1. Haberler
  2. Güncel
  3. Dersim’in Güney Kardeşleri

Dersim’in Güney Kardeşleri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Korkunç bir askeri konvoyun içindeki tek sivil araçtaydım, konvoy bizim aracı koruyordu, insan kendisini koruyandan korkmamalıydı ama ben korkuyordum, her türlü silah ve patlayıcıyla yüklü askeri araçların arasında olmak yeterince korkutucuydu, peşmergelerin gergin ama bana bakınca gülümseyen yüzleri korkumu hafifletmiyordu, bir teselliydi yapmak istedikleri ama bana fayda etmiyordu.

Musul’un kuzey kıyısından Telafer’e doğru hunhar bir hızla ilerliyorduk, geride kalan her metrede konvoy daha da hızlanıyor, peşmergeler silahlarını pencerelerden dışarı çıkarıp tetiğe geçiyor, zırhlı araç üstü makinalı tüfekler dört yana doğru dört dönüyordu.

Bölge Bağdat’ın kontrolündeydi…

Irak askerlerinin kontrol noktalarında hiç durmadan geçiyorduk, peşmerge güçleriyle aralarında anlaşma vardı, konvoyu görür görmez telaşla bariyerleri kaldırıyor, konvoyumuz hız kesmeden devam ediyordu.

Telafer’e doğru acımasız bir hızla ilerliyorduk, yollardaki sivil araçların tamamı konvoyu görür görmez toz-toprak içinde kaçarcasına yol kenarlarına savruluyor, pek çoğu çarpışmadan son anda kurtuluyordu; en öndeki eskort araç her türlü çarpışmayı göze alıyordu.

Peki ama neden böyle acımasız bir hızla ilerliyorduk?

Telafer’in girişine varmak üzereyken tüm silahlardaki mermiler namlulara sürüldü, gözler dört açıldı, çatışma pozisyonuna geçildi. O anlatılması güç Ninova’dakiOrtadoğu kasabasının ortasından geçerken konvoy daha da hızlanıyor, sivil yayaları dahi hiçe sayarak ilerliyor, konvoyu gören herkes kenara kaçıyor, sivil araçlar neredeyse üst üste binercesine yol kenarlarına savruluyordu.

Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum ama anlayamıyordum, aracımızda siper pozisyonunda olan genç perşmerge “Az kaldı, birazdan bitecek” dedi.

İyi de ne bitecekti, neler oluyordu?

Tüm bunlar bende ölüm korkusu yaratıyordu, bilmediğim ve hiç beklemediğim bir felaketin ortasındaydım ama neler olduğunu öğrenmeden de ölmemeliydim.

“Yok, yok” dedi genç peşmerge, “Kimse ölmeyecek, biz varız”.

Evet iyi bir teselliydi ama bana fayda etmiyordu, Ninova’nın ortasında metruk bir kasabada ama gerçekten bu metruk kasabada ölme korkusu beni sarıp sarmalamıştı bir kere; Dersim’de ölmek varken Ninova’da ölmek de neyin nesi…

Neden sonraTelafer’den çıktık, konvoy aynı hızla çöl arazide arkasında toz bulutu bırakarak bir süre daha ilerledi, geride bıraktığımız pek çok kontrol noktasından sonra yeni bir kontrol noktasına gelmiştik, konvoy yavaşladı, noktadan usulca geçtik, silahlar pencerelerden çekildi, bizim araçtaki peşmerge silahını dizlerinin üzerine koyup teçhizatını çıkardı ve derin bir nefes aldı: “Artık rahat olabiliriz”.

Burası peşmerge kontrol noktasıydı, Bağdat’ın kontrolündeki bölgeden çıkmış, peşmerge kontrolündeki bölgeye girmiştik; bulunduğumuz yer tam olarak Şengal’in giriş kapısıydı, tarih Mayıs 2014’tü.

Biraz sonra peşmerge arkadaş hayatımda ilk kez duyacağım bir cümle kuracaktı, soruma sabırsızlıkla cevap beklerken o cümle geldi; “Telafer, Irak Şam İslam Devleti’nin merkez üslerinden biri.”

İlk defa duyduğum bu ismi bir kez daha tekrarlattım; “Radikal İslamcı terör örgütü” dedi, “Adı Irak Şam İslam Devleti, biz Kürtçe ‘DAAŞ’ diyoruz. Ayrıca irili ufaklı başka dinci örgütler de var, burası bir gün mutlaka patlayacak.”

Kafamda hemen bir harita oluştu, girmek üzere olduğumuz Şengal’in doğu ve güney bölgeleri Bağdat’ın kontrolünde, batı ve kuzeyi ise Rojava sınırı ama büyük oranda Şam’ın kontrolünde. En ufak bir saldırı olsa Erbil, Duhok ve Zaxo üzerinden ulaşım mümkün olmayacak, tek bir kapı kalıyor, o da kuzeydeki Rojava fakat orası da dediğim gibi problemli, kontrol önemli oranda Şam’da.

Ve ben o gün, 72 Ferman yaşamış Ezidiler’in 73’ncü fermanını gördüm, Şengal’e birlikte girmekte olduğum arkadaşım Eyüp’e bu endişemi söyledim, zira Saddam’dan sonra devam etmekte olan kısmi sessizlik büyük bir patlamayagebeydi ve Selefi olduğunu öğrendiğim DAİŞ’in harekete geçmesi halinde ilk saldıracağı yerlerden biri mutlaka Şengal olacaktı.

Üç gün kaldım Şengal’de. Şehrin kuzeyini bir set gibi kaplayan Şengal Dağı’nın eteklerindeki mistik Şengal’i ovaya doğru yayılan çarpık yapılaşmalı yeni Şengal kör bir hançer gibi bıçaklıyordu.

Üzülmüştüm…

Ama sokaklarında gezerken asıl üzüldüğüm şey, basmakta olduğum her karış toprakta 72 kez bu halkın kanı vardı ve gelecekte şu ayağımın olduğu yer yine kana bulanacaktı. Biliyorum inanmayacaksınız belki ama arkadaşım tanıktır, bu sokaklar çok yakında cesetlerle dolacak, mistik Şengal’den yeni Şengal’e doğru oluk oluk kan akacaktı; üç gün boyunca bunu düşündüm, bunu konuştum.

Gezerken insanların yüzlerine bakıyordum, 72 Ferman’ın, sonu gelmeyen soykırımın izleri yaşıyordu; erkeklerin bıyıkları bizdendi, sakalları bizdendi, yüzleri-gözleri tarihin tüm yansımalarıyla, simaları bizdendi, kadınların gülüşleri bizdendi, yüzlerindeki çizgiler,gözlerindeki ferfecir, alınlarındaki nakışlabizdendi,Şengal Dağı Düzgün Baba’ydı sanki, duaları-bedduaları bizdendi, en çok da insanlıkları, misafir perverlikleri bizdendi; ya da hayır, biz onlardandık, biz onlardık, onlarla bizdik.

Dersim’den sonra güneşi hiç bu kadar çok ve güzel görmemiştim, Şengal Dağı’ndaki Şerfeddin’deve her yerdeki ziyaretlerde, evlerin kapılarının üst eşiklerinde hep güneş doğuyordu. Çünkü orada güneşi kadınlar doğuruyordu, felsefeleri buydu; “Bizim topraklarda önce kadınlar uyanır, güneş sonra doğar, çünkü güneşi doğuran kadınlardır.”

Kültür Müdürü güneşle ısınan derya gibiydi, bizi iyi biliyordu, Dersim’i gezmişti,“Güneşi doğuran kadınların çocuklarıyız biz” diyordu ve amcaoğluyduk onunla, çünkü “Ceddimiz kardeş bizim, ne ki siz orada biz burada, ayrı düşmüşüz” diyordu.

Ve sonunda bir kez daha naçar, ayrı düştük; ben aynı konvoyla aynı ölüm korkusunu yaşayarak, üstelik kapkara bir gece yarısı aynı yoldan Erbil’e döndükten sadece bir ay sonra DAİŞ Şengal’e saldırdı. Ve üzerinde dizlerimin titrediği o mistik sokaklar gerçekten cesetlerle doldu, yeni Şengal kan gölü oldu; gördüğüm, tanıştığım, çayını içip yemeğini yediğim Şengalliler’in ve peşmergelerin yarısı öldü,oynadığım çocuklar öldü, bağlama çalan abi öldü, türkü söyleyen amca öldü, röportaj veren abla öldü, taziye çaycısı çatlak adam öldü, bir tek sempatik genç rehberimiz kurtuldu, onun da ailesinin yarısı öldü.

Şimdi “yaşamak” derseniz bana, Şengal’de aslında kim öldü?

Umur Hozatlı

Dersim’in Güney Kardeşleri
Yorum Yap
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin