Ayaz, ne ayaz bir kış vakti doğmuş ne de bildiğim bir vakt-i saatte. Babasını tanırım. Baharları yabanda alnında beyaz akıtması olan kırmızı atıyla çıkardı yanımda birden. Atı bağlar çömelirdi yere. O mevsimde ya mantara çıkmıştır ya da bizimkilerin “Savılê” dedikleri her derde deva şifalı ota.
Otururduk yan yana, birlikte bu kimsiz kimsesiz topraklara bakar, hem hayıflanır hem de hurdi hurdi laflardık. Çocukları sorduğumda: “Ellerinden öperler, iki canlar, büyüyorlar işte.” der, başka da bir şey demezdi.
Çalışkan adamdı. Bizim Seray’la da kan kardeşiydi. Söylediklerine göre bir gün işaret parmaklarını eski bir çakıyla kanatarak birbirlerine kan alıp kan vermişler. Böylelerinin kardeşliği meğer ahrete kadar sürermiş.
Sağda solda iş güç namına ne varsa koşar, evinin rızkını çıkarmaya çalışırdı. Tek emeli çocuklarını büyütüp okutmaktı. Yüzünde bir gün bile bir nobranlık görmedim. Hep gülerdi. Yıldızı da pek şirindi. Bizim metruk konağa da hiç yabancı değildi. Hatta birkaç kez peynir yağ getirdiği de oldu bana. Seray’ın yârenliğine de hasretti zaten. Her geldiğinde laf lafı açar, vakit geçer, bir de bakarlardı ki gün akşam olmuş. “Vallahi hatun beni eve komaz” der; birden fırlardı. Güle oynaya çıkar giderdi.
Adı Ekber’di. Hatta Ali’si de vardı. Ali Ekber. Aşağı “Çamaliye” dedikleri yerdendi. Resmiyet “Tertele”den beri “Çakmaklı” der o köye. Bizim bir sürü pir u rayberimiz var orada.
Nesebine gelince: Galiba “Bozolar” tayfasındandı. Yalnız anası “Qocu” dedikleri aşirettendendir. Merhum amcamla da hısım- akraba sayılır. Dedemin ilk karısı oradandı çünkü. Namlı İdare Ağa’nın diyarından! Rivayet odur ki, Qoco’lar dört dağın en inatçı ve savaşçı aşiretiymiş. (Babamla amcam anadan gayrı babadan aynıdırlar.)
***
Ayaz’ı bilmediğim gibi, Nupelda’yı da bilmem. Çocukları beraberinde hiç getirmezdi ki. Yalnız eşimin, birinin doğumunda (kız mı, oğlan mıydı, hatırlamıyorum) bir hediye paketi yapıp Seray’a yolladığını biliyorum.
Nupelda’nın bizim dilde karşılığı var mı? Onu da bilmiyorum. Kürdi ya da Farsi bir ad olabilir. Ama “Pelg da” diye bir şey var bizde. Görüldüğü gibi ayrı yazılır. Anlamı da “yaprak verdi” ya da “yeşerdi” demektir.
Aslında Naka Goni anlattıydı. Bir güz vakti kulübesine uğradığımda budalayla epey dertleşmiştik çünkü. Meğer doğar doğmaz ilk adı “Bahar”mış. Yani ailesinin ilk bulduğu nam oymuş. Sonra muallim bir yeğenleri varmış galiba. Erkek değil de kızmış. Garptan geldiğinde “Nupelda olsun” demiş. Onlar da kırmayıp kabul etmiş. Ve isim öylece kalmış.
Ne var ki daha “yeşerip yaprak vermeden” gökteki kervankırandan kopup da ansızın yere düşen bir sitare gibi paramparça olup gitmiş çocuk!
Hatırlıyorum. Ekber önceki sene kuzularını alıp oraya çıkmıştı. Ama nasıl olmuşsa çok geçmeden tekrar inmişti. Ora dediğim: Bir zamanların meşhur yaylası. Eskilerin “Bılges Bılges” dediği; piltanın, çayırın, kengerin ve suyun diyarı.
(Heywağ hey! Biliyorum. Hiç yeri değil ama dedemin adıyla anılan kavaklığı hâlâ duruyor mu acaba yerinde? Daha çocukluğumdan beri aklımda çakılı kalakalmış öyle. İlk kerte çıkar çıkmaz karşıdan bembeyaz bir berzah gibi el eder dururdu bize.)
Yıllar var ki, “Bılges Panı” dediğim “Lacé Doğe Uskay” Yesan var orada. Bahar geldi mi muhaciri olduğu eski Ermeni köyü Kızık’tan kırmasını, sürüsünü, atını ve köpeklerini alıp yol süre süre oraya çıkar. Tokmak Baba’nın tam karşısında, aşağısında büyük gölün olduğu en yüksek tepeye konar. Gece ay çıktı mı altında ışıl ışıl parlayan göle bakarak dilsiz deliksiz uyur. (Aslında bu adamı size bir gün anlatmalıyım. Yüzü tıpkı yer gibi “damar damar” olan bu çilekeş ve çelebi Kırmancı size mutlaka anlatmalıyım. Hani kadim din metinlerinde “zafer sabredenlerindir” diye bir vecize var ya, sanki onun için söylenmiş.)
Nicedir acı içinde ama. Zira birkaç yıl önce hayata bir fidan gibi yürüyen gencecik oğlunu ansızın yitirdi. Ailenin “Umud”u o oğul ki, günlerden bir gün kimseye haber vermeden dağın yolunu tutar. Aradan çok geçmeden de pusuya düşerek delik deşik edilir. Mezarı şimdi eski “Bılges Ağaları”nın yanındadır.
Ekber onun yanına gitmişti işte. Çocuklarını, eşini, atını ve itini alıp sığır sürüsüyle birlikte oraya çıkmıştı. Köyde ihtiyar anasını bırakmıştı sırf. Yıllardır yaylanın huyuyla suyuyla hemhal olan Bılges çobanı da onları sevinçle karşılamış, (Hatta ilk günler ağırlayıp mihman etmiş) adeta bağrına basmıştır.
Hiç unutmam. Bana her gelişinde oradaki memnuniyetinden mutlaka söz ederdi.
O Bılges ki, çocuk dünyası için eşsiz bir diyardır. Film platosu gibi bir yerdir. İlk zamanlar bahar –hatta nevbahar- olduğu için ortalık cıvıl cıvıldır. Leylekler gölde, kartallar gökte, yaban sakinleri etrafta fink atmaktadır. Büyük yaylanın üç de büyük gölü vardır. İlki Gola Lercu, ikincisi Gola Çağıli, üçüncüsü Golla Pıllê!
İlki adını bir ürküden alır. Anlatılanlara bakılırsa, vaktiyle genç kızlardan biri, karanlıkta oradan geçer. Geçer ama korkar. Birden titreme tutar ve ölür. Bizimkiler “xof amo ser” derdi. (Üzerine ürkü, korku binmiş.) İkincisi, çakıllı ya da çağıllı göl. Üçüncüsü de büyük göl!
Yayla gündüzleri ayna gibidir. Geceleri de insanın başının üstündeki mübarek gök tepeleme yıldız doludur. Yabanın kurdu Yesan, otağını eski Bılges Ağaları’nın virane evlerinin tam karşısına kurmuştur.
Heywağ hey! Onlardan Xalıt Ağa’nın başına gelenleri kim bilmez ki? “Savaş insanı çakallaştırır” der ya İspanyol Anarşisti Durutti. Aynı öyle.
(Xalıt Ağa deyip de geçmeyin. Hırs u asabıyla yaşardı hatırlıyorum, fakat çelebi bir adamdı. Anamdan duymuştum. Yaylada oğulları bir gün bizim tarafın çocuklarıyla kavgaya tutuşur. Ortalık karışmıştır. O da aşağı yazıdan geliyordur. Haberi yoktur ama olan bitenden. Bu tarafın çocuklarından biri yolda karşısına dikilir, “Xalıt Ağa oğluna sahip çık yoksa onun anasını bilmem ne yaparım” der. Xalıt Ağa, çocuğun küçücük boyuna şöyle bir bakar, “ he bılo he” der ve gülümseyip geçer gider.)
Arbedenin, hayhuyun, ilerde boyutlanacak kanlı savaşın daha ilk yıllarıdır. Henüz taraflar fazla tecrübeli değildir. Sık sık karşılıklı tetik boşluğuna düşülür. Ancak fırsatlar yakalandığında değerlendirilir.
Yerliler anlatıyor:
Bir akşam asker Xalıt Ağa’nın evinde konaklamıştır. Erat tekmil uykudadır. Dışarda sadece nöbetçi vardır. O da sızmıştır. “Dağdakiler” “der u derxun”dan çıkar, içlerinden biri -mar gibi akarak- nöbetçinin kucağındaki G-3 piyade tüfeğini alır, sırra kadem basarlar.
Olay anlaşılır anlaşılmaz ortalık karışır. Dağ taş ana baba gününe döner. Vay Xalıt’ın başına gelene!
Ev alt üst edilir. Fukara Xalıt da derdest edilip götürülür. Bir daha da o sular ülkesi zozanda kimse kalmaz. Gece gündüz bomboş göğün altında sadece theyr u werg gezer. Artık çayır ağlıyordur, piltan genç kızların yolunu gözlüyordur, otlar başını eğip asıl sahiplerini, kadim sahiplerini bekliyordur.
Tâ ki yıllar sonra arbedenin hiddeti kısmen geçtiğinde, yayla azıcık günyüzü görüp birazcık nefeslendiğinde, Bılges panı yeniden gözünü karartıp çıkar oraya. Çıkar ama önce oğlunu yitirir. (“Cigeram, cigeram” dediği tek ve yek “Umud”unu yitirir.) Yıllar sonra da yanındakilerin başına bu elim olay gelir.
Heyhat! Oğlunu keşke hiç tanımasaydım. Bir yaz vakti kıl çadıra mihman olduğumuzda o sürüden yeni gelmişti. Kızgın güneşin altında yanan kara bir taşa dönmüştü. Bir tek gözleri parlıyordu. Karanlıkta hedefine doğru yürüyen parsının gibiydi ama gözleri. Canlı, berrak ve ışıl ışıl.
Bize güneşin altında gönlü bol bir sofra kurdu ve geçip karşımıza oturdu. Yukardan Büyük Göl’e bakıp bir düş gibi yitip giden zamanları konuştuk. Karşımızda devletin “Memnu Mıntıka” yaptığı yerler yurtlar vardı. Bırdo, Kakper, Saroğlan… Eski Kırmanciye’den eser yoktu. Boşaltılmıştı her yer. Issız ve insansızdı ortalık. Uzun uzun dertleştik. Ben karamsardım yine. O ise iyimser ve agresif. Nasıl olmasın ki? Daha terütaze bir gençti. Böylelerinin yüreği yerinde durur mu hiç? Gümbür gümbür atıyordu işte. Fakat o yaşta öyle mezalimler görmüştü ki çocuk. Sırtını açtı ki, her tarafı yara bere!
***
Derler ki, kavurucu yaz güneşinin her tarafı yangına çevirdiği bir temmuz günüdür. Heywağ hey! Temmuzu “kavimler kapısı” şu Anadolu’da kim bilmez ki? Hele kızılbaşlar?..
“Kanlı Sivas”ın içinde adını yaz bahar çiçeklerinden alan “Madımak” diye bir otel vardır. Ülkenin aydınları Banazlı Abdal Pir Sultan’ın heykeli için toplanırlar. Tarih 2 Temmuz’dur. Ne var ki maşeri kalabalığı andıran taş yürekli kara bir güruh ellerinde gaz bidonlarıyla ortalığı ateşe verir. Tam 35 can diri diri yanar.
Gelelim Bılges’e… Serin ve uzun zozana… Vaktiyle eski Bılges Ağalarının atları ve küheylanlarıyla fink attığı yaylaya!
Aylardan yine Temmuz’dur. Tarih 1’le 15 Temmuz’u gösteriyordur. Devlet bu tarihler arasında yaylacılara “mühlet” adı altında süre vermiştir. Çıkmazlarsa “güvenlikleri”nden sorumlu olmayacaktır.
Yaylada kimler mi var? Bılges panı Yesan’nın ailesi ve sürüsü. Bir de Ekber’in eşi ve çocukları. İki çocuk o ıssızlıkta herkes için eşsiz birer hazinedir sanki. Yaramazlıkları, bağrış-çağrışları onlara ab-ı hayat gibi gelir. Nupelda her şafak Tokmak Baba’dan doğan sabah güneşi gibi uyanıyordur hayata. Ayaz, ayaz geceler gibi parıl parıl parıldıyordur ıssız yaylada.
Tarih tam da “mühlet”in son günü 15 Temmuz’u gösterdiğinde, yaylacılara misafir gelmiştir. (Bizde “meymane heqı” derler.) Kızgın sıcak o gün Büyük Göl’ü bile fokur fokur kaynatıyordur. Bılges’ın kara kartalları ağızlarında simsiyah yılanlarla gökte kanat çırpıyordur. O büyülü manzaraya rağmen dışardakiler sıcağa dayanamayıp içeri geçerler.
Kıl çadırda yemek vaktidir. Gelenlerin sohbetinden, keyfinden, getirdikleri taze haberlerin müjdesinden geçilmiyordur. Çocuklar her zaman ki gibi acele acele atıştırıp hızla kalkarlar. Dışardaki hayata ve tabiata koşarlar. Daha 5-10 dakka geçmemiştir ki, birden oradakilerin kulak zarını yerinden eden korkunç bir patlama olur. Anne Cevriye –içine doğmuş gibi- eyvah deyip kendini dışarı atar ki, Ayaz’ın paramparça bedeni bir yerde, Nupelda’nınki bir yerde!
Böyle bir faciada kim akl-ı selimini korur ki? Herkes dünyaya bir armağan gibi doğan bu iki çocuğun haline bakıp çıldırır. Ortalık iki kadının yeri göğü yırtan bağırtısından geçilmiyordur. Aşağıda üstelik telefon da çekmiyordur. Çadırdakiler ürküden, korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez. Aralarında soğukkanlılığını koruyan bir tek şalvarlı Rızo’dur. Bu genç adam önce çocukları içeri taşır. Sonra misafirleri teskin eder. Ardından da babasını telefon için yukarı kert’e yollar. Zavallı adam kan ter içinde yokuşu çıkıp noktaya vardığında şaşkınlıktan önüne geleni arar. Arar ama ne fayda! Ambulans saatler sonra gelir. Yakınlarındaki Kalekol zaten hiç oralı değildir. Çağrıldığında “fotoğraf yollayın,” der durur. Bir helikopter havada belirir, yaylayı şöyle bir kolaçan eder ve çeker gider.
Ayaz çocuk olay yerinde can vermiştir. Nupelda kendinde değildir ve habire kan kaybediyordur. O da daha yoldayken verecektir son nefesini.
Şimdi bu der diyarda (aradan aylar geçtiği halde) herkesin içinde hâlâ bu olayın yankısı var. Kimi “mayın” der, kimi “el yapımı patlayıcı,” kimi şu, kimi bu!..
Olaya aşina olanlardan Budala’ya bakılırsa; “aynı gün, aynı saatte havadan o sabilere doğru bir şey atıldı. Ama ne? Onu bilmiyorum. Bu cahil aklımla düşündüğümde sanki çakmak kadar bir şey!”
Laçinan’a göre; “Taammüden yapılan bir şey olsaydı fail daha büyük oynardı. Bu sanki bilmeden yapılmış bir şey. Şöyle düşünüyorum. Gece oradan birileri geçmiştir. İçlerinden biri düşürmüş olabilir. Ya da o geçenlerin içinde yeminli biri -yahut birileri- kasten bırakmış olabilir.”
Çadırdakilerin dediklerine gelince;”İhtimal çocuklar yerde buldu. Oynayıp eğlenelim derken ellerinde patladı. Fakat yerde de im-iz namına bir şey yok. Sadece bir taşın üzerinde hafif bir seğirme var. Hepsi o!
Bir ayrıntı daha var.
(Tam o günlerde geceleri köpeklerin havlaması birden değişir. Her zamankinden farklıdır sesleri. Bu sanki “theyr-tur”a değil de insana havlama gibidir çünkü.)
Mayından söz edenler de var. Ama ben yıllardır bu mıntıkanın bir ucundan girer, öbür ucundan çıkarım. Doğrusu şimdiye kadar herhangi bir tuhaflığa rastlamadım. (Yalnız yerlerde çokça boş kovan ve boşaltılmış şarjörler bulduğum olmuştur.) Mayın zannımca ordunun üs bölgelerinde var sadece. Kalekolların çevresinde ve mücavir alanlarda!
Velhasıl herkesin dönüp dolaşıp söylediği şey şu: “Bu parça her ne ise bilmem ama 30-40 yıldır süren hileli harbin ürünü olduğu muhakkak. Ama planlı mı değil mi orası meçhul!” Zaten ikinci gün asker gelir, çevreyi sarar, delil namına ne var ne yoksa alır gider. Balistikte de şimdiye kadar ne çıktığını ne bilen var ne eden!
***
Naka Goni anlatıyor: Ayaz yerinde bir saniye bile duran bir çocuk değildi. Çekirge gibi zıplayıp duruyordu kengerlerin içinde. Enerjisine hepimiz hayrandık. O bakir yabanda zincirlerini koparan sarhoş atlar gibiydi çocuk. Bir aşağı göldeydi, bir yukarı gölde. Kardeşi Nupelda’yı bir koruyup kollaması vardı ki, gören şaşakalırdı.
Abık da aynı şeyi diyor. “Büyüyüp de ne yapacaksın?” dediğimizde, “babama önce ev alacağım” diyormuş!
Geçenlerde Bılges panı Yesan’ın çilekeş hatunu anlatıyormuş. (Ki bu kadın yıllardır acı deryasında yüzüyor. Nasıl yüzmesin ki? Şafakları uyanır uyanmaz ilk gördüğü karşı tepedeki gömüt. Genç yaşta daha muradına ermeden vurulan oğlunun mezarı.)
Bunları bana da Seray anlatıyor: Diyormuş ki; “Çevremizi her gün yatmadan önce silip süpürüp temizliyoruz. Ne var ki güne uyandığımızda her keresinde çocukların oynadığı çalı çırpıyla, karşılaşıyoruz. Demek ki ruhları bizi bırakmıyor. Terk edip gitmiyor. Şu yalanuz yaylada meleksi bir aydınlıkla başımızın üstünde, sağımızda solumuzda, kanat çırpıp duruyor.”
Meğer çocuklar başlarına daha bu musibet gelmeden, her gün çadırın arkasında taş toplayıp oyunlar oynarmış. Bir gün ev, bir gün mezar, bir gün tarla-tum yaparlarmış.
***
Vaktiyle söz söyleyen birinden duymuştum. Hiç unutmam. Aklımdan hiç çıkmaz. Demişti ki; “Çocuklar öldüğünde tanrı neden hep dalgın oluyor ki?” Sahi tam o anda nerede oyalanıyordur ki?
Kardeşlerim. Çocuk dediğimiz, gökteki kervankırandan kopup da ansızın yere düşen yıldızlardan bir yıldız değil midir? Öyleyse neden kırıp döküyor insanoğlu o tertemiz varlıkları?
Hatırlayın. Mar bile dokunmazken onlara su içerken bu tılsımlı topraklarda!
İnsan bunu neden hep yapıyor?
Muhammed Ali aşkına bilen varsa beri gelsin.
Yıllar önce kuşağımdan “Ateş Hırsızı” bir şair, zindan dedikleri karanlıkta upuzun bir “Söylence” yazdıydı. Bir dizesi hâlâ aklımda. (Düşünün hâlâ daha aklımda!)
Diyordu ki; “Bir çocuğu vurmak bir kuşu vurmaktır dünyanın her yerinde.”*
Unutmayın!
*Emirhan OĞUZ’un “Ateş Hırsızları Söylencesi”nden.