Bir gazeteci olarak duygusal sözler etmekten imtina ederek, bir hafıza yazısı yazmaya soyununca işimin zor olduğunu ilk satırlarda fark ettim.
Yıllarca Türkiye’de kadınlara karşı işlenen suçları takip eden, mağdurlarla görüşen, bazı vakalarda olayın ortaya çıkmasına vesile olan bir yazı işçisi olarak hem mesleğin geldiği yeri hem de yeni cinayetlere yataklık eden belleksizliğimizi yazmak zor.
Oturup “eskiden mesleği şöyle yapardık, yaparken de sadece kamuoyunun sesi olmaya inanırdık” desem, ‘yayın yasakları’ diye bir duvara toslayacağımı biliyorum.
Hangi birini hatırlatmalıyım ki diye düşündüm? Birtakım web sitelerinde iki satır Google aramasıyla derlenen ama derlemenin niyetinden bağımsız özensizliğine mi vurgu yapmalıyım mesleğin geldiği yer açısından, yoksa -kim bilir- kendimi kandırarak belki de size unuttuğunuz çocuk ve kadın ölülerden mi bahsetmeliyim? Hangisi?
Medine Memi’yi hatırlar mısınız?
Hani 2009’un aralık ayında Adıyaman’ın Kahta ilçesinde babası ve dedesi tarafından evlerinin kümesinin zeminine diri diri gömülen Medine’yi. Öldüğü güne kadar hayatında hiç fotoğrafı olmayan ve annesinin kocasına ve kayınpederine savaş açarak, onları mahkûm ettirdiği, mezar taşında soyadı “kimsesiz” yazılan Medine’yi. Henüz çocuktu. Unutuldu. Yenilerde öğrendim ki, annesinin başına diktiği mezar taşını bile çok görmüşler, hatta mezar taşında yazan annesinin adını bile. Baş ucunda katilinin adı yazıyor.
Peki Melek Karaaslan’ı unuttunuz mu? Belki öldüğünde çocuk değildi ama döve döve delirtilmiş bir çocuk gelindi Melek. Delire delire çocuk doğuran, delirdiği için tuvalete bağlanıp dövülen, dövüldüğü için daha çok deliren, cılk yaralarından kurtlar dökülen, diri diri kurtlanan, minik oğlunun ailesinden gizli kuru ekmek verdiği ve bir avuca kadar sığacak küçük bedeniyle bu dünyadan giden Melek’i. Kadınlar gömmüştü. Katilleri 3-5 yıl ceza alıp kurtuldular. Şimdilerde ne yapıyorlar kim bilir?
Peki Bilge Köyü’nü? 2009 yılında 7’si çocuk 44 kişinin öldürüldüğü, gözümüzün önünde 44 mezar yeri kazılan Mazıdağ’ın Bilge köyünü. Katliamdan sonra Mardin Valiliğinin desteğiyle Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Yıldız Akpolat yönetiminde yapılan saha araştırmasında; “şiddet ve kültür”e dikkat çekiliyordu. Kız çocuklarına miras hakkı tanınmadığı ifade edilen raporda, kız çocuklarına miras verilmesinin “gereksiz” görüldüğü kaydediliyordu. Akpolat akrabalık ilişkilerine dikkat çektiği raporunda şunları söylüyordu:
“Bölgede kan bağı esaslı bir toplumsal dayanışma tipi görüldüğüne göre bu toplum mekanik toplumdur. Bu dayanışma insanı grup içinde alabildiğine sarmakta, kuşatmaktadır. Nereye bakılsa bir akraba ile burun buruna gelinmektedir. Güvenliği için onlara muhtaçtır ama bu bağımlılık aynı zamanda husumetlere de neden olabilmektedir. Özgür olma istemine kaçamadığı bu insanlar ve kurumlar tehdit oluşturmaktadır. Çünkü insanoğlu en bağımlı olduğuna karşı en fazla nefret geliştirir.”
Akpolat ayrıca bundan 15 yıl önce şu öneriyi de yapmıştı:
“Bölgede, Bilge köyünde yaşanan katliama benzer olayların yaşanma olasılığı yüksek köyler var. Daha fazla canın heba olmasını tek engelleyecek güç, bölge şartlarında devletin topluluğa dışardan müdahalesidir.”
Çok değil, bir hafta önce telefonum tam da bu uyarıyı-öneriyi hatırlatırcasına çaldı. Arayan aynı aşiretin mensubu olduğum ve büyük ailemizin önemli isimlerinden Siverekli Mehmet İzol’du. Hâl hatır sorduktan sonra, “Kızım” dedi Mehmet Amca. “Bizimkiler yine bir birbirini vurmuş.” Bizimkiler dediği İzol aşiretine mensup Siverek’in Bayırözü köyünde yaşanan bir toprak kavgasıydı ve üç kişi hayatını kaybetmişti.
Örnekler hep Doğu ve Güneydoğu’dan oldu diye, yaşadığımız şiddet sarmalının bir bölgeye özgü olduğu sanılmasın. Sadece iyi bildiğim ve gazeteci olarak bizzat izlediğim ve bağlarım nedeniyle doğrudan haberdar olduğum hatırlatmalar yapmayı öncelikli bulduğum için böyle bir giriş oldu.
Şiddet, coğrafyanın her yerinde. Şiddet, en çok savunmasızları vuruyor.
Eymen Durak, annesi ve annesinin sevgilisi tarafından cinsel istismara maruz bırakılıp katledildiğinde 5 yaşındaydı. Olay İzmir’de yaşanmıştı.
3 yaşındaki Alperen, annesinin sevgilisi tarafından öldürüldüğünde henüz 3 yaşındaydı. Olay yeri, Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesiydi.
Ufuk Tatar, 6 yaşında vahşi bir cinayete kurban gittiğinde Hatay’da yaşıyordu.
8 yaşındaki Eylül Yağlıkara hem cinsel istismara uğrayıp hem de boğularak katledildiğinde, olay yeri Ankara’nın Polatlı ilçesiydi.
Gizem Akdeniz, ablasının eski sevgilisi ve babasının kuzeni tarafından bundan 10 yıl önce katledildiğinde Adana polisinin cinayet kayıtlarına bir isim daha eklenmişti.
4 yaşında iken kapı komşusu tarafından kaçırılan, istismar edilen ve bilinmeyen bir yere gömülen Irmak Kupal’ın cinayeti Manisa’nın Alaşehir ilçesinde yaşanmıştı.
Daha niceleri…
Ama ‘ölü çocuk’ dendiğinde bedeni annesi tarafından günlerce buzdolabında saklanan Cizreli Cemile Çağırga’yı unutmak mümkün mü? Hani Kürtlerin yanık sesli ozanı Mem Ararat’ın ardından “Bir bulut değilim ki yağmur olup bu yangını söndürebileyim, bir fırtına değilim ki bu kara dumanı yutabileyim” diye ağıt yaktığı Cemile.
Her ne kadar, Narin henüz kayıpken sosyal medya hesaplarından “sarı torba” çığırtkanlığı yapanlarla aynı ülkede yaşıyorsak da çocuğa doğduğu yer üzerinden düşmanlık yapanların, bu şiddette hiç payı yok mu?
Peki ne yapmalı? İnsan öldürmenin bu kadar kolay olduğu bir ülke olmaya alışmalı mıyız? Adalet geçmişte kalan hoş bir seda olarak mı kalacak belleklerimizde? Kendimizi nasıl koruyacağız, çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Kime güveneceğiz? Sokakları çocuklara yasaklayarak mı büyüteceğiz minik dimağlarını? Yoksa toplumsal çürümeye dur demek, “vicdan” kavramını bir şekilde yeniden hatırlamak mümkün mü?