“…Ayağımızı vurduk, su çıktı yüze,
İkrar, rahmet deryasında verildi bize,
Abu Zemzem dediler suyumuza,
Bundan başka Kevser yok dediler…”
Başköylü Hasan Efendi
Bir vakitler Metin Kahraman’la, kendi sitelerin de yayınladığı bir yazı hakkında konuştuğumuzda, Munzur Nehri’nin, İbrahim peygamber ve kendisine gelen iki koç’a (biri siyah, diğeri beyaz) mekandarlık yaptığı anlatmıştı. Munzur Dağ’ının üzerinde “kırk gözlü”, süt gibi akan suyun çıkış yeri, “Munzur’un (ağasından) yakalanmamak için” kaçtığı yerdir. “Her attığı adım da çıkan ak süt gibi”dir Munzur. Kırkıncı adımın da, bastığı yerdeki suyun içinde kaybolur, gider.” Zaten eskiler de öyle anlatır ki; bir tanrıçanın kırk memesinden yahut bir dağın kırk gözünden çıkan, süt gibi beyaz, bembeyaz suya işaret eder anlatımları.
“Cennetin ortasında bir ırmak gördüm. Arş’ın sütunlarında bir yerden akıyordu. Su, süt, bal ve şarap çıkıyordu. Bunların hiçbiri, diğerine karışmıyordu.
Cebrail’e sordum: “Bu ne ırmaktır?” diye; şöyle anlattı: “Bu Kevser’dir.”
‘…Cennet’te, rengi kokusu, hiçbir vasfı bozulmayan sudan ırmaklar… Tadına halel gelmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar., süzme baldan ırmaklar vardır.» (Muhammed Suresi; 47/15)
Hz Muhammedin Cebrail ile birlikte Miraç dönüşü yaptığı sohbette, ikisi zahir, ikisi batin 4 ırmaktan bahsedilir. Rivayete göre bu ırmaklar zahiren; “Nil ve Fırat/Dicle’yi” işaret ederken, batıni anlamda Kevser ırmağı ve Rahmet deryası olarak adlandırılmaktadır. Kutsal kitaplarda, Aden bahçesi olarak geçen ve yaşamın insan için başladığı yer olarak tariflenen “cennet” den evvel, rahmet deryası mevcuttu. Rahmet deryası Fatıma Ana’dır. Alevilik inancı başta olmak üzere kadim inançların nerdeyse tamamında kabul gören Beş’li, Hamse’nin (Pençei Ali Aba) karşılığı olan mitolojiye kaynaklık eden bu “mekan”, bilmediğimiz vakitlerin varlık mekanıdır.
“…Doğum ile ispat olundu vücut,
Rahmet deryası Fadime’de mevcut,
Cümlemiz birbirimize eyledik sücut,
Talipten öteye yol yok dediler…”
Başköylü Hasan Efendi
Irmaklar, özellikle tatlı su kaynakları, insanlık tarihinde yerleşim, birlikte yaşama, ekip biçme gibi sürdürülebilir yaşam alanları olmaları sebebi ile canlıların uğrak yeri olmuştur dünyanın ilk evrelerinde. Öyle ki, hayatın başlangıcına ilişkin tüm anlatılar, bu önemli yer altı sularının, nehirlerinin bulunduğu yerlere atfedilmiş, nehrin ruhu, suyun kudreti, yaratıcı güç olarak kılavuzluk ettirilmiştir. Tesadüf olmadığı açık olan Mezopotamya Havza’sının iki nehri Fırat ve Dicle, çölleşen Mısır’ın can damarı Nil, Hindistan’da Ganj ve Yamunası, Yeni Zelanda’da Maoriler tarafından kutsal sayılan Whanganui Nehri ilk başta sıralanacak yaşam kaynaklarıdır. Lakin Mezopotamya’da, dört kitaba kaynaklık eden nehirler ve onların mana karşılıkları izlendiğinde, bizlerin yaşamında başka bir değere sahip olur hikayeler.
Munzur, Fırat’ın beslendiği gizli kaynaktır. Öte yandan güncel efsanesinden evvel de başka pek çok efsaneye ev sahipliği etmiştir ki, bunlardan bir diğeri Ana Hita’dır. Zerdüşizm’de Anahita, Ermeni, mitolojisinde ise Anahit olarak adlandırılan, yaşamın yahut ilahi anlamda “aşkın kaynağı” olan Tanrıça’nın, Munzur gözelerinin bulunduğu yeri mekân tuttuğu söylenir. Rahmetli Sarkis Saropyan, Agos gazetesine yazdığı bir yazıda; “Efsaneler, köylerin bugün ki sakinlerinde de yaşamaya devam ediyor. Torud köylü, çınar boylu, geniş omuzlu, kara gözlü aksakallı Munzur Ağa’nın anlattığına göre, yörede mezraların varlığı ve kendi soyadı ‘Torne Anaye Pili’ eski bir hikâyeyle bağlantılıymış… Bu köy dev kayalıklarla çevrilmiş iki vadinin arasında, güçlü bir ‘Ziyaret’in, yani adak yerinin yakınındaymış ve Munzur Dağı’nın ‘Ana’ süt pınarından güçlü bir kaynağı varmış. Ziyaret iyilik, fazilet ve bereket azizesi ‘Anahit’ (kısaltılmışı Ana) adını taşırmış.”
Ana Hita, doğurganlık, bilgelik ve yaşamın sürdürülebilirliğini temsil eden tanrıça, Sümer’de ve Asur’da İştar – İnanna tanrıçaları olarak da bilinir. Bu tanrıça yahut dişil prensip, yaşamın oluşumunda ki gizli sırlara vakıf olan yaratma bilgeliğinin sahibidir. Yeryüzünün oluşumun da ki isimlerin belirmesini sağlayan ve onu dünyaya, insanlığa yaygınlaştıran, sabitleştiren ve süreklileştiren O’dur.
Munzur nehri, gerek Anahit’in memelerinden akan süt pınarlarından çıkmış olsun, gerek çoban Munzur’un hizmet ettiği İbrahim Peygamber’in sürüsü ile ilişkili olsun, her iki durum da da birbirini destekleyen bir izleğe sahiptir, yaşamın kaynağıdır. Etrafında insanlar ve hayvanlar ve diğer tüm canlıların yaşamasına da olanak veren değerler, şifa, adalet ve vicdan işlemektedir.
Söz gelimi, İbrahim Peygamber’in sürüsüne gelip senelik haklarını isteyen kurtlarla Munzur’un karşılaşmasında; “Munzur Hz. İbrahim’in çobanıdır. Bugün gözelerin olduğu yerde, sürüsünü otarır ve karşısına iki kurt çıkar. Munzur’dan koyun isterler ve o da veremeyeceğini, koyunların sahibinin rızasını alması gerektiğini söyler. Kurt gidip sahibinden izin almasını ister. Munzur ise ben gidip gelinceye kadar siz sürüye saldırırsınız der. Kurtlar saldırmayacaklarına yemin ederler. Munzur Hz. İbrahim’e giderken, oda kendisine “Madem ki yemin etmişler, git söyle hangisini beğeniyorlarsa onu alsınlar” der. Kurtlar sürünün içerisinden bir koyun beğenirler o da Munzur’un kendisine ait tek koyunudur. Yedi senedir kısır olan koyun, iki yavruya gebedir. Koyunu alırlar ve uzaklaşırlar. Orada koyunu kuzulatırlar ve yavrularını alarak koyunu serbest bırakırlar.” Efsane tek tek irdelendiğinde; adalet, ikrar, rızk ve doğanın temel prensipleri yahut “Hakk’ın emir rızasının” somut bir örneği olarak görülebilir Munzur’un bu efsanesi.
Örneğin dayandığı konu olan İbrahim Peygamber ve onun çobanı olan Munzur ise, İbrani dinlere ilişkin çeşitli soruları beraberinde dile getirir. Munzur, koyunları ile cennetten, Zahir’e, İbrahim Peygamber’e gönderilen koçun çobanı mıdır? Bu durum ikinci soruyu da beraberinde getirir, o zaman beyaz koç zahir de kendini gösterdi ve kurban etti ise siyah koç nerededir? “İnanışa göre Hz. İbrahim’e, oğlu İsmail’e karşılık gökten inen koç kurtların alıp gittiği iki taneden biridir. İkinci koç ise, insanlığın başına gelecek en büyük felakette inecektir…” Siyah koç ulu divan ile birlikte aşikâr olacak kıyam vaktinin malıdır.
Nihayet 124 bin peygamberin temsiliyetinde bir soyun oluşması ve bilinir kılınmasında belirleyici olan İbrahim peygamber, çobanı Munzur’a hayranlığını belli etmek için peşine düştüğü vakit, yerden bembeyaz suyun fışkırdığını görür. Munzur adım atar, bastığı yer bağrından su aşikâr eder… bir anda Munzur ile İbrahim arasında mesafeler ulaşılmaza dönüşür.
Avesta’da; nehirle ilgili anlatımda geçen Anahita’ya dönecek olursak; “Yaşamı arttıran, sürülerimizi artıran, tüm ülkelere refahı sağlayan, olarak tanımlanmaktadır (5.1). “Geniş akan ve iyileşen”, “Ahura Mazda’nın hüznüne adamıştır” (5.1). Doğurganlık, erkek tohumlarının saflaştırılması (5.1), kadınların rahimlerinin arındırılması (5.1), yeni doğanlar için süt akışının teşvik edilmesi (5.2) gibi temizlik ve arınma başlıkları ile ilişkilidir. Bir nehir ilahiyatı olarak toprağın verimliliğinden ve hem insanın, hem hayvanın beslenmesine mahsus bitkilerin yetiştirilmesinden “O” sorumludur (5.3). “O”, güzel, güçlü bir kızdır.” Diye anlatılır. Aslında İbrahim Peygamber’den evvel varlık gösteren Anahita’nın kutsal su pınarlarının, siyah ve beyaz iki koça ev sahipliği yapan yaşama kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Bu kutsanma, arınma, temizlenme ve Hak tohumunun açığa çıkması, Rahman ve Rahim arasında ki bağa da işaret eder. İbrahim Peygamber’in çok geç yaşta çocuğunun olması, buna karşılık Hakk’ın seçtiği, çoban Munzur’un Koç’unu kendisine göndermesi, Munzur’un yaşayan/yaşatan nehirlerden olduğuna da ayrıca işaret etmektedir.
Dünyanın deforme edilen alanları dışında kalmaya çalışan ve aslında, lay/line hatları denilen enerji ağlarını, kendi etrafında konumlandıran doğal, kutsal mekanlar, yani dağlar, su kaynakları, vadiler vb. yaşamın Şah Damar’larıdır. Yaşamı var eden Şah’ın mekanıdır, Şah’ın süt bahçesi, doğum rahmi, tohum Rahman’ıdır. Oralara dokunmak, o mekanları kirletmek, deforme etmek, maden aramak, altında, ötesinde, berisinde su akışını değiştirmek, suyuna bent örmek, suyundan yapay göletler yapmak, etrafını yol ile oymak yahut delmek… bunların hepsi evrensel oluşun “şah damarına” atılan çiziklerdir. Munzur, yaradılışın şah damarıdır. Yaratılış deryası, oluş deryası, isimleri değişse bile taşıdıkları mana değeri ile binlerce yıldan bu yana değişmeyen 40 gözesi ile 40 ayrı mananın besin kaynağıdır.
Geçtiğimiz günlerde peş peşe haber olarak yansıyan Hindistanda Ganj ve Yamunasi, Yeni Zelanda’da Maoriler tarafından kutsal sayılan Whanganui Nehri insan nehirler olarak kabul gördü ve koruma altına alındı. Dünya coğrafyasını birbirine bağlayan enerji koridorları yahut hatları arasında yer alan ve insanlığa on binlerce yıldır hizmet eden ağın, pozitif değerler ürettiği, Hakk’ın batıl karşıtı mekanları olduğu açıktır. Gelişkin toplumlarda insani değerlerin yeniden üretilmesi ve dünyanın Hakk’ın mekânı olarak işlevine devam edebilmesi gayreti ile geliştirilen “nehrin ruhu, insan ruhudur” yaklaşımının Munzur’u da kapsaması gerekmektedir. Munzur’a neşter atmak şah damarını kesmektir. Yaşamın dünyanın oluşun durması, kara koçun zahirde aşikâr olmasıdır bu.
Munzur özgür akmalıdır.
*Belgin Cengiz-Nokta haber yorum sitesinden alınmıştır.