1800’lü yıllar, Batı’nın Sanayi Devrimi’ne girdiği yıllardır; üretim artışı pazar arayışlarını gerekli kılarken, aynı zamanda Doğu’nun gizemi, Batı’yı cezbediyordu. Hem bu gizemli dünyayı tanımak, kazanmak hem de açık pazar haline getirmek için, her ülke bölgeye çok sayıda misyoner gönderdi. Amerika’da, Doğu’ya misyoner gönderen öncü ülkelerden biridir.
1810 yılında yurtdışı çalışmaları için kurulan ilk Amerikan misyon topluluğu American Board of Commissioners far Foreign Missions (ABCFM), 1818 yılında Doğu Akdeniz bölgesinde şu amacı yerine getirecek bir misyon kurmaya karar verdi: “Müslüman ülkeler olmalarına rağmen, Filistin’de, Suriye’de, Anadolu vilayetlerinde, Ermenistan’da, Gürcistan’da ve İran’da, hiç değilse ismen binlerce Yahudi ve Hıristiyan var. Ama bu karışık nüfusun tamamı, acınası bir cehalet ve manevi sefalet içinde yaşıyorlar, ilahi mesajı öğrenme imkânlarından yoksunlar, beyhude hayaller ve köklü yanılsamalar yüzünden kaybolmuş durumdalar […] Ümit edilir ki, Hıristiyan ismini taşıyanların önemli bir kısmı Kitab-ı Mukaddes’i evlerine seve seve alır ve fırsat sağlanırsa Yahudilere, Müslümanlara ve Paganlara bu ilahi mesajı aktarmak için bir şeyler yapar. (Kieser, 2005; 74)
Misyonerler öncelikli amaç, Kitab-ı Mukkades’i bu toplumlara benimsetmek, onları aydınlatmak ve içinde yaşadıkları cehaletten kurtarmak olarak tanımlıyorlar. “Bu karanlık dünyayı er geç aydınlatacak […] o şafakta, ne parti ne hizip, ne isim ne ulus, ne uygarlık ne yabanlık, ne coğrafya ne de renk farkı kalacak.” (Kieser, 2005; 75)
KIZILBAŞ KÜRTLERLE İLK KARŞILAŞMA
Amerikan misyonerleri ilk kez 1854 yılında Harput, Sivas, Malatya, Merzifon ve Yozgat bölgesindeki Kızılbaşlarla karşılaşırlar ve bu halka duydukları hayranlığı gizleyemezler, “eşi ve emsali görülmedik halkın” keşfedilişinin tarihini adım adım anlatırlar. George Dunmore, 24 Ekim 1854 tarihinde Arapkir’den –muhtemelen misyonerlerin ilki olarak– Boston’daki ABCFM sekreteri Rufus Anderson’a yazığı mektupta, bölgesinde çok sayıda bulunan Kızılbaşlardan ve onların şeriatın reddi, Sünniler tarafından aşağılanmaları ve İncil’e açık olmaları gibi sonradan devamlı altı çizilecek olan özelliklerinden söz eder.
Arapkir’deki misyon şubesinin 1854 yılı raporunda, ABCFM ulaklarıyla ilk karşılaşmaları da içeren daha ayrıntılı tasvirler yapılır: “Bizim bölgede Kızılbaş adını taşıyan geniş bir Kürt nüfusu var. Ayrı bir aşiret gibi görünüyorlar ve bu bölgedeki Müslümanların çoğunluğunu oluşturuyorlar. İncil’i öğrenmeye hazırlar. İsa’ya inanıyorlar. Diğer Müslümanlar gibi oruç tutmuyorlar. Namaz kılmıyorlar, abdest almıyorlar. İbadetlerinin ve dualarının belli bir düzeni yok. Yılda bir kez toplanıp ekmek pişiriyorlar, bunu da Hz. İsa için yaptıklarını söylüyorlar. Ama bazı batıl inançları var ve cahiller. Yine de İncil’i öğrenmek konusunda hevesliler, bizim yanımızda olduklarını söylemeye korkmuyorlar. Kısa bir süre önce köylerinden birine iki adet Yeni Ahit nüshası gönderildi. Okunan pasajları ilgiyle dinlediler. Köylüler Yeni Ahit’in hakikatlerine büyük bir hevesle kulak verdi ” (Kieser, 2005; 93) […]
George Dunmore başka bir raporunda ise: “Bu bölgede [ Çemişgezek’te] dağınık halde yaşayan bir Müslüman mezhebi var, sanırım adlarını daha önce işitmediniz. ‘Kızılbaş’ adını taşıyorlar. [ … ] Hiçbir zaman, ya da hemen hemen hiçbir zaman İslami ibadet biçimlerini yerine getirmiyorlar; oruç da tutmuyorlar. Kendilerine özgü gelenekleri olan bir halk. İlginçler, üstelik İncil’i öğrenmeye de açıklar. [… ] Türklerin gözünde onlar, Kürtler gibi (Sünniler kastediliyor), değersiz, sapkın bir halk.
KIZILBAŞ KÜRTLERİTANIDIKÇI HAYRANLIKLARI ARTIYOR
Harput öncüsü George Dunmore, Alevi cemaatine duyduğu büyük ilgiyi 1857 yılında şu şekilde ifade ediyor:
” [ … ) henüz bu ilgi çekici halka ilişkin nispeten az şey biliyoruz, haklarında olgu toplamaya çalışıyorum ve çok uzak olmayan bir gelecekte daha eksiksiz ve tatmin edici düzeyde bilgiye kavuşmayı umuyorum.” Harput’taki son Amerikan misyoneri Henry Riggs, elli yıldan daha uzun bir süre sonra sadece ilgi değil, aynı zamanda hayranlık da ifade eden bir üslupla yazıyor: “İnsan bu garip ve çekici mezhep hakkında ne kadar fazla şey öğrenirse, sorular o kadar çarpıcı hale geliyor. Bu mezhebin kökeni nedir, daha bilge komşularının sahip olmadığı bunca şeye sahip olan bu basit, cahil insanların tarihi nedir?” Büyüme çabasında olan bir misyon hareketinin bir üyesinin, üstelik o devirde, Hıristiyan olmayan bir din hakkında bu kadar olumlu görüşlere sahip olması dikkate değer bir durumdur. 1901-1917 yılları arasında Harput’ta yaşamış olan, Riggs’in çalışma arkadaşı misyoner Tracy Atkinson, savaş yüzünden “sürgüne” gittiği ABD’de 1918’de hüzünlü bir hayranlığı dile getirir: “Tanrı aşkıyla dolu erkeklere ve kadınlara, Dersim Kürtlerine nasıl gıpta ediyorum. Onlara ne kadar büyük bir sevgi ve hayranlık duyuyorum ve Tanrı’nın onlara bir şans vermesi için ne kadar çok dua ediyorum.”
Bu sözler Dersim Alevileri için manevi ve politik umutları dile getiriyordu. Dersim halkı ile Ermeniler arasındaki dostane ilişkileri dile getirirken de: “[ … ] Dersim Kürtlerinin Ermenilerle pek çok ortak noktası var, aslına bakılırsa, Türklerle olduğundan çok daha fazla. Kürtlerin birçoğuna göre, kendileri ve Ermeniler ortak atalara sahip. Bu bir etnik gerçeği yansıtsın ya da yansıtmasın, Dersim’deki Kürtlerin buna inanmaları için birçok görünür gerekçesi var. Köylerinin birçoğunun adı Ermenice, bazı aşiretleri Ermeni soyadlarına benzer isimler taşıyor. Ahlaki yönden Ermenilere Türklere olduğundan çok daha yakınlar. Dinlerine gelince, gerçi adları Müslüman, ama dinlerinde gerçekten İslami olan pek az unsur var.” (Kİeser,2005; 546-547)
KIZILBAŞLAR; HIRİSTİYANLARDAN VE YAHUDİLERDEN DAHA KÖTÜ DURUMDADIR
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kızılbaşların sistem dışına itilmesi tarihi derinliklerine dayanır. Kızılbaşlar, 16.yüzyılda Osmanlı Devleti’ne entegre olmayı reddetmiş, ancak II. Selim (Yavuz) tarafından nihai olarak Sünniliğin egemenliği altına alınmışlardı. Kızılbaş ismi, onlara o zamanlar giydikleri kırmızı başlıktan ötürü verilmişti. Umutlarını İran Şahı İsmail’e yöneltmelerinden ötürü Osmanlılar tarafından hain ve iç düşman olarak damgalandılar. Dini propaganda onları ahlaksız kafirler olarak tasvir ediyordu. Aslında kabul ettikleri Kuran’a karşı eleştirel yaklaşımları yüzünden kitapsız olmakla suçlandılar, böylece toplumda Yahudilerden ve Hıristiyanlardan çok daha aşağıda bir konuma yerleştirildiler. (Kieser, 2005; 103)
Kızılbaşların içinde bulundukları kötü toplumsal koşulları ve ötekileştirmelerini, başka bir Amerikan Misyoner Sanford Richardson, 1856 yılında Arapkir’den tespit ediyor. Kızılbaşların; “hâkim unsurdan gördükleri baskılar, Hıristiyan tebaanın herhangi bir grubunun gördüğünden çok daha büyük. Bu açıdan Türkiye’de en fazla zulme uğrayan grup onlar. Çalışkan ve tutumlular, himaye görürlerse varlıklı ve müreffeh olabilirler; ama şu anda açgözlü paşaların, memurların elinde çok kötü durumdalar.[…]
Richardson’un duyguları hayranlık, acıma ve koruma arzusu arasında gidip geliyor. Alevi sözcülerinin arzusu doğrultusunda, kendisini misyonun köylere öğretmenler göndermesini sağlamakla yükümlü hissediyor. Malatya bölgesinin köylerinde yaptığı bir geziyi anlatırken hayranlıkla şöyle diyor: “Dağda veya ovada yaşasınlar, bu Kızılbaşlar soylu bir ırk, tabiatın hakiki çocuklarıdır” ve hemen peşinden ekliyor: ” ( … ] ama tek hakiki kurtuluş yolundan habersiz, cahil insanlar.” Diğer arkadaşları gibi Richardson da putperest, batıl pratiklere işaret ediyor. (Kieser, 2005; 108)
MİSYONERLER DE KIZILBAŞ KÜRTLERE DÜRÜST DAVRANMIYOR
Batılı misyonerler de Kızılbaşlara dürüst davranmazlar; Ermenileri eğitirken Kızılbaş Kürtlerle yeterince ilgilenmiyorlar, oysa Kızılbaşlar Kürtler o devirde bile eğitime çok isteklidirler ve talepte bulunuyorlar. Çemişgezekli bir yetim olan 15 yaşındaki Kürt-Alevi kızı Amy’nin Hıristiyan olmayan ilk öğrenci olarak okula kabul edilir, bu cüretli girişim 1873 yılında kızın aşiretinde bir miktar heyecana neden olsa da, Missionary Herald gazetesine konu olur. Ancak ne yazık ki bu cesur kızın sonraki kaderi hakkında başka bir bilgi edinilmiyor.
Misyonerlerin verdikleri eğitime Aleviler tarafından genel bir ilgi duyulduğu belgelenmiştir. Misyonerler, 1873 sonlarında Dersim bölgesinin yedi büyük aşiretinden birinin lideri olan Yusuf Ağa’nın ve Çemişgezek kaymakamının, kendi gençleri için misyon okulları talep ettiğini belirtmişlerdir. Devamı takip edilemeyen bu atılımın ardındaki itici güç ise Yusuf Ağa’nın karısı olması, oldukça yüksek bir ihtimaldir. (Kieser, 2005; 136)
DERSİMLİLER ERMENİLERİ KATLİAM BÖLGESİNDEN KAÇIRIYOR
Dersim’in Kızılbaş Kürtlerini, dünyaya hayran bırakan en büyük başarıları ise, Bir mezbaha dönüştürülen veya misyonerlerin deyimiyle “Mezbaha Vilayeti” adını alacak olan Harput’tan on binlerce Ermeni’yi kaçırıp, Dersim üzerinden Erzincan’a ya da Rusya’ya ulaşmalarını sağlamış olmalarıdır.
Harput misyonerlerinin deyimiyle bu “yeraltı demiryolu,” kendisi de Dersimli olan ve zalimliğiyle ün salmış Vali Sabit’in rüşvet düşkünlüğü sayesinde mümkün olabilmişti. Bu sayede on binlerce insanın hayatı kurtulmuştu. Zengin Ermenilerin bu hizmet için yüklü meblağlar ödemeleri gerekirken, Dersimliler kendi fakirliklerine rağmen parası olmayanlardan da yardımlarını esirgememişlerdi. Bu nakliye işine gizli, ancak etkili bir şekilde katılan Harput misyonerleri, Dersim Kürtlerinin kadınları ve çocukları–kaçaklar genellikle bunlardan oluşuyordu— ortada bıraktıkları veya istismar ettikleri tek bir vakayı bile bildirmemişlerdir. ABD’deki Ermeni ailelerinin ABCFM kanalıyla yeraltındaki aile üyeleri için Harput’a gönderdikleri paralar bile, Dersimliler tarafından adreslerine teslim edilmiştir. Ernst Christoffel’in dostu olan Malatya’daki bir Kızılbaş lideri, Ermeni dostlarını jandarma nezaretinde yol alan tehcir konvoyundan silah zoruyla kurtarmış, 1915’ten 1918’e kadar bölgesindeki tüm Hıristiyanları korumuş ve ihtiyaçlarını gidermiştir. (Kieser, 2005; 561-562)
Kızılbaş Kürtlerin, savaş boyunca Ermenilere yapılan zulme karşı çıkmaları, onları başarabildikleri kadar katliamın yapıldığı Harput ve benzeri bölgelerden kaçırmaya, kurtarmaya çalışmaları, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi’ni (İTC) rahatsız etmiştir ve not ettirmiştir. Kızılbaşlar, Ermenilerden sonra sıranın kendilerine geleceğinin endişesi içindeydiler ve haklıydılar; çünkü İTC’nin kaydettiği notu, 1937-38 yılları arasında Kemalistler açacak, Ermenilere yapılanın daha beterini onlara yapacaktı.
Kieser, son olarak şu notu düşer: “1915 ile 1921 yılları arasında Ermenilerin kökü başka hiçbir yerde bu kadar radikal bir şekilde kazınmamış, Aleviler bu kadar vahşice takibata uğratılmamıştı.” Tabii ki 1937-38 kırımı daha yaşanmamıştı ve yazarımız ondan bihaberdi.
Başkaları bizi bizden daha iyi tanıyor, bir tek biz kendimizi tanımıyoruz…
Kaynak: Kieser, Hans-Lukas / Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938 / Çev: Atilla Dirim/ İletişim Yayınları, İstanbul, 2005