Vakitlerden bir vakitti… hiçbirimiz anımsamaz, dilden dile gelen söylencelerden bilirdik o vakti… cennet mekanında Adem ile Havva’nın henüz birbirlerini bilmez hallerindeydi zaman… Bilir de bilmezlerdi kendilerini, bilir de görmezlerdi bir parçanın iki yarısına denk geldiklerini…
Bir vakit akıl kapısından içeri, cennet mekanının sır geçitlerinden sürünerek ilerleyen, zihnin karanlık geçitlerini kendine yol belleyen bir fikir dürttü ikisini. Topraktan çıkan, çıkıp da ona geri düşen, düşüp de yeniden yeşeren buğdaydan tat dedi zihnin sürüngen refleksi… Sürünerek ilerleyen ikinci söz birinciyi yendi, buğdaydan yedi Adem ve Havva.
Vakitlerden bir başka vakitti, cennet sahibinin mekanından yer küreye inenlerin öyküsü binlerce yıl türlü türlü biçimlerde sürdü. Hassas bir çizgiydi yerde yaşam, öyle ki ölümsüzlüğü bir daha bulan, bulup da yaşayan olmamıştı yer aleminde. Ne Gılgamış, ne lokman hekim, ne de diğerleri… Ölüp de dirilen, ölüyü diriltenler vardı bir tek, ki onlar, buğdayın eksik hikayesini anlatmak için cennet sahibinin sözüyle bir alemden diğerine gelenlerdi…
İşte o vakitlerden birinde Elaziz (Elazığ) şehrinin Buğday Meydanında cennetten kovulanların kurduğu tezgahta, kaçak göçek kurulan idam sehpasında, bir Seyit ve oğlu ve arkadaşlarının ruhları, gecenin bir vakti kimsecikler görmesin, görüp de sormasın diye olası en büyük hızla canlarından alındı. Canı alanlar buğdayın lanetini yüklenirken, canı verenin tanık olduğu yalan ve riya alemlere konu oldu.
Aşağı dünyanın mülk sahipleri, büyük planları olan insanlar, tezgahı kuranlar, yüzleri örtülü ölüm bekçileri, yargının yeryüzü temsilcileri, bilindik tekrarla kendi rollerini oynarken Buğday Meydanında, kardeşin kardeşe ihaneti yeniden ve yeniden sergilendi o sahnede…
Bir buğday tanesine satıldı Dersimin Seyidi
Seyit Rıza’nın şahsında Dersimin utanç hikayesiydi 1937… Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin acımasız davranışları, tuzakları bir yana, içerden gelen ihanetti esas mesele, her devirde insanın belini büken ve gücünü alan işte o haldi…
Osmanlının son yıllarında hali hazırda nasıl bir devlet olacağını Ermeni soykırımı pratiği ile aşikar eden yeni devletin kurucu unsurları, Dersim liderlerini kendi yüksek idealleri için bir bir kullanırken, verdikleri sözleri dağıttıkları mavi boncukları Cumhuriyet sonrası geri toplamış, tek kelime Türkçe konuşmayan Dersim halkının kılıçtan kurtulanlarını, modernizm adı altında Türkleştirmeye dönük olur olmaz uygulamalarla derbeder etmişti. Ev sahipleri evinden olmuş, aileler dağılmış, çocuklar evlatlık verilmiş, yetişkinler öldürülmüş, daha da acısı bütün bunlar kardeşin kardeşi satması için yapılan pazarlıklar, önüne sunulan misal aleminin dünyevi teklifleri ile gerçekleşmişti. Para, toprak, kadın, zevk, kariyer ve felekle yapılan pazarlıklar sonucunda uzatılan yaşamlar vb. Dersimin kardeşlerini ikrar sözünden uzaklaştırılmış, ihanet desturuna terfi ettirmişti.
Feodal bölge, aşiretçilik vb. safsatalarla birbirlerine yazdıkları uydurma mektuplar ve raporlarda, gericilikle suçladıkları Dersimi ele geçirme çabası aslında Yavuz Selim döneminde başlamış, kendilerine biat etmeyen halkı, ‘batılılaşma’ görünümlü Türk İslam dönüşümünün zavallı kurbanları haline getirmeyi hedeflemişti.
1935’te çıkarılan Tunceli Kanunu, ‘’Tunçeli’’ diyarına devletin işgalci kurumlarını bir bir taşırken, bir yandan da biat etmeyen ruhların yok edilmesine yönelik tuzaklar, binyıllık plana göre uygulamıştı. Uzak diyarlardan başı dertte olanın geldiği, gelip de sığındığı Dersim vakti geldiğinde, birbirine ihaneti icra etmişti. Kimler yoktu ki o gelenlerin arasında, Moğollara karşı direnen meşhur Harzemşah, Yavuz zulmünden kaçan derviş ocakları, Horasan’dan gelen Ahmet Yesevi’nin öğrenciler, ehlibeyti temsilen Ocaklar ve niceleri… Geldikleri vakit o diyarda yerleşik olanlarla kaynaşan, toprak edinen yerleşen uyum sağlayan pek çok insan, Dersimin son işgal savaşında vefa ile ihanet çizgisi arasında tarihsel yerlerini almıştı.
1915’te Ermeni kırımında Dersim’e yönelen Ermenilere sahip çıkan aşiretler, namı diğer Milleti Gun (eski millet) sakinleri, zulüm kimden gelirse gelsin haklıyı haksızdan ayırma refleksi ile sayıları on binleri bulan insanların özgür iradesine katkı sunarken, binlerce yıllık namlarına bir nam daha eklemişti. İnsana sahip çıkmış, kardeşlerini korumuş, evlatlarına yol vermişti. Öte yandan beraberinde gelişen Cumhuriyetin demokrasi illüzyonuna ise biat etmeyerek buğdayı yemeyi ret etmiş, herkesin kendi kaderini tayin hakkına sahip çıkmıştı. Cumhuriyetin kurucu güçlerince bu refleksleri bir kenarda tutulmak üzere göz ardı edilen Dersim’in savaşçı gücü ise, 1923’e kadar devlet tarafından kendi menfaatinde kullanmak üzere değerlendirilmiş, ardından yok etme pahasına toprakları işgal edilmişti.
Osmanlı Rus savaşında savaşı yönetecek askeri güç bulmada sorun yaşayan İmparatorluğun çöküş kurumları, Dersimlilere bağımsız çatışma hakkı tanıyarak bol bol silahlandırırken, yeni devletin kurucu unsurları aktif desteklerini isteyerek geçici mecliste kendilerini temsil hakkı vermişti. Temsiliyeti alan Dersim’in lider kişileri, verilen söze inanmak bir yana, verdikleri mücadeleyi Muaviye karşıtı olarak değerlendirerek, gerçekte Cumhuriyet fikrine de aktif destek vermeye gayret etmişti. Cumhuriyet herkes için adaletle birlikte gelmeliydi. Erzincan ve Erzurum’u işgal eden Ruslara karşı savaşta daha sonra feodal olmakla suçlayacakları Dersim aşiretleri, Rusları engellemiş ve o dönem Erzincan ve Erzurum’u Rus işgalinden kurtarmıştı. Devlet tarafından madalya ile ödüllendirilmişler, ardından Buğday Meydanı’nda idama doğru giden ihanet sürecinin parçası olmuşlardı. Hatta öyle ki dönemin Erzincan valisi Sabit Bey, sonradan idam ettikleri Seyit Rıza için “şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti” diyerek inkarcılığında bir yere kadar hükmü olduğunu göstermişti.
Lakin devletin hep bir planı vardı, hep bir bozgunu, hep bir sürüngen fikri… Öyle ki bu fikir Sivas ve Erzurum kongreleri sırasında aktif desteği talep edilen Dersim Aşiretlerini ikna için, yeni kurulan Cumhuriyetin meclisinde, kendi kimlikleri ile temsiliyete kadar gitmişti. Öyle ki Munzur suyunda yemin etmenin manevi anlamını ajanlar aracılığı ile öğrenip, Aşiret liderlerine dürüstlüklerini ispat etmek için gelen, gelip de onlarla görüşen Vali Cemal Bardakçı, verdiği sözün gücünü Munzur’a ikrar vererek ispat etmeye çalışmıştı. O dönemin valisi olarak ettiği yeminin ardından Ovacık’tan ayrılmadan evvel, Dersimlilerin kulaklarına ‘Mustafa Kemalin Alevi olduğunu’ da fısıldamıştı.
Oysa ki Jandarma Genel Komutanlığının, 1930 tarihli “gizli” bir raporunda Yavuz Sultan Selim’in 1514’teki Büyük Alevi Katliamı bile “şükranla” anılmaktaydı. Dersim’in o dönemki lideri Seyit Rıza meseleyi geç de olsa fark ettiğinde, Koçgiri’nin önderlerinden Alişêr ve Sahan Ağa’yı korumayı ve devlete teslim etmemeyi seçmişti. Dışardan kurulan tezgahı fark etmiş, içeride gelişen esas ihaneti ise görmezden gelerek, çeperini saran sürüngene güvenmeyi tercih etmişti. Oysa ki kendi içinde ki kurt gövdeyi kemirmiş, üç kuruş altına Alişêr ve eşi ihanete uğrayarak öldürülmüştü.
Seyit Rıza’nın yeğeni Rayber, General Alpdoğan’ın talimatı ile Koçgiri ve Dersim’in kahraman önderi Alişêr ve eşi Zarifeyi kendi elleri ile öldürüp, başlarını keserek bir çuval içerisinde Alpdoğan’a teslim etmişti. Bu baş kesme ve teslimiyet Yezid’e verilen Hüseyni baş olarak Dersimlilerin zihninde yer etmişti. İşte Dersimi katliama götüren ihanetin en belirgin örneği o vakitlerde görünür olmuştu.
Seydaliyé Hêbişi (Kırmerli), Zeynelê Top’a şu konuşmayı yapar; önünde taşlardan piramit şeklinde dizdiği kuleyi göstererek; ‘’Bak şimdi ben bu taşlardan birini alırsam ne olur” der ve bir çakıl taşını altan çeker ve kule yıkılır. Sonra kuleyi yeniden dizer ve anlatmaya devam eder, ‘’Bu kulede alta gördüğün taşlar biziz, şu en üste koyduğum bize liderlik edendir, şimdi ben onu alırsam” der ve en üste koyduğu taşı kulenin üstünden kaldırır ve atar, ‘’Gördün mü kule yıkılmadı. Yani bize bir şey olmadı, bütün burada olanların sebebi bize liderlik edenlerdir, biz bunlardan kurtulursak ancak o zaman rahat ederiz, Devlet bizi ancak o zaman rahat bırakır” der. Sözünü ettiği bu kişiler, Seyit Rıza, Arser (Alişêr) Efendi, Şahan Ağa’ydı.
Bu görüşmenin bir benzerini Rayberê Qop, Zeynel ile daha önceden yapmıştı. Rayber, Zeynel’i ikna için kendisine Dersim’i paylaşma ve Dersim’in yarısını teklif etmiştir. Bu konuda şunları söylediği aktarılır. ‘’Biz bunlardan kurtulursak, Dersim’de bütün bu olanlar bitecek. Devlet, Dersim’i bize verecek. Suyun bir tarafının sahibi sen, bir tarafının sahibi ben olacağım. Devlet bu konuda söz verdi ve bu iş için de altın, para ödemesi yapacak, Dersim’i bize teslim edecek” der.
‘’Alişêr’in öldürüldüğü 9 Temmuz’dan sonra asker hemen her dağın zirvesini ve her vadiyi işgal eder. Bu tarihten Sahan’ın öldürüldüğü 28 Ağustos’a kadar geçen sürede, sığınaklarda sivil halktan binlerce kişi katledilir. 28 Ağustos günü Sahan’ın öldürülmesi (Bahtiyar direnişinin kırılması), 1937 öz savunmasının da sonuna geldiğini gösterir.”
Buğday Meydanı laneti
Seyit Rıza, görüşmeler yapmak üzere çağrıldığı Erzincan’da tuzağa düşürülüp tutuklanmasının ardından, Erzincan Hükümet Konağı’ndan tutuklu olarak çıkarıldığında, orada toplananlara Zazaca “Şerefsiz ve yalancı hHükümet! (Hukmato Zurekero Bêşeref) diye haykırmıştı. Elazığ’a nakli yapılan Seyit Rıza ve toplamda 71 (kimi kaynaklarda 58) Dersimli, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırken kendilerine savunma hakkı dahi verilmeden, Ankara’dan gelen emirle, toplamda 6 arkadaşı (kimi kaynaklarda 11) ile birlikte idam cezasına çarptırılır. Diğerleri ise ömürlük hapis cezalarına mahkum olur…
Devletin saz ekibi, Mustafa Kemal’in Elazığ sahasına varmasından evvel idam kararını uygulamak zorunda olduğundan, hafta sonu açtıkları mahkemede, sipariş usulü alınan kararı, bir gece vakti, elektrik jeneratörlerini getirerek kurdukları atmosferde icra eder. Dönemin Malatya Emniyet Müdürü olan daha sonra da Adalet Partisi Dışişleri Bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil, Seyit Rıza’nın idamına tanıklık etmiş biri olarak, 15 Kasım 1937‘ de idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam gecesini şöyle dile getirir: ‘’Meydan doluymuşçasına, boşluğa şöyle seslendi: ‘Evladı Kerbalayıh. Bı hatıyh. Ayıptır, zulümdür, cinayettir’, dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını yaptı.’’
Mustafa Kemal’in aynı gün Singeç Köprüsü’nü açmak üzere Elazığ’a geleceğini bildiklerinden apar topar hazırlanan yargı makamında, İstiklal Mahkemesi’nde, günümüzde peşine düşülen adalet arayışının bir ve benzer tezgahı icra olundu… Mustafa Kemal, Elazığ’a varmadan hüküm verilmeliydi, yeni lider bu hükmün sonuçlarından bertaraf edilmeli, Singeç Köprüsü’nün açılışı ile Tunceli’de Cumhuriyetin yeni sayfası açmalıydı.
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında bu süreci aynen şöyle dile getirir; “Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki; “Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkarmalarına meydan vermeyelim.”
1937 yılında resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra. Atatürk Pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler “asılacak asılsın” ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun.”
İş işten geçmedi, Dersimin her karışında Mustafa Kemal’in kararı imzası, hükmü icra edildi. Günahsız insanlar günahla öldürülüp sürgün edilirken, daha da acısı ve belki de Dersimin işgalinin temel sebebi, ihanet virüsü kardeşe şırınga edilmişti. Beyaz donlular sokağa dökülmeden, minareyi çalan kılıfını uydurdu, Ankara’nın kendilerine bildirdiği üzere asılacaklar asıldı ve işin işten geçmesi sağlandı. Bir telaş, bir curcuna ile 14 Kasım Cumartesi gecesi idam kararları alınıp, özel izinle bir hafta sonu, bir gece vakti yargı icra edildi. Pazar akşamı Buğday Meydanı otomobil farları ile aydınlatılıp, karakolun önünde ki meydana yedi sehpa kurularak, bir ramazan gecesi sözde kan dökmeyenler, kan dökmeden seyitleri ve ikrar sahiplerini idam etti.
İdam için kurulan mahkemenin tezgahı bitmedi… Seyit Rızanın idam için yaşı büyük, oğlunun ise küçüktü. Bu gerçeği değiştirmek için Dersim’in Muhundu bölgesinden getirilen Sey Uşen (Hüseyin Doğan), Seyit Rızanın yaşının tespitine tanıklık etti. O tanıklık ki ihanetin en zarif çizgisinde, Dersim’in tarihini bitiren neşteri attı, dağların anahtarına ve babasına… Seyit Rıza’nın 78 olan yaşı 54’e tanık beyanı ile düşürüldü. Seyit Rıza’nın kendisi ile beraber yargılanan oğlu ise aynı gece hastaneden alınarak getirildiği mahkemede, 17 olan yaşı, aynı tanığın beyanı ile 21’e çıkartıldı. Muhundulu Sey Uşen bu ihanetine karşılık devletten 20 altın, bağışlanmış bir yaşam ve daha da acısı Bursa’da bir yerleşke edindi. Muhundulu Sey Uşeni, Bursa korudu…
Seyit Rıza’nın yaşına ilişkin yapılan tanıklığa karşılık yargıç tarafından ne düşündüğü sorulduğunda, tanıklık eden benim büyük oğlumdan iki yıl küçüktür. Oğlumdan küçük biri benim yaşımı belirliyor ve yasa da buna onay veriyorsa bir itirazım olmaz diye yanıt verdi. Böylece devlet günahı da sevabı da Dersimin boynuna yük ederek bir meseleyi daha, zahir dünyada kılıfına uygun icra etti.
Seyit Rıza ihanet zincirinin son halkasında idam olacağı kesinleşince, kendisine sorulan son isteğine istinaden ‘’Kırk liram ve saatim var. Onu oğluma verin’’ dedi. Oğlunu da asacaklarını söylediklerinde ‘’Hiç olmazsa beni oğlumdan önce asın’’ dedi. Lakin Buğday Meydanı’nda zalimlerin işi bitmemişti. Seyit Rıza’nın gözbebeği oğul Resik Hüseyin, kendisinden önce asılıp, kendisine izletilmişti…
Buğday Meydanı, insanın insana yaptığı zalimliğin en zarif icrasına tanık oldu.
1936’da M. Kemal, meclisin açılış konuşmasında Dersim’i en mühim mesele olarak tarif etti. Ezilmesi için gereken ne varsa yapılmasını söyledi ve söylemek ile kalmadı yaptırdı. Seyit Rıza’nın ve ikrarlık arkadaşlarının idamının ardından 1938’de on binlerce Dersimli katledilip, on binlercesi sürgün edildi.
Son söz yerine
Dosdoğru yol üzerinde yürümek yaşamın en zor meselesidir. Kimi zaman doğru bildiklerimiz aslında doğruluğuna inanmaya mecbur bırakıldıklarımızdır. Kimi zamanda doğrular gerçeği perdeleyen yaşamın pazarlık anlarında dayatılan kırılma noktalarıdır. Düşmanın ihaneti kazanılacak bir savaşın zorunlu kumarı ve stratejisi gibi görülürken, içerden gelişen ihanet kanser virüsü gibi toplumları çöküşe hazırlayan sürece dönüşür.
Dersimliler arasında, kimi zaman heybeti ile idam sehpasına meydan okuyan 78 yaşındaki Sezit Rıza’nın kudreti ve sadakati, kimi zaman da sefilleşen ve 20 altına ruhunu satan Sey Uşen’nin hikayesi konuşulacaktır daha. Keza henüz yüzleşme yapılmamıştır. Dersim’in davası ve yarası hâlâ kanamaktadır Buğday Meydanı’nda…
Faydalanılan kaynaklar
http://www.zazaki.de/turkce/dersim_soykiriminin_kronolojisi.htm
http://gazetedersim.com/haber/1186/seyit-riza-dara-yururken-dogan-munzuroglu
http://www.dersim37-38.org/arser-aliser-efendi-ve-esi-zarifenin-oldurulmesi-duzgun-veroz/
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/sene-1921-kocgiri-isyani-aliser-ve-zarife-1124483/
https://www.pirha.net/dersim-38-hakikatini-agitlardan-dinlemek-21525.html
Nuri Dersimi ‘’Hatıratım’’ kitabı…