MUHAYYEL BİR DEVR-İ SEFKAN CEMİ      

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Her biri bir gedikten, bir gömütten ve sanki bir uzun cenkten çıkıp gelmişti. Boyunlarında “zırzır zamanlar”dan kalma hamayıllar vardı. Çapraz halde -daha dünmüş gibi- asılı duruyorlardı öyle.

Önce nefeslendiler. Sonra bir yudum su istediler. Sonra uzun uzun birbirine baktılar. Hepsi de birer birer, ikişer ikişer çıkıp gelmişti. Bir anda, ayın son hali gibi çoğala çoğala bağdaş kurup oturdular büyük harmana.

Harman ki uzundu. Mar Dağı’ndaki ağulu yılan kadar uzun!

Vakitlerden diyelim ki bir deli bahar. Kızgın mayıs kısraklarının şaha kalktığı zaman. Güllerin ve dikenlerin göğe bakma anı. Islığın, naranın, bir dağdan bir dağa bağırarak çağırarak gürleyerek konuşmanın tam sırası!

Şimdi cümle zaplar taşmıştır yerinden. Islak piltan çayırları ayın şavkıyan yüzüne baka baka yeşermiştir. Yoldan geçen her seferi Dılav çeşmesinden buz gibi sular içmiştir. Ve piltan ak u pak haliyle cilvelenip boy atmıştır.

Öyleyse genç kızlara, oğlanlara müjdeler olsun. Kısmet bekleyen herkese müjdeler olsun. Şimdi piltanın kokusuna yürümeyenin, koşmayanın vay haline!

Her biri bir anıdan gelmişti. Bir anıdan ve ağıttan! Acısını eskimiş kasketiyle örten de vardı. Bas bas bağıran da! Sanki dağlı talihleri ışıl ışıl parlıyorken bir anda ayın karanlık yüzüne toslamıştı. İçlerinde mürşid-i kamilden, sırlı od’dan, ocaklardan el alan da vardı. Uzun boylu, uzun burunlu, uzun sakallı olan da. Daha yirmisinde, yirmi dördünde olanı da hatta!

Öyle ya, bu dağın sefkanı bitmezdi ki!

Derler ki, Saan öldüğünde bir yıldız daha doğar. Çoğalır sonra yıldızlar. Yol olup kervankırana döner. Şimdi sabahları bu sıralı dağlarda önce güneş doğar. Sonra Saan’a benzeyen onlarca Saan!

Her birinin bir yarası, bir de narası vardı. Uzun adamlardı onlar. Uzun zamanlardan gelmişlerdi. Kadınları uzundu, rüyaları uzundu, el açıp dua ettikleri tanrıları uzundu.

Önce nefeslendiler. Birbirlerini birikmiş bir hasretle süzdüler. Sonra uzun uzun başı göğe değen dağlara baktılar.

Vaktiyle bu sıralı dağlarda az mı tüfek çatmıştı her biri? Onlar zorun zoru çağırdığı bir çağa doğmuşlardı. Dağlı atalarından hiç kimselere boyun eğmemeyi öğrenmişlerdi. Cenk anında “ya Şah-ı merdan” deyip kavgaya öyle girişmişlerdi.

Şimdi onca yoldan, yıldan ve geçip giden zamandan sonra upuzun bir harmanda muhayyel bir ceme cemaat olup yeniden toplanmışlardı. Yorgundu hepsi. Argın ve kederliydi. Birinin tütün tabakası ta Kutu Deresi’nde kalmıştı. Kırmızı Dağ’da, Beyaz Dağ’da diğerinin kara sevdası kalmıştı. Ahı’nı Ali Boğazı’nda terk etmişti öteki.

Heywağ hey! O hazin yenilgiyi hiçbiri hazmedememişti. Oysa yenilenler iz bırakırmış tarihin kan seli sayfalarında.

Vakanüvisler muktedirin zaferini yazıp sevinedursun, bir çocuk doğarmış örneğin. “Dört dağ”ın sızılı kalbine pat diye düşüverirmiş. Ve şafakları güneşe koşup sorarmış. “Söndü mü gerçekten kırmanc ülkesinin yıldızı Saan öldüğünde? Öyleyse yeniden ışısın. Ben doğdum çünkü” dermiş.

Şimdi yeniden doğmak varmış bu zalım dünyaya. Doğunun sabah güneşi gibi doğmak ve yürümek!.. Öyle ya, atın ve küheylanın üstünde havalanıp “pané ma panimé bırayem” demek varmış!..

Öyledir işte. Bir çağ alev alır parlar ve söner. Sonrası enkazdır. Artık o enkazın üstünden geçen geçene. Ne diyordu Ursula K.Le Guin: Seyyahlar kendi yolculuklarını anlatırlar sizinkini değil /Basılacak sağlam yerleri saklamaz buz / Kayaları oyun onların sözü yaşar.”

Şimdi uzun harmanın upuzun alnında bir devrin en namlı sefkanları toplanmıştır. Birazdan gözlerini “asmen” dedikleri mübarek göğe dikip her biri kendi buruk öyküsünü anlatacaktır. Kiminin anlı, kiminin şanlı, kiminin kanlıdır hikâyeleri.

Vakit akşamüstüdür. İnandıkları güneşin zeval saati yaklaştığında bu kez inandıkları ayın, Ana Fatma’nın sureti belirecektir gökte. Ziyafetleri hazırdır. Her birine –neredeyse- bir koç, bir oğlak kesilmiştir.

Burası “uz adam” dedikleri seraskerin muhayyel konağıdır. Vaktiyle mavzerini kuşanıp atına bindiğinde gökteki kara kartal bile yarışamazmış onunla.

İlk o anlatacaktır vukuatlarını. “Bir gediğin ağzına vardık ki ne varalım? Her taraf sarılmış. Mihmandarımız cebinden muhtar çakmağını çıkardı. Üçümüzün ciğaralarını tek tek yaktı. Sonra hepimize veda edip usulca ayrıldı. Hiç acelesi yoktu. Meğer bu ilk işaretmiş. Ben yanımdakilere bu işte bir tuhaflık var dedimse de anlatamadım. İlk hamlede üzerimize yağmur gibi mermi yağdı. Diğerleri çoktan vurulmuştu. Ben bir kayanın arkasına geçtim. Üzerimde ne varsa çıkarıp taşa giydirdim. Sonra sırra kadem bastım. Bir ben kurtulmuştum. Gökteki kanatlılar bile vurulmuştu.

Mısaybımın evine vardığımda fecre daha epey vardı. Biliyordum. İkrar çırçıplak yatardı her zaman. (Gerçi ben de anadan üryandım.) Kapıyı çaldım. ‘Kamo’ diye seslendi. Benim dediğimde sesimi hemen tanıdı. ‘Acele etme’ dedim. ‘Üzerini giy kapıyı öyle aç.’ Kapıyı açar açmaz ‘uşş peppo’ deyip çığlığı bastı.”

Her biri bir gülü ağzına almış, güllerin dikenlerini teker teker kopararak cenk etmiş, sonra soluğu bir uzun kadının kucağında almıştı. Kadınlar önce memelerini açmış, o yetmeyince cümle uzuvlarını ortalığa saçmış, bereketli bir sofra gibi besleyip doyurmuştur onları.

Onlar dediğim; “dört dağ”ın arını ve hayasını bekleyenlermiş. Birinin ölümü bile tüm bir kavmi yasa boğarmış. Ne mi varmış ağızlarında her dem? Ciğarasız ve ağıtsız asla! Atsız ve pusatsız asla dolaşmazlarmış. Sarı tütün tıpkı Alamut fedaileri gibi çoğaltıp büyülermiş onları. Bir de zora zorla karşı koyan son neslin son erleriymiş gibi ömür sürer öyle yaşarlarmış.

Derler ki, bir gül açtığında –ya da solduğunda- onlar ağlamazlarmış ki! Dikenlerine dokunup etrafa baka baka türkü ya da ağıt yakarlarmış. Ve şafakları uyanıp atlarına biner, toza, tuza ve uzağa giderlermiş.

Her birinde bir zer altun, bir gümüş tabaka, bir uzun namlulu pusat ile sedef kakmalı hançer olurmuş. Pusu kurarak değil yeke yek cenk ederek ölürlermiş.

Şimdi uzun harmanın bir ucunda aksakallı pirleri, öbür ucunda “Ağlerû” dedikleri aşiret ileri gelenleri vardır. Gün akşama, akşam geceye çoktan evrilmiştir. Ormandaki kuş bile ötmeye başlamıştır. Vaktiyle “thüye” deyip bağrına bastıkları gece kuşu dahi kesik kesik ötmeye başlamıştır.

Uzun yüzlü, uzun sakallı, uzun burunlu pirleri bembeyaz sakalını sıvazlar, her birini tek tek süzer, sızılı bir yürekle “heywağ hey” çeker ve “hefê kırmanciye” diyerek inler.

Sonra “uz adam” kara tarihin kara yenilgisinden artakalan cümle teçhizatı toplar, harmanın ortasına yığar, vaktiyle Xarpet’te Buğday Meydanı’nda darağacına çekilen pirlerinin gıyabında herkesi huzura, son bir yemine çağırır. Gökte ay vardır. Başı göğe değen dağlardaysa ondan da öte bambaşka bir hale! Ve yerde de sel-sepet ayı dedikleri yeşil gulanın, -insanın başını döndüren- rengârenk cıvıltısı!..

Yenilenlerin ahdı derindir. “Ya Xızır” deyip başlarlar söze.

Onlar ölüme de güneşe de dimdik bakan bir devrin son uslanmaz sefkanlarıdır. Alınlarına zamanın ışığı düştüğünden beri at sırtında, dağ sırtında, gök sırtında yaşarlar. Gözleri bir yudum suda eriyen -ya da büyüyen- dağ ceylanları gibidir. Bilirler ki suya indiklerinde boyuna avlanırlar.

Çok gün, çok gül, çok hezimet ve zahmet görmüşlerdir. Daha düne kadar “kör düşmanlığın” iğvasına uyup birbirlerini bile vurmuşlardır. Ama cenkte, “merd u merdanelik”te ve ağızlarından çıkan son sözde yine de üstüne “yok yok yoktur” daha başkası.

Argındılar. Terli bıyıklarında terli tarihin ağır yenilgisine benzer şeyler akıyordu. Damla olup süzüle süzüle yere dökülüyordu. Ağarmış saçlarında bir gülün yanık kokusu mu desem, bir merminin sinmiş kokusu mu, efil efil tütüp duruyordu hâlâ.

Çok yol yürümüşlerdi. Yayla suyu, ova suyu, vadi suyu içe içe gelmişlerdi. Akarsuların boz bulanık sesine uyup öyle gelmişlerdi. Uzun harmanın arkasında şimdi bir de ziyaret suyu akıyordu. O su ki, ezeli beri kutsaldı. Tertelede yetişip başını uzatana ab-ı hayat olmuştu.

Her birinin önünde, bakır taslar içinde, kurutulmuş Eğin dutları, iri siyah Arapgir üzümleri vardı.

Bu son kavuşmaları, son mürüvvetleri olabilirdi. Bir daha yürek yaresini tazelemeyi hiçbiri göze alamayabilirdi. Altında oturdukları cevize baktılar, cevizin dallarına vuran ay ışığına baktılar, dağa, taşa ve göğe baktılar. Hep bir ağızdan figanı bastılar. “Xatır bé to Kırmanciyee!..”

Deyip kalktılar. Benzerleri bir daha asla olmadı. Hiç ama hiç olmadı.

Sır u pena olup gittiler.

MUHAYYEL BİR DEVR-İ SEFKAN CEMİ      
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA