Saksağanın Gördüğü

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Ben bir dişi saksağanım. Yumurtadan çıktım çıkalı bu topraklarda yaşarım. Ben her şeyi görürüm. Özellikle de gündüzleri olup biten her şeyi görürüm. Daldan dala geniş yaylar çizerek uçarım. Çok hızlı olduğum söylenemez. Bir ağaçtan bir ağaca, bir gübrelikten diğer gübreliğe uçar dururum. Bu karasal coğrafyanın her yerinde insanla kader birliği yapmış gibi yaşarım. Onların kışını, onların yazını, sevincini, tasasını bilirim. Ben ölmem. En azından bu bölgenin insanları böyle biliyorlar. Ben ecelimle ölmem!

İnsanlar mı, onlara dair çok şey bilirim. Ben meraklı bir saksağanım. Onlar yürüyorlar, ben daldan dala uçarak onları takip ediyorum. Bu karlı dağların insanlarının acısını, sevincini bilirim. Kavgasını bilirim ama hiçbiri “tertele” dedikleri şey kadar hırpalamamıştır onları.

İnsanların “tertele” dedikleri nedir bilmezdim. Ama o yabancıların, geldiği acı yıllardan söz ettiklerini tahmin ediyordum. İnsanlar o yıllardan söz ederlerken o yıllarda iyi şeyler olmadığını yüzlerinden okurdum. Sonra o günleri görmüş, çok gübre eşelemiş bir büyüğüme sordum, “Biz saksağanlar o tertelede çok gürültü çıkardık, duyan olmadı. Yeşil renkli tüyleri olan, arka arkaya dizilen insanlar geldikten sonra oldu her şey. Gürleyen sopaları olan insanlardı. Kokuları yabancıydı. Onları gördüğümüz her yerde çığlık attık, kıyameti kopardık. Önce yapraksız, dalsız uzun kuru yuvarlak ağaçlar dikip üzerine de sert iplerden çektiler. Üzerine tüylerini asmadılar. Kim bilir o iplere ne çok tüy asılırdı. Buranın insanları bu ağaçlardan dikip aralarına böyle ipler çektiklerinde çıkarılabilen tüylerini suda ıslatıp asarlardı. Hele bir de bu tüylerini ıslatırlarken köşeli, kokulu, köpükler çıkaran bir sert cisim sürüyorlardı ki onun tadını çok seviyorum. Ondan çok çaldım ve kavak dalı üzerinde yedim. Çok kaygan ve köpüklü bir maddedir. Bu yüzden ağzımdan kayıp yerlere düşerdi, hepsini yiyemezdim.

Dikkat etmiştim de, bu ipe kimse çıkarılabilir tüylerini koymuyordu. Bu ağaçlar dikildikten sonra gürültü giderek arttı. Yeşil tüylü insanlar geldi. Hep erkek cinsi geldi. Dişi cinsi hiç gelmedi. Demek ki bu ağaçlar ve ipler erkek türünün işiydi. Gürleyen boru da onların işiydi. Dişilerin işi olsaydı onlar tüylerini ıslatıp iplere sererlerdi.”

En çok sevdiğim şeylerden biri de gübre eşelemektir. Dal soğuktur. Kış mevsiminde kırağılanmış kavak ve söğüt dallarına tünemek zordur. Ayaklarınızdan başlayarak donmaya başlarsınız. Kavak ağacı o soğuğa nasıl dayanır nasıl baharda sürgün verecek mecali bulur hep merak etmişimdir. Kavak ve söğüt ağaçları kırağı tutar, beyaz püsküllere dönüşürler. Zannedersiniz ki ağaçlar beyaz yaprak açmış. Köylülerden biri ahıra indi mi bizde bir sevinç başlar. Bu köylüler her nedense içeriye koydukları ineklerin ve keçilerin boklarını dışarıya atıyorlar. Yok, bundan şikayetçi değilim ama bunun sebebini de anlamış değilim. Hayvanları içeri koyup boklarını neden dışarıya attıklarını anlamış değilim. Belki de biz onları eşeleyelim diye döküyorlardır. Biri sepetin içine gübreyi koyup, sırtlayarak gübreliğe yöneldiğinde keyfimize diyecek yoktur. Köylü gübreyi döker dökmez bir çığlık kaplar hepimizi. Yeni dökülen zibillerden, saman artıklarından yükselen buhar çeker bizi. Fırlarız. Eşelerken ayaklarımız bayram eder, ısınır. Ahıra dökülen otların arasında gelen tohumlar kime nasip olur bilinmez. Ben en çok gübre eşelemeyi severim. Ayıptır söylemesi bir de insan dışkısı eşelemeyi! Hayvanlara yedirilen arpa ve buğday tohumlarından yere düşmüş taneler cevher gibidir. Geriye kalan ot ve samandır. Kış günleri bu da idare eder. Bir de zibillerden vücudumuza doğru yayılan sıcaklık var ya, sözü edilmeye değer.

Bizler çok şey duyarız. İnsanların birbirleriyle konuşmalarını da… Bak, insanlardan dinlediğim bir hikâyedir. Bir zamanlar tanrı kullarına ölümsüzlük ilacı göndermiş. Tanrı neden kullarına ölümsüzlük ilacı göndersin ki! Haşa, kullarını da kendisi gibi ölümsüz mü yapacak! Ama insanlar böyle anlatıyor. Ben insanın yalancısıyım. Neyse. İlacı bir saksağana vermiş. Demiş ki, “Bu ilacı kullarıma götür, üzerlerine döksünler ki hiç ölmesinler. Hasta da olmasınlar.” Bakın kul isteklerini tanrıya söyletiyor. Yoksa bunca belayı başımıza salmış olan ‘quludılıng’a (insan) neden ölümsüzlük ilacı göndersin ki! Akıl gibi tehlikeli bir silaha sahip olduğu halde!.. Sonra saksağan ilacı almış ve gelip bir ardıç ağacına konmuş. Birden aklına bir kurnazlık gelmiş. Demiş ki kendi kendine, “Bu ilacı neden kullara vereyim ki, kendime sürsem, üzerime döksem, ölümsüzlüğe ulaşsam daha iyi olmaz mı?” İlacın kapağını açmış, başından aşağı dökmüş. Başkasının ilacını aldığı için telaşa düşmüş olmalı ki; ilacın bir kısmı ardıç ağacının üzerine dökülmüş. Ardıç ağacı da ilaçtan nasiplenmiş, ondan sonra hiç yaprak dökmemiş. Bu, insanların anlattığı hikâyedir. Ben onların yalancısıyım. Onlara göre saksağanlar ölmüyormuş. Ben bu güne kadar çok sayıda ölmüş saksağan gördüm. Onlar ölüm döşeğinde saksağan görmedikleri için böyle bir hikâye uydurmuşlar herhalde. İnsanın hayal gücü kuvvetlidir. Bu hikâyeyi birbirlerine anlatır dururlar. Sonra da ölü saksağanları ahırlarına, bahçelerinin çeperlerine asarlar.

Gördüm. İki kardeştiler. Annesiz babasızdılar. Sabah erkenden torbalarını alır, ormanın kuytuluklarındaki yabani cevizlerin altına gider, ceviz silkeleyip yeşil kabuklarını soyar ve kışın yemek için kuruturlardı. İki kardeştiler. Bu gözlerimle gördüm. Yürüdüler. Koşa oynaya yürüdüler. Birbirlerine taş ata ata yürüdüler. Büyük kardeş cevizin altında durup çulu serdi. Ben daldaydım, çok yüksekte. Küçük kardeş ağaca tırmandı. Çatal bir ağaçla cevizlerin köklerini kıskaca alıp düşürüyordu. Büyük kardeş yerdeki cevizleri toplayıp kabuklarını soyuyordu. Arada bir üç sincap gelip ceviz çalıyordu. Üç güzel sincaptı. Birbirlerini kovalayıp duruyorlardı. Çeşmede su şırıldayıp duruyordu. Köstebek, toprak tümseğini yüzeye doğru ittirip duruyordu. Tırtıl yaprağı kemirip duruyordu. Ara sıra yan gözle bana bakıyordu. Benim tırtılı yiyecek iştahım yoktu. Merakla çocuklara bakıyordum. Yani yeşil giysililer gelmeden önce her şey kendi mecrasındaydı. Sincap bu, sıçrar ve ceviz kemirirdi. Saksağan bu, havada yay çizer, uçar, konar, sıçrar, gübreleri eşeler. Hamarat kadınlar, çıkarılabilen tüylerini yıkarken kullandıkları kaygan şeyi çalardı. Köstebek bu, toprakta dehlizler açar, kimi yerlerde yüzeye dökerdi. Onlar gelmeden önce her şey kendi akışındaydı. Büyük kardeşin elleri gece gibi kapkara olmuştu, cevizlerin üzerindeki yarısı kararmış, yarısı yeşil kabukları söke söke kararmıştı.

Sonra onlar geldi. Yeşil giysililerdi. Uzun, ucu sivri sopaları vardı, yüzleri tüysüz insanlardı. Bir kısmının altın rengi tüylü atları kepir yaylasına kadar yayılmışlardı. Bu topraklarda ne aradıklarını ne kendileri ne bu topraklar biliyordu. Alışık olmadığımız bir ötüşleri vardı. Çok sert mizaçlı insanlardı. Art arda dizilip koşturuyorlardı. Arka arkaya gümleyen demirden sopaları, homurdayan kara renkli taşıtları vardı. Eğilip yerden bir şey almadan gümleyen sopaları çok tehlikeliydi. Art arda gümleyen sopalardı. Bu gümlemeler birçok saksağanı cansız bir şekilde daldan düşürüp hareketsiz kılmıştı. Atlarına atladıkları gibi doğru ormana koşturuyorlardı. Kendi aralarında ötüşüyorlardı. Bu ötüş yöredeki insanların ötüştüğü dilden çok farklıydı. Arka arkaya diziliyorlardı, dağlara doğru yürüyorlardı. Onlar bu toprakta yaşayanları, bu topraklarda yaşayanlar onları sevmiyorlardı.

Yabancılardı, kokularından bildim. Çok yabancı bir kokuydu. O güne kadar duyduğum hiçbir kokuya benzemiyordu. Gürleyen çubukları vardı. Çocuğu gördüklerinde gürleyen çubuklarını öttürecekler diye çok korktum. Ama öyle olmadı. Ağacın altındaki çocuğa bir şey sordular. Bir şey demedi, dönüp cevizin tepesine bakmadı. Kardeşine bakmadı, kardeşini demedi. Sopalarının sivri ucunu çocuğun boynuna sokup, ıh demeden kanını akıttılar. Yukarıdaki çocuk sesini çıkarmadı. Sonra onlar gittiler. Ağaçtaki ceviz silkeleyen kardeş aşağı indi. Gördüm. Gözünden su döktü, garip iniltiler çıkardı. Sonra, “Dara gozê mı wadarê”* dedi. Ezberledim. Aynen böyle dedi. Ne demek bilmiyorum. Bunları dedi ama gitmedi. Gözlerinden su döktü, bunu söyledi. Söyledi, döktü. Gördüm, gitmedi. Kurudu kaldı. Bütün sesimle viyakladım, uyandırmak istedim. Yok; taşa, ağaca döndü, öyle kaldı. Gördüm hiç kıpırdamadı. Gece oldu, gözlerimin feri söndü, bekledim bekledim. Sabah gene baktım, iki kardeş aynı şekilde kucak kucağa durdular. Gözlerimle gördüm. İnsan işine akıl erdiremedim, uçtum gittim.

*Ceviz ağacı beni sakla.

Doğan Munzuroğlu

Saksağanın Gördüğü
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA