertele”de pirin nesebi Laçinu Deresi’nde boğazlanırken bir rivayete göre pir bu mıntıkada bir yerlerdeymiş. Sonrası “Yansın Xozat Yansın” dedikleri düzlüktür zaten. Git git bitmez eski Kırmanciyê yani!
***
Ama bu toprağın kara günü bitmez ki! Anam boşuna mı “Ax feleq be bext feleq” deyip hayıflanıyordu.
Tam ah u zarımızı unutup başımızın üstündeki duru göğe bakıp arınıyorken olan oluyor. Aşağı yazıda bir araba konvoyu beliriyor. Meğer cenazeymiş!
Nicedir kanser tedavisi gören bu diyarın esmer, uzun boylu şairi ölmüş! Aslında diyen demişti. Hatta Devo demişti. “Durumu ağır” diye.
Heywağ hey! Demek ki efkârını bu tuhaf dünyaya lav gibi püskürten şairin nefesi buraya kadarmış. Oysa bilebildiğim kadarıyla dizelerinde dağından hiç inmezdi ki!
Kim bilir son deminde taşına, toprağına nasıl hasret kalmıştır?
Düşünüyorum da, 12 Eylül karanlığında Metris’te, Sibirya’nın su çürüten nemli koğuşlarında az mı volta attıydık birlikte? O uzun yürümelerde Kagan’ı, Lukacs’ı, Avner’i (Ziss) sık sık anar, Türkçeye yeni çevrilmiş “ESTETİK”lerini hararetle tartışır dururduk.
Ama çıktıktan sonra hayat bizi öyle ırak, öyle uzak kıldı ki. Küs çiçeği gibi küse kaldık birbirimize. Oysa ikimiz de bu toprağın rüzgâr yemiş kekik kokulu oğullarıydık!
(Unutmayın. Şairlerin his dünyası az biraz başkadır. Hatta belki de bambaşkadır. Durup dururken içlenir, hislenir, incinirler mesela. Bu bazen sebepli olur. Bazen de sebepsiz! Bizimkisi galiba böyle bir şeydi.)
Zaten bu diyarın serazat çocuklarının yazgısı kadar ortak başka bir yazgı var mıdır acaba şu âlemde?
Düşünün. Ya nazlı seher uykusunda, ya kahpe bir fakta, ya hastalıkta ya da bir dağın ensesinde vurulup ölmedik mi hepimiz?
Eyvah! Şimdi “unutma bizi ey halkım” diyeceğim ama nerde o günler.
Hasılı Kurederşiye bize, biz Kurederşiye’ye bakakalıyoruz öyle. Son namlı tepeden kalkıp kırıla döküle aşağı düze iniyoruz.
Aslında şairin doğduğu bu köyün bahtı hatırlıyorum, ta 80’lerde karardıydı. Aklımda oraya dair ne çok öykü var bir bilseniz? Ama hiçbirini anlatmaya dilim varmıyor şimdi nedense. Yalnız biri hariç!
Elinde Musa’vari asasıyla dolaşan Gelıso anlatıyor:
“Tesadüf bu ya, o gün biz de yukarı çıkmıştık. Aşağı höyükten yabana yeni gelmiştik. Evin yıkıldı yıkılacak çardağında oturuyorduk. Gece de bir güzeldi ki sorma. Kervankıran almış başını Ali Boğaz’a doğru yana yakıla yürüyordu.
Biliyorsun. Ağbaba tam karşımızda. Kurederşiye de onun hemen altında. Meğer o gece tıpkı eski günlerde olduğu gibi üç dağlı silüet önce oraya uğruyor, ardından da kutsal doruğun altındaki ormanlık alana çekiliyorlar.
Neyse… Saat üç mü, iki mi, dört mü desem ortalık birden karıştı. Köyün hemen üstündeki kutsal tepenin bağrına yerden ve gökten ateş yağdı.
Şafak söktüğünde olan şuydu: Derin meşe ağaçlarının altında, çisil çisil akan bir pınarın başında, eski bir atkı, birkaç yanık sac ekmeği, tarumar edilmiş orman ve yerde sürüklenerek götürülmüş üç delik deşik cesetten artakalan kan kan kan!”
Eyvah ki ne vah! Muhammed Mustafa aşkına söyleyin. Bu toprağın “kan kokan öyküleri” ne zaman bitecek ha?
Sonra işte tüm hevesimiz kırılı-kırılıveriyor. Ölüm bir kez daha gelip bizi buluyor.
Meğer benden sonra herkesin “Me-Çe” dediği şair, sonunda ölüyor. Ama Ağbaba’nın eteğindeki yoksul mezrasında değil de garbın ırak mı ırak bir şehrinde can veriyor. Dilsizlikten bir dil yaratan ah’lar ağacı “Memo”** bu dibi delik dünyayı terk edip gidiyor. Kederimiz yere, günlerdir yaşadığımız sevinç ise sağa sola dağılıp gidiyor.
Bu demektir ki, yarın yine seferiyiz. Sabah, güneşe gözlerimizi açtığımız bu bahtsız toprakları daha fecir sökmeden terk edip gideceğiz çünkü.
Ah! Keşke her şey bir Tibet metnindeki gibi olsaydı. “Vatan çölde bir konaklama yeridir sadece!”
Ama değil, öyle değil.
Neylersin ki öyle değil işte!..
*Sezai Karakoç
**Mehmet Çetin