Size iki algı(m) üzerinden bir metin yazmaya niyetleneceğim.
İlki şu; Kürtlerin yaşadığı organik coğrafyalarında devletin yakıştırdığı yer adları çoğu kez sadece resmî işlerde kullanılan bir “tabela” adıdır.
Asıl adlar ise birer hafıza adıdır.
Belki de bunlardan en çarpıcı olanı “Tunceli” adıdır. Tunceli, sanki o coğrafya halkına bundan seksen sene evvel reva görülen zulmü-ü zor’un levhaya yansıyan tek kelimelik varlık sebebidir: Tunç ve El; Tunceli.
Bu sebeple bir şarkının dörtlüğü sanki “orası” için söylenmiştir:
“Bu dağlar kömürdendir
Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var
Çırnağı demirdendir”
Dağın yeşilden kömür karasına kesmesinin, seksen sene evvel coğrafyanın göğünde uçan “tuhaf kuş”un Hızır’ın nefesi olduğuna inanılan “turna kuşu” yerine ateş kusan çırnağı demirden kuş olmasını nasıl açıklayacaksınız!
Halk iki şekilde telaffuz eder “orası”nın organik adını!
Kimileri, yani çoğunluğu ve dahi anadilleriyle konuşanları; “Dêrsim” der.
Dilinden ötekileştirilmiş, ama mekânında ısrar edenleri ise; “Dersim” der.
İkisi de sizi Kürtçe’nin “kapı”sına çıkarır insanı.
Ve Dêrsim, ya da Dersim Tunceli’nin aksine bir geniş coğrafyanın adıdır…
Aslına rücu etmeli / ettirilmelidir…
İkincisi ise manidardır.
“Ora”lılar bilir de! Bilmeyip o “kutsiyeti” olan coğrafyaya ilk kez gidenler daha başka “yüz sürülen” yerler, dergâhlar olmakla birlikte şehrin meydanının orta yerine dikilen adeta bir anıt gibi duran yaşlı bir pir-i fani’nin heykeline hayli anlam biçerler.
Kimileri mum yakar, kimileri yüzünü ona döndürüp içinden dua okur. Bir başkaları yüksek sesle önünde şiir okur. Ya da yakarır. En “masumane” duranları ise önünde, yanında durup fotoğraf çektirir.
Neden mi! Çünkü o heykelin sahibinin mezar yeri yoktur. Ya da vardır da, bilmesi gereken ziyaretçileri bilmiyordur…
Bu hâl-i pür melalin bendeki algısal zuhur edişi de aynı sebepledir: O heykelin sahibi Pîr’in mezar yeri yoktur. Dar’a çekilmiştir 37’de…
Ve ne acıdır ki, seksen yıl geçmiştir üzerinden; alenen devrin siyasi, adli, idari, bürokratik, hukuki erkanının önünde asılan Seyit Rıza’nın mezar yeri hâla bilinmemektedir.
Tıpkı Sey Rıza(Dêrsimliler öyle der)’dan 12 yıl evvel 1925’de Diyarbekir’de dar’a çekilen Şêx Saîd ile, 23 yıl sonra Urfa’da öte yakaya göçen Saîd-i Kurdî’nin mezar yerlerinin bilinmediği gibi…
İşin doğrusu önceki gün aklıma düşmüştü. Değerli dostum Ferhat Tunç aramış ve Pir’in sekseninci anma tarihi için bir yazı yazmamı istemişti. Düşünmüştüm “ne yazayım” diye. Sabahın çok erken bir saatinde uyanmıştım, sanki bilinçaltıma düşen belki de bir rüyadan arta kalan flu görüntüler ve kırık dökük cümlelerle. Heykel vardı, Tunceli vardı, Dêrsim /Dersim vardı. İşte bu yazı o ruh haliyle hemen günün sabahının şafağında yazıldı…
Hani yine bir şarkı sözünde dendiği gibi;
“Bugün ben pirimi gördüm,
Pirin eşiği güldür, gül
….
Şu öten garip bülbülün
Derdi, figanı güldür gül…”