Okullara imam, vaiz atamalarıyla başlayan Çevreme Duyarlıyım Değerlerine Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) projesi ilk olarak Eskişehir’de ve İzmir’de başladı. Peki ÇEDES projesi neye hizmet ediyor, ÇEDES’le nasıl bir nesil yetiştirilmek isteniyor?
“Aladağ’da yanan çocukları, Ensar Vakfındaki tacizleri unutmadık”
ÇEDES uygulamasını değerlendiren Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul; ÇEDES’in Türkiye toplumuna tek bir yaşam tarzı dayatılmasının sonucu olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:
“Bu proje; büyük ölçüde dini inanç ve ritüeller çerçevesinden, İslam’ın Sünni mezhebi üzerinden bir yaşam tarzı ve toplumun tüm kesimine örnek yaşam olarak anlatılmaya çalışılıyor. Ama biz tabii arka planında neler olduğunu biliyoruz. Şu anda Türkiye’de eğitim sisteminde bir yandan açıktan dinci cemaat ve tarikatlarla yapılan protokoller var. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası olarak bu protokollerin iptali konusunda yargıya sıkça başvurduk. Bir kısmında başarılı olduk. Bir kısmı da isim değiştirerek, protokolde belli değişiklikler yapılarak yeniden gündeme geldi. Ama bu mücadele bir şekilde sürüyordu. Çünkü Türkiye toplumu yeterli bir kamu denetimi olmadığı için Aladağ’da yanan çocuklarımızı, Ensar Vakfındaki taciz ve istismara maruz kalan çocuklarımızı hatırlıyor veya daha çarpıcı olanı Enes Kara adlı tıp fakülte öğrencisinin intiharını çok net bir şekilde hatırlıyor. Bu tabii bizim görebildiklerimiz, bir de görünmeyen yüzü var olayların.”
“Yeni dönem iktidar açısından ÇEDES dönemi”
ÇEDES’le devletin bir strateji değişikliği yaptığını söyleyen Kurul, değerlendirmesini şu ifadelerle sürdürüyor:
“Şöyle bir strateji değişikliği var. Görüntüde dinci cemaat ve tarikatlar yokmuş gibi bu projede, ama arka planda var. Biz biliyoruz ki bakanlıklar çeşitli tarikat ve cemaatlerin bir tür ittifak alanları, bir koalisyon çerçevesinde yönetiliyor. ÇEDES’te de Diyanet İşleri Başkanlığı bu kez çocukları hedefine almış durumda. Millî Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ise, Diyanet’e bunun yolunu açıyor. Yani görünüşte; ÇEDES bu üç kurum tarafından yürütülüyor. Dolayısıyla davalarda da biraz zorluk çekeceğiz bu bağlamda. Ama biz şunu anımsatmak istiyoruz: Millî Eğitim Bakanlığına anayasa 18 yaşın altındaki çocuklara nitelikli kamu hizmeti görevi vermiştir. Şimdi Millî Eğitim Bakanlığına bu görevi suiistimal etmesi diğer kurumlarla işlevlerini paylaşması nedeniyle davamızı açtık. Ama bununla yetinmeyeceğiz. Çalışmalarımız bundan sonra da devam edecek, çünkü yaz aylarında bu işi örmeye çalışacaklar. Yeni dönem ÇEDES dönemi olacak onlar açısından, biz de onu durduracağız.”
“Sadece Aleviler değil herkes karşı çıkmalı”
Demokratik Alevi Dernekleri Eş Başkanı Kadriye Doğan ise; AKP-MHP iktidarının okulları Diyanet’in denetimine vermekten, onlarla birlikte ortak eğitim yapmaktan imtina etmeyen bir hale getirdiğini belirterek şöyle konuşuyor:
“Devletin üniter yapısına tepki zihniyetiyle dizayn edilmiş eğitim sistemi ve sadece Sünnilik ile Türklük üzerinden bu insanların zihin dünyasını şekillendirmiş durumda. Bugün Türkiye’de en sağcısından en solcusuna, zihin dünyalarının altında derin bir ırkçılık vardır. Bugüne kadar Alevilerin, farklı inançların, farklı ulusların varlığını asla kabul edilmeyerek ve hatta bunların asimile edilmesi, değiştirilip, dönüştürülmesi temelinde bir eğitim sistemi uygulandı. Cumhuriyetin başından beri bekçi zihniyetle eğitilmiş, bugüne getirilmiş bir gelenekten geliyoruz. Şimdi bugün karşımıza çıkan durum, bunun zirve yapmış hali. AKP-MHP iktidarı gelirken yanına kimi aldı? Yeniden Refah Partisi’ni aldı, Hüda Para aldı. Bunların söylemleri neydi: Kadınları sahiplenme ve mevcut bugüne kadar elde edilmiş kadın kazanımlarını yok etme. Kadın nedir toplumda? Kadın toplumun özünü çocuklarına aktaran, okullara gitmeden önce genel ahlak kurallarını öğreten ve çocuğun yaşama hazırlayan kişinin ta kendisidir. Ama anne kucağından çıktıktan sonra çocuklar kime devredilir, üniter devlet yapılarına. Devlet kendine göre bir çocuk şekillendirebilir. Mesela geçmişte bize Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı Türk yüceliği dayatılıyor, böyle bir insan ipi yetiştirmeyi hedefleniyordu, bugün geldiğimiz noktada ona da ihtiyaç yok. Artık inanan, sorgulamayan, öbür dünyanın hesabını yapan, bugünkü koşullara uygun olarak itaat eden bir insan tipi yaratmaya çalışıyor. Yani Sümerler’den bugüne köle olmaya razı olacak insanları eğiten bir nesilden, bir devlet yapısından bu noktaya geldik. Bugün Türkiye’nin hakikaten çocuklarının nasıl bir eğitimden geçtiğini düşünürken, şunu göz ardı etmemesi gerekiyor. Mevcut iktidarın ihtiyaç duyduğu ve kendi rejiminin sürekliliğini sağlayacak nesillere ihtiyacı var. Bunu da neyle yapacaktır? Elbette ki şeriat eğitimiyle yapacaktır. Düşünmeyen sorgulamayan, itaat eden, öbür dünyaya yatırım yapan bir nesil onun çok işine gelecektir. Böyle bir tehlikeyle karşı karşıyayız.”
“En önce veliler karşı çıkmalı”
Peki ne yapmak gerekiyor, böyle bir sistemle mücadele etmenin yol ve yöntemleri neler olmalı?
Eğitim Sen Genel Başkanı Nejla Kurul bu soruya şöyle yanıt veriyor:
“Siyasetle çocuklarımızın örülmekte olan hayatının nasıl bir ilişki içerisinde olduğu, anne ve babanın son derece sıradan mütevazı, sanki tarih dışıymış gibi akan gündelik hayatının nasıl gerici siyasetin ya da tahakküm siyasetinin izlerini taşıdığını anlamak zorundayız. Kadının aynanın karşısına geçtiğinde kendine erkeğin gözüyle nasıl baktığını veya çocukların ayna karşısına geçtiğinde anne ve babaların gözünden kılığını, kıyafetini düzeltmeye çalıştığını, kadın bedenini santim santim ölçülerek adeta namus üzerinden işaretlendiği bu sürecin politik bir süreç olduğunu anlatmak durumundayız. Bunu nasıl anlatalım velilerimize, sorusu bizim için önemli gerçekten.
Bugün eğitim emekçilerinin çok büyük bir kısmı bugün AKP, MHP iktidarının yanında. Geçmişte hayal bile edemeyeceğimiz kadar büyük bir kitle, yandaş sendikalara üye. Bunlar diyorlar ki öğretmenlerin ekonomik, demokratik hakları iktidarın yanında daha kolay çözülür. Ama arka plana baktığımızda bu sendikaların, karma eğitime karşı çıktığını biliyoruz. Mesela Eğitim Bir-Sen kızların fıtratı ayrı, erkeklerinki ayrı, dolayısıyla bunların aynı ortamda eğitim almaları sorunludur diyen ve uydurma verilerle bilimsel olarak da bunu kanıtlamaya çalışan dergiler yayınladılar. Yanı sıra eğitimde değerler adı altında ve her iki kesimin değerleri olduğunu görmezden gelerek, bir empoze etme sürecine girdiler. Adalet bir değer değil mi? Özgürlük bir değer değil mi? Etik sorgulama, eleştirel yaklaşım ya da sürekli sorgulayıcı bir hayat sürme bir değer değil mi? Ama bunlar değerleri dini telkinlere indirgeyen bir yerden anlatmaya başladılar. O yüzden eğitim emekçilerine laiklik meselesini anlatmak durumundayız. Çünkü emekçileri bu dünyaya küskün, öbür dünyaya bakan, öte dünyacı bir anlayışla, burada görülen haksızlıklara karşı susan, taciz ve istismarları Allah’ından bul diyerek, öbür dünyaya havale edecek hale getiren, boyun eğen bir nesil yetiştirme aracına dönüştürdüler. Böyle bakıldığında önümüzdeki dönemde hem eğitim emekçilerine hem velilerimize hem de öğrencilere ulaşabilecek nitelikte çalışmalar yürütmek gerekiyor.
ÇEDES projesiyle vaiz, vaize, imamlar veya ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz insanlar okullara gönderildiğinde veliler şunu düşünmeli: Okullarda din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimi veren öğretmenler yok mu, rehber öğretmenler yok mu? O yüzden 1 milyon 200 bin eğitim emekçisini dışlayıp, dışarıdan bir bilinç aktarma mekanizması olarak din görevlilerin ve manevi danışmanların okula gelmesi çok sorunlu. Hazırladığımız dilekçede; velilere şunu önereceğiz: “Benim çocuklarım bu görevlilerle karşılaşmasın, buna izin vermiyorum. Okulun içinde öğretmenlerimiz yeterli. Çocuğuma bilimsel, laik bir eğitimin verilmesini istiyorum” içerikli dilekçelere imza atmalılar. Şunu iyi anlatmak gerekiyor: Çocuklar, öğrenciler bu projeye dahil olmak zorunda değiller ve velilerin itirazıyla belki de bazı şeyler değişebilir.”
“Kadın örgütlülüğü ÇEDES’i durduracak yegane güç”
“Aleviler önümüze konan ve bağıra bağıra geliyorum diyen sistemde yaşayamayacaklarını kesinlikle biliyor” diyen DAD Eş Başkanı Kadriye Doğan ise önümüzdeki sürece dair şu vurguları yapıyor:
“Bizler yaşayamayız o sistem içerisinde. Şeriatı, Alevilerin kabul etmesi mümkün değil. Ancak eğitimin dinselleştirilmesi sadece Alevilerin sorunu olamaz, olmamalıdır. Aleviler bu mücadeleyi güçleri yettiği oranda vermeye çalışıyorlar, veriyorlar, verecekler. Ne yazık ki Türkiye toplumunda bu tür işleri birileri yapsın, ben de yararlanayım şeklinde bir şey de var. Türkiye toplumunun böyle bir hazırcı, kendine sorumluluk yüklemeyen, başkalarının üzerine atan, sürekli eleştiren, çözüm üreten bir görüş sunmayan bir özelliği ne yazık ki var.
Türkiye’nin geleceğinin aydınlığını başarıya ulaştıracak yegâne güç olarak, ben kadın örgütlülüğü ve kadın mücadelesini görüyorum. Çünkü çocuklarını bu tür sistemin eline vermek istemeyecek olan kadınlardır ve kadın kaybettiği zaman toplum kaybediyor. Kadın özgürleştiği zaman da tüm toplum özgürleşiyor. Türkiye’de bu bilince varmış bir kadın mücadelesi var. Umudum orada. Bunu yükseltmek, büyütmek gerekiyor. Ayrıca Alevi kadınlarının da daha hassas olmaları ve kendilerini mücadeleye katıp örgütlenmeleri gerekiyor. Aksi halde mevcut sistemde yaşamakta en çok zorlanacak ve bunu asla kabul etmeyecek kesim Alevilerdir, itiraz etmeliyiz. Ve bu itirazı yaparken de ben dilekçe vermenin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Verilebilir, dilekçe bir yöntemdir. Benim çocuğum gidecek bir imamdan referans alacak ve kendini iyi hissedecek, bunun güçlü bir şekilde, toplu bir şekilde reddedilmesi lazım.
Gençler bir yandan yurt dışına gidiyorlar. İmkanları zorlayan pek çok insan var. Başka bir ülkede yaşamayı, başka bir ülkede eğitim görmeyi hedefliyorlar. Yapay zekanın artık eğitimin içerisine girdiği bir çağdan söz ediyoruz. Bunu konuşmamız gerekirken biz hala vaizler, imamlar okula gelmesin mücadelesi veriyoruz.”