Toplumsal Olayların Aktarımında Edebiyatın Rolü
Edebiyatın, toplumsal olayların aktarılmasında her dönem çok önemli bir rolü olmuştur. Pek çok halkın tarihine bakıldığında, yaşanan zorlu süreçlerin, en etkili şekilde edebiyat yoluyla dile getirilerek aktarıldığını görmekteyiz. Halkların karşı karşıya kaldığı katliamlar, soykırımlar kadar kimliklerin şekillenmesi de edebiyata yansımış, edebiyatla var olmuş, edebiyat üzerinden gelecek kuşaklara aktarılmıştır. Bu yanıyla edebi metinler, toplumun hafızasını oluşturan en etkili bilgi hazineleri olarak nitelenir. Edebi türler arasında ise roman, oluşturduğu atmosferle toplumsal belleğin oluşumuna, devamlılığına ve aktarımına en uygun tür olarak öne çıkmıştır.
Dolayısıyla edebiyat, gerçeklik ile kurgu arasındaki sınırı belirsizleştirerek yarattığı duygu yoğunluğuyla kimliğin oluşumunda en işlevsel araçlardan biri olmuştur. Hemen hemen tüm ulusal kimlik inşa süreçlerinde edebiyata özel önemle yaklaşıldığı görülmektedir.
Yine toplumlar, ağır ve yıkıcı süreçlerin aktarımında; yaşananları daha vicdani ve insani bir noktadan kavrayabilen romancı ve edebiyatçı bakışına gereksinim duyar. Bir başka ifadeyle kimsenin çok fazla konuşamadığı, nedenlerinin ve etkilerinin tüm boyutlarıyla irdelenemediği trajik süreçlerin her yönüyle açığa çıkması, yaşanan acılardan vicdani, insani ve estetik bir atmosfer oluşturularak aktarılması için roman devreye girer. Böylece açtığı pencereden vicdanlara seslenerek, toplumların, önyargıları kırarak olayları anlamasında küçümsenemez rol oynar.
Bu anlamda Ermeni soykırımını Antakya üzerinden, ancak bir bütün gelişmeleri de konu ederek işleyen Franz Werfel’in Musa Dağ’da 40 Gün romanı önemli bir örnektir. 1915’te, Ermeni tehcirinin başlamasıyla birlikte İskenderun Samandağ bölgesindeki 7 Ermeni köyünün halkı, sürgün emrini aldıktan sonra Musa Dağ’a kaçar. Beş bin kişiden fazla olan bu grup, tam 40 gün dağda hem açlığa, hem de Osmanlı askerlerinin saldırısına karşı direnir. Güçleri tükenmek üzereyken tesadüfen bölgeden geçen Fransız askeri gemileri tarafından kurtarılırlar.
Roman kurgusu önemli oranda mekan olarak Musa Dağ etrafında şekillense de, geniş bir tarihsel arka plan oluşturarak Ermenilerin yaşadıklarını çok yönlü irdeler. En önemlisi de bir bütün insani drama, bu darama maruz kalan mağdura odaklanarak, olup bitenleri tüm çıplaklığıyla ortaya serer, mağdurun duyulmayan sesi olur. Bu ses roman aracılığıyla zaman içinde kesintisiz bir yolculuğa çıkarak, gelecek kuşaklara ulaşır.
1930 yılında yayınlanan bu romanı ile dikkat çeken ve Almanya genelinde Ermeni soykırımı konusunda dersler veren Franz Werfel, Nazilerin iktidara gelmesi ile şimşekleri üzerine çeker. Çünkü kitap, bir hükümetin korumakla yükümlü olduğu vatandaşlarına uyguladığı ayrımcı politikayı eleştirmekte ve milliyetçiliğin yol açtığı yıkıcı sonuçlara parmak basmaktadır. Doğaldır ki Naziler bu yaklaşımdan rahatsız olmuş ve kitabı yasaklamıştır. Çünkü Werfel ortaya koyduğu tablo ile aynı zamanda Nazilerin politik yönelişini teşhir etmektedir. Daha doğrusu Naziler Werfel’in tuttuğu aynada kendilerini görürler. Onların gördüğünü toplum da görecektir. Dolayısıyla tek çare, ayna görevi yapan romanın yasaklanmasıdır. Elbette bu yasaklama hali edebiyatın ve bir bütün sanatın gücünden kaynaklıdır.
Soykırıma uğrayan Yahudiler hakkında da başta edebiyat ve sinema olmak üzere, bütün sanat dallarında çok yönlü ve oldukça kapsamlı bir külliyatın oluştuğu biliniyor. Bilindiği üzere Yahudi soykırımı sanatın bütün dallarını kapsayan çok zengin bir anlatıya sahiptir ve uluslararası camiada geniş yer bulmuştur. Edebiyat alanında John Boyne’nin Çizgili Pijamalı Çocuk romanı ile, Anne Frank’ın Hatıra Defteri en bilinenleridir. Yalnızca Anne Frank’ın Hatıra Defteri 60 dile çevrilmiş, uluslararası düzeyde toplum vicdanında geniş yer bulmuştur.
Romancılar, sancılı süreçlerin tüm yönleriyle açığa çıkmasını, toplum vicdanında yer etmesini, unutulmamasını, mağdurların anlaşılmasını sağlamak amacıyla romanlar üretirler. Fakat romancı için hem bir sorumluluk hem de eşsiz bir kaynak olan bu olayların aktarımı yani sanatsal forma dökülmesi, özellikle topluma resmi bir bellek oluşturma çabasının baskın olduğu dönemlerde hep sancılıdır. Bunu en bariz şekilde Dersim soykırımına yaklaşımda görüyoruz.
Yahudi soykırımıyla aynı zamana denk gelmesine rağmen, Dersim soykırımının yakın zamana kadar edebiyat/sanat alanında ele alınışı hayli sorunlu olmuştur. Muhalif cepheden, mağdurdan yana bakan edebiyat eserleri ancak 80’lerden sonra, hayli geç bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Bu gecikmenin yanında resmi anlatıya karşı mağdurun sesi olmak ve onun hakikatini ortaya çıkartarak görünür kılmada ciddi bir eksiklik yaşanmıştır.
Muhalif cenahta yaşanan gecikmenin aksine, resmi ideoloji cephesinde daha en başında edebiyata başvurulmuştur. Güdümlü edebiyat yoluyla hem bir algı hem de kalıcı bir hafıza oluşturma yoluna gidilmiştir. Böylelikle daha en başında hakikat, resmi ideolojiye göre şekillenen güdümlü edebiyat yoluyla karartılmış, öldürülmüştür.
Dersim Soykırımının Resmi İdeoloji Cephesinden Edebiyata Yansımaları
Dersim soykırımı, egemen söylem tarafından daha en başından mezalime meşruiyet kazandırmayı amaçlamıştır. Yaşanan soykırım, Cumhuriyet eliti için, feodal, içe kapalı ve Cumhuriyet otoritesini tanımadığı söylenen bir bölgeye “medeniyet götürmek” ve “halkı seyit ve ağaların zulmünden kurtarıp, eşit yurttaş yapma” şeklinde yansıtılmıştır. Bunun toplumsal düzlemde haklılaştırılması da, basının ardından edebiyat üzerinden yapılmıştır. Dönemin basını, Dersim Harekâtı’nı ötekileştirici bir dil ile işlemiş, halkın yerinden, yurdundan sürülmesi dahil bir dizi zora dayalı uygulamayı, bölgeye “medeniyet götürülmesi” söylemiyle meşrulaştırmıştır. Cumhuriyetin medeniyeti, Dersimlilerin ise ilkel ve vahşi olanı temsil ettiği, sistematik bir şekilde işlenmiştir.
Nitekim yazı dizileri “Dersimli Türk neye inanır?”, “Dersimli Genç Nasıl Evlenir?”, “Dersimlinin Eski Adetleri”, “Dersimli Çocuk Nasıl Büyür?”, “Eski Dersim’de Üfürükçüler Halkı Nasıl Aldatıp Soyarlardı?” benzeri başlıklarla kaleme alınmıştır.
Gene bu dönemde, Dersim cayır cayır yanarken ve daha dumanlar tüterken gazeteler üzerinden tefrika romanlar devreye girmiştir. Bunların ilki, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun Dersimli Kız romanıdır. Kurun Gazetesi, romanın tanıtımını şöyle yapmıştır:
“Tamamı ile bakir bir mevzu. Baştan sona sürükleyici aşk, cinayet, macera dolu bir roman. Duymadığınız adetler, inanamayacağınız vakalar ve haşin bir tabiatın asırlarca vahşi bir kurt gibi koynunda büyüttüğü insanlar. Dersimli Kız’da muhayyilenin yaratmaktan aciz olduğu vakaların hakikat olarak yaşandığını göreceksiniz. İnkılâbın yıktığı son taassup yatağı “Dersim” düne kadar tamamile meçhul bir diyardı. Dersimli ise yaşayışı ile adetleri ile tamamile bir sırdı. Aralarına giren çıkamazdı. Tertemiz, su katılmamış bir Türk olan Dersimli, Seyidin ağanın bir köpeği gibi kullanılır, ona en korkunç cinayetler işletilirdi. Niyazi Ahmet, en korkunç ağaların, en tehlikeli seyidlerin arasına girmeğe muvaffak olduktan, Dersimli kadını, Dersimli kızı ve anlatacağı roman kahramanlarını gördükten sonra DERSİMLİ KIZI yazmıştır. Bu meraklı ve heyecanlı romana bir iki güne kadar başlayacağız.” (Kurun, 12 Temmuz 1938)
1970’li yıllarda ise Kemal Bilbaşar’ın Cemo ve Memo romanları dikkat çeker. Yazar, Cemo’da Şeyh Sait İsyanına odaklanır ve onu, cumhuriyet ilericiliği karşında gericiliğin temsilcisi olarak konumlandırır. Bunu yaparken de, nesnel bir yaklaşım sergileyerek eylem ve edimleriyle Şeyh Sait’i okurun muhakemesine bırakmak yerine, kesin nitelemelerde bulunarak okuru yönlendirir. Edebiyatın genel geçer ölçülerini hiçe sayarken, etik bir yaklaşım sergilemekten de imtina eder. Aynı şeyi Dersim’e odaklandığı Memo romanında da görmekteyiz. Toplumun hakikati, gelenek görenekleriyle, ritüelleriyle, itikadıyla, yaşam tarzıyla tersyüz edilmiştir. Bilindiği üzere Cemo ve Memo’dan sonra da Barbaraos Baykara’nın Dersim 1937 ve Dersin 1938 romanları sahneye çıkar.
Gerek Niyazi Ahmet Banoğlu, gerekse Barbaros Baykara’nın çalışmaları, edebiyat etiği ve roman estetiği gözetilmeden, tamamen poltik mesaj vermeyi amaçlayan güdümlü romanlardır. Böylelikle resmi anlatı çerçevesinde bir hafıza oluşturmada etkili bir rol oynamışlardır.
Kemal Bilbaşar edebi değeri olan bir eserler ortaya koysa da, resmi anlatı kulvarından bakarak, buna uygun bir söylem üretmekten geri kalmaz. O da bilindik kervana katılır.
Resmi devlet tezini haklılaştıran kulvarda yer alanların bir misyon çerçevesinde hareket ettikleri çok açıktır. Hal böyle olunca edebi kaygılar bir yana bırakılarak, sanatın etik değerleri çok hoyratça çiğnenir. Bu anlayışa göre Dersim başta olmak üzere Türkiye’nin Kürt bölgelerinin önemli bir bölümünde devlet egemenliğini tam anlamıyla kuramamış, düzeni sağlayamamıştır. Bu nedenle devletin kendi otoritesini yerleştirebilmesi için birtakım sert tedbirleri uygulaması kaçınılmazdır. Gene bu anlayışa göre devlet modernleşmeyi, yenilenmeyi ve değişimi temsil ederken, karşısında yer alanlar ilkelliği, gericiliği, karanlığı temsil etmektedir. Asıl sorun gericiliğin temsilcisi ağaların, şeyhlerin ve seyitlerin elinde bir köle konumuna düşürülmüş yöre insanını birey yapma, yurttaş yapma ve özgürleştirmedir.
Yukarıda da vurgulandığı üzere bu yaklaşım, resmi anlatı çerçevesinde belleğin yeniden kuruluşunu amaçlayan bir misyonun ürünüdür.
Güdümlü Romanlarda Hakikatin Resmi İdeolojiye Göre Yeniden Üretimi ve Dersim
Güdümlü romanlar, devletin, halkın çıkarını düşünerek, onun çıkarına olan şeyler tasarladığı tezi üzerine kuruludur. Buna karşın ağaların ve seyitlerin, nasıl halkı kışkırtıp, devletin iyi şeyler yapmasını engellediğini anlatılmaya çalışırlar. Evet, kanlı bir hadise yaşanmıştır, insanlar ölmüştür. Fakat bunun sorumlusu ağalar ve seyitlerdir. Soruna böyle bakmaktadırlar.
Daha anlaşılır olması için Baykara’nın Dersim 1938 romanında kısa bir bölüm aktarmak yararlı olacaktır. Roman kahramanı Yarbay Kemal Hozat alayında görev yapmaktadır. ‘38’in ortalarında bir aşiret ileri geleni maiyetiyle teslim olmak için Yarbay Kemal’in huzuruna varır. Boynuna, ayaklarına kadar sarkan bir ip bağlamıştır. Öyle bir tasvir edilir ki bu aşiret ileri geleni, adeta Yarbay Kemal’e, “kapının köpeği olmaya geldim” demektedir.
Yarbay, bu adamın karşısında süklüm püklüm teslim olmasını yeterli görmez. Öfkeyle fırlayıp, suratının ortasına bir tekme savurur. Karşısındaki, ağzı burnu kanlar içinde kalmış halde kendini yerde bulur. Yarbay car car bağırarak:
“Buraya gelmeden hiç arkana baktın mı herif?” diye köpürür. “Baktın mı arkana! Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bırakıp geldin buraya. Başını çevirip, bir baksana, Morelek yaylasının altındaki kayalara. Ölüler göz kırpıyorlar sırayla, karşıdan. Anaların, babaların ölmemesi, çocukların rehbersiz kalmaması için tüm çabalarımı boşa çıkardın.”
Görüldüğü ağalar, gibi kıyımdan geçirilen on binlerce insanın öldürülmesinin sorumlusu gösterilir.
Peki, ‘bu iyilik meleği’ Yarbay’ın hangi çabaları boşa çıkartılmış? Bu da daha romanın başında şu diyalogla dile getirilmiştir:
“Dersim’in ruhani lideri ve ileri gelen sekiz kişinin daha defterleri Elazığ’da dürülmüştü. Ama Dersim patlamaya hazır bir bomba gibi için için yanıyordu. Dersim insanı toprağını, yurdunu bırakıp Batı Anadolu’ya gitmek istemiyordu.”
Görüldüğü üzere Baykara Dersim halkının yerini yurdunu terk etmek istemediğini söyleyerek, aslında bir hakikati bildiriyor. Fakat neden topraklarını terk etmeleri gerektiğini açıklamaya çalışırken, yerinde yurdunda kalma direncinin ne kadar bağnazca ve gerici olduğunu temellendirerek de hakikati öldürüyor. Bütün bunlar bir algı ve hafıza oluşturmaya çalışıyor. Güdümlü romanların temel özelliğidir.
Baykara roman kurgusundaki tezini temellendirmek için Yarbay Kemal’e aşiret ileri gelenleriyle diyaloğunda şunları söyletiyor:
“Doğunun bu çilekeş insanlarını, devlet olarak mağara kovuklarından ve inlerden kurtaracağız. Burada geçireceğiniz son kış olacak. Aşiretini Aydın’a yerleştireceğiz. Yağlıdır, bereketlidir Ege’nin toprağı. Dersim’in çalışkan, yetenekli insanı bundan böyle, ekmeğini çapulda değil, toprağında arayacak. Çoluğunu, çocuğunu Türk okullarında, cumhuriyetin terbiyesi ile okutacak.”
Bu romanlar üzerinden dile getirilen anlayış ve bakış açısının Dersimlilerin toplumsal hafızasında da bir ölçüde yer ettiği çok açıktır. Elbette sorun yalnızca edebiyat değildir. Resmi anlatıya uygun bellek oluşturmada özellikle okullar ve medya başta olmak üzere çok yönlü bir ideolojik faaliyet yürütülmüştür. Ancak edebiyat ve sanatın rolü de küçümsenemez.
Görüldüğü üzere Dersim ‘38’e dair yazılan bu politik güdümlü romanlar, içerik bakımından gelişmeleri dönemin egemen ideolojisi Kemalizm bağlamında değerlendiren eserlerdir. Bu eserlerin üstlendiği asıl misyon, hakikati resmi anlatı penceresinden yeniden üreterek dolaşıma sokmaktır. Ayrıca ve en önemlisi de farklı olanı, öteki olanı hakim ulusa eklemleme temelinde kimliği şekillendirmek için bir bellek oluşturma çabasıdır. Bu, aynı zamanda kimliğin ve belleğin yeniden inşasıdır.
Kimlik İnşasında Edebiyatın Rolü
Dersim soykırımını resmi ideoloji cephesinden anlatmayı bir misyon olarak üslenen edebiyat eserlerine bakıldığında, kimlik tanımlamasına özel önem verdikleri görülmektedir. Kendilerince tarihi referanslara dayanarak kimliği bir köken üzerinden tanımlama, yüceltme ve meşrulaştırmayı mutlak süratle bir görev saydıkları çok açıktır. Gerek Dersimli Kız, gerek Memo, gerekse de Dersim 1937 ve Dersim 1938 romanlarında en dikkat çekici husus budur. Banoğlu, Bilbaşar ve Baykara Dersim’in Aleviliğine defaatle vurgu yaparken, bunu da Türklük ve Horasan üzerinden ortaya koymaktadırlar.
Özellikle Barbaros Baykara bir kimlik tanımlaması yaparken, çok bariz bir şekilde edebiyatın tüm genel ölçütlerini hiçe sayarak yapmaktadır. Dersim 1938 romanın da şöyle bir tespit yapmaktadır:
“Alevi Türkler Yavuz Sultan Selim devrine kadar tamamen Türkçe konuşurlar ve Türk olduklarını bilirlerdi. Ancak Yavuz Sultan Selim’in Doğu Anadolu’da Alevi Türkleri kırmaya başlaması üzerine, bunlar kendilerini Türk değil, Alevi olarak kabul etmiştir. Gördükleri tüm haksızlıklar nedeniyle milli birliğe nefret duymuşlardır. Aynı yıllarda Palo ve Çapakçur’da oturan ve Yavıuz Sultan Selim’den büyük yardımlar görmüş olan eski Part Türklerinin Zaza, Dümbeli şubesi halkıyla temas etmişler ve bunların Zaza dilini öz Türkçeleri ile karıştırmışlardır. (…) Gerçek şudur ki, bugün Doğu Anadolu illerimizin bir çok kesimlerinde oturan Alevi Bektaşi diye anılan Halk Türktür. Türküstan, Horasan ovasından göç ederek Doğu Anadolu’ya yerleşmişlerdir.”
Aktardığımız bu değerlendirme, ulus devletlerin, kimlik ve bellek inşa sürecinde edebiyatı nasıl pervasızca araçsallaştırdıklarını görmekteyiz. “Ulus için ortak bir bellek, tarihsel olayları birlikte yaşamayı değil, ortak imajlarla anımsamayı içerir. İnsan toplulukları kendilerini ortak geçmişte tanır, bu geçmişi belleğine işler, ritüellerle anar ve yorumlar,” diyor Jan Assman. Güdümlü edebiyatın, Aleviliği köken olarak Horasan’a sabitleyip Türklükle ilişkilendirerek, edebiyat yoluyla ortak bir geçmiş yaratmaya çalıştığı çok açıktır.
Dersim soykırımı sonrasında Dersim halkının belleği bastırılırken, unutma ve unutturma temel öncelik görülmüştür. Soykırıma uğrayanlar yaşadıklarını anlatamazken, resmi ideoloji cephesinden çok yoğun bir anlatı bombardımanına maruz kalmışlardır. Bir zaman sonra bu anlatı mağdur cephesinde de karşılık bulmuştur.
Dönemin birinci elden tanıklarının uzun yıllar suskunluğa gömüldüklerini biliyoruz. Yaşanan öylesine tarif edilemez ağır bir mezalimdir ki, anne babalar uzun yıllar çocuklarına dahi anlatmaktan korkmuştur. Anlatsalar, sanki yaşadıkları bir kez daha tekrarlanacak ve bu kez çocukları zarar görecek diye travmatik bir ruh hali hakim olmuştur. Onun için, bu korkunç gerçeğe tanıklık edenlerin susmak için sağlam gerekçeleri olmuştur. Dersim toplumu bu suskunluk sonucu uzun yıllar hakikat sorunu yaşamıştır. Kendi hakikatleri suskunluk sarmalı içinde bilinmez olurken, dışarıdan üretilen ‘hakikatler’ dolaşıma sokulmuştur. Dolayısıyla bu konuda edebiyata özel rol biçilmiştir.
Sonuç Olarak
Çok rahatlıkla söylenebilir ki sanat/edebiyat, halkların tarihini en iyi şekilde yansıtabilecek bir aynadır. Tüm yaşanmışlıklar bütün boyutuyla en iyi şekilde ancak bu aynada görünür ve de ebedi kılınabilir.
Dersim’e resmi ideoloji penceresinden bakan, zulme, katliam ve soykırımlara meşruiyet kazandırma güdüsüyle sahneye çıkan güdümlü edebiyat, zamanın karanlık dehlizlerinde yitip gitmiştir. Resmi ideoloji kulvarında piyasaya sürülen eserler, hem eser sahipleri, hem de bunlardan medet umanlar için bir utanç vesikasıdır.
Gerçek edebiyat hakikatin ışığı olmak durumundadır. Önyargıları besleyen, toplumları ırkçılığın ve milliyetçiliğin zehriyle zehirleyen, kendi dışındaki her şeyi dışlayan edebiyat, ancak dönemsel olabilir. Onun için Dersim’e odaklanan politik güdümlü romanlar da dönemin şartları değiştiğinde, yok olup gitmiştir.
Politik güdümlü edebiyatın aksine, gerçek edebiyatın, hayatın daha iyi anlaşılmasını ve daha iyi yaşanmasını sağladığını ve hayatı daha tastamam yaşamanın, onu başkalarıyla birlikte yaşamayı ve paylaşmayı gerektirdiğini anlattığı ve buna katkı sunduğu oranda kalıcı olabilir. Edebiyatın insanlar arasında kurduğu kardeşlik bağı, onların diyaloga girmelerini, ortak paydada ve eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik duyguları içinde ortak bir amacın bilincine varmalarını sağlayarak, tüm zaman engellerini aşar.
Edebiyat, bizi geçmişe taşır ve bize erişmiş olan o metinlerde, şimdi bize keyifler yaşatan ve düşler kurdurtan o metinlerde bir zamanlar keyifler yaşamış ve düşler kurmuş insanlara bağlar bizi. Ya da yaşanan ıstırapların içine çekerek duygudaşlık kurmamızı sağlayarak, acılara ortak eder. Zamanın ve mekânın ötesinde, ortaklaşa insan yaşantısının bir parçası olduğunu duyumsamak, ancak edebiyatla mümkün olabilir. Bu duygunun her kuşakta yenilenerek sürmesine hiçbir şey edebiyattan daha çok katkıda bulunamaz.
Dersim açısından hakikati öldüren güdümlü edebiyat dönemi kapanmıştır. Buna karşı gittikçe nitelik kazanan bir edebi birikim oluşsa da, hala çok yol alması gerekmektedir.