Giriş:
Doğanın kendi yasaları, matematik sistemiyle mükemmel işliyor. Dolayısıyla bu habitattaki bütün cümle varlıkların belli bir yaşam süresi vardır. İnsanın da öyle. Peki aynı şeyi, kurumlar ve devletler için de söyleyebilir miyiz? Yada toplumsal hafıza açısında da aynı düşünce geçerlimdir? Bütün bu soruların cevabına “evet” diyebiliriz. Zira başarısız kurumların, devletlerin yaşam süreleri, belli bir zaman diliminde sonlanır. Toplumsal bellek-hafıza ise belli bir zaman içerisinde değişime uğrar ve başkalaşarak, yeni bir formatla değiştirile bilinir. Bu konuda; modern tarih yazımının, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden olup da, bütün dünyada adından söz ettiren İbni Haldun’a (1332-1406) baş vuracağız.
Konumuzla ilişkili Onun; Asabiyet-Ümran düşünceleri çerçevesinde ele aldığı Devlet Teorisi bağlamındaki toplumsal yaşantının çok katmanlı süreçleriyle alakalı tezlerine kısaca bakacağız. Çünkü İbn-i Haldun’a göre “devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür”. Buna “toplumsal kurumları” ve hatta “insan topluluklarının kolektif hafızalarını” da ekleyebiliriz. Evet, insanın hafızasını da buna ekleyebiliriz. Modern çağımızda buna asimilasyon diyoruz. Ve fakat işin boyutu oldukça kapsamlı.
İbni Haldun’un gözünde İsaril oğulları
İbni Haldun; Devletlerin (hanedanlıkların ve sülalelerin) ömürlerinin genellikle üç neslin ömrünü aşmayacağını ve her neslin kırk yıllık bir süreyi kapsadığını belirtir. Bu münasebetle devletlerin ömrünün, 120 yıllık bir süreye tekabül ettiğini bizlere hatırlatır. Buna en çarpıcı örneği ise İsrail Oğullarının Mısırdan çıkışlarıyla bağlantılı, Tih çölündeki “kırk yıl” başlarına gelen hazin yalnızlıklarıyla ele alarak örnekler.
İbni Haldun’un bu eksendeki bütünsel görüşleri, tarihsel örneklerle doğrulanmıştır. En çarpıcı görüşlerden biri, İsrail Oğullarının Mısır’dan çıkışlarıyla Tih Çölü’nde (Sina yarımadasında bulunan bir susuz bölge) kırk yıl boyunca sefalet içinde dolaşmalarıdır. Bu kırk yıllık zaman; eski kuşağın kölelik alışkanlıklarını, akıllanarak terk etmelerine, yeni kuşağın ise daha özgür bir toplum bilinciyle yetişmelerine zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla kırk yıl metaforu “eskinin tasfiyesi ve yeninin inşası” için asgari bir süre olarak yorumlanmıştır. Bu tarihsel örnek, sonraki toplumsal hareketlerin de hafızasında derin bir iz bırakmışken, Ortadoğu toplumları, bundan maalesef hiç ders çıkarmamıştır.
Esaretten özgürlüğe: İsrail oğulları
İbni Haldun’un bu tezi, kendisinden sonra gelen ünlü araştırmacılar için temel bir kıstas teşkil eder. Bilindiği üzere İsrail Oğulları; Peygamberleri Musa’nın yönetiminde, Mısırdan çıkarlalar. Kendi yazılı metinlerinde bu olay “Mısır’dan Çıkış, Çıkış, Şemot ya da Eksodos” olarak da anılır. Bu da yetmez! Eski Ahit’in beş kitabını içeren Tevrat’ın (Tanah-Tora) ikinci kitabı toplamda 40 bab’dan (bölümden) oluşur. Bütün bu kırklar, toplumsal hafızanın yeni inşasını oluşturur. İsrail Oğulları için kırk rakamı, Aleviler ’de olduğu gibi önemli metaforik gizemlerle doludur!
Kırk yılda gerçekleşen yaratılan hafıza kaybı
Dolayısıyla kırk yıllık bu süre, eski neslin-kuşağın yok oluşu, yada düşüncelerinin değişmesiyle birlikte yeni kuşağın, yeni düşüncelerle kendi toplumunu yeniden inşa etmesi için gerekli olan en azami süre olduğu anlaşılır. Bununla birlikte bir topluluğa karşı uygulanan bilinçli iç ve dış asimilasyonun meyveleri, yine 40 yıllık bir süre sonra rahatlıkla toplanacağı hesaplanır. Yine bir neslin kendi öz benliğinden koparılması, başka bir kimlikle buluşturulup, yeni bir hafızayla anılması için 40 yıllık bir süreye ihtiyaç vardır. Bilinçli ve programlı asimilasyon politikaları, rahatlıkla kırk yılda tamamlanabilir.
Yani toplumların, kurum ve devletlerin yaşamsal sürelerindeki iniş ve çıkışlarda 40 yıllık süre zarfının, oldukça önemli bir yere sahip olduğuna ilişkin, tarihte kapsamlı bir literatür oluşturulmuştur. Bu bağlamdan hareket edecek olursak, kendisini çağın gereklerine göre yenilemeyen toplumların, kendi bünyelerinde oluşturdukları kurumlarının yaşamsal sürelerinin de ortalama kırk yıl, devletler için de 100- 120 yıl olabileceği öngörülmüştür. Bu “kırk yıl” motifinin benzerleri, tarihsel anlatılarda sıkça karşımıza çıkar; kurumlar yenilenmezse, hafıza dumura uğrar. Yeni bir gelecek kurulamaz. Toplum evrensel değerlerden uzaklaşır. Üretimden kopar. Çağdaş okumalar yapamaz ve masallarla avunur. Değerlerini yitirir ve tükenir. Kadim-eski olan her şey yok olur gider. Yerine uydurulmuş, monte edilmiş içi boş söylemler, kırk yıl sonra gerçekmiş gibi algılanır.
Alevi örgütlülüğünde kırk yıla doğru: geçmiş otuz yıllık deneyim
Modern çağımızda yaygın-kitlesel Alevi örgütlülüğü, 30 yıllık bir süreyi geride bırakıyor. Bu süre zarfı içerisinde anlaşılan o ki; eski nesil, kendi inançlarına dair eleştirel yeni okumalar yapamıyor. Ağırlıklı olarak son yıllarda derlenen sözlü anlatılarla elde edilen çelişkili, bölük-pörçük siyasi-politik bilgiler ışığında hala hareket ediliyor. Bu bilgilerin çıktısı; masalsı-hurafelerle örülü basit söz kalıpları olduğu, günümüz şartlarında artık kolayca anlaşılıyor. Yani mızrak çuvala sığmıyor Pirim!
Vücuda getirilen dernekler, satın alınan yada yeniden inşa edilen devasa kurumsal binalar, sadece mekânsal bir varlık gösteriyor. Alevi kurumları, gelinen bu noktada içi boş, tabir yerindeyse sadece birer morg görevini yerine getiriyor.
İçlerinde değerli yöneticileri, tenzih ederek söylemek isterim ki; yıllarca kurum yöneticiliği yapan yenilenmemiş kadroların ahbap- çavuş ilişkileri; her geçen gün üye kaybı yada bu üyelerin kurumlardan sessizce uzaklaştıklarına katkı sunuyor. Yine hayatı boyunca bu kurumlarla hiç ilişkiye geçmeyen, yani üye olmayan milyonlarca Alevi dışarıda bırakılıyor. 25 milyon olduğu sanılan Alevi toplumu içerisinden, söz konusu bu kurumların üye sayısının bir milyonu geçmediği tahmin ediliyor.
Evet 30 yıllık bir süre, hiç de azımsanamayacak bir zaman dilimine işaret ediyor. Ama öyle anlaşılıyor ki; bu negatif gidişat durdurulamazsa, artık kritik 40 yıllık eşiğe yaklaşılıyor.. Bu kırk yıllık eşik, Alevi toplumunun geleceğini belirleyen riskli bir sınav gibi usulca karşımızda duruyor. Alevi kurum yöneticileri, akil insanları bu sınavı kaybetmemek için, kurumlarında sessizce oturmayı değil, yol yürüyerek düşünmeyi ve üretmeyi tercih etmelidirler. Zira resmi asimilasyon politikalarının yanı sıra, en tehlikelisi olan iç asimilasyonla finale gidiyor.
Değişim-dönüşüm içindeki; dünyalı yeni Alevi nesil
Burada acı olan; bu kadar kaotik bir ortamda yeni Alevi neslin; müspet yönden, pozitif açıdan değişmeyip, tam aksine asimile olmuş, inancının değerlerini yitirmiş, siyasi-politik retoriklerle kafası karışık, kendisine açık yüreklilikle ”Aleviyim” bile diyemeyecek bir kıvama getirilmiş olmalarıdır. Bu yeni neslin, tıpkı Tih çölündeki İsrail Oğullarında görüldüğü gibi bir sonuçla karşılaşılmayacağı anlaşılıyor. Burası hazindir.
Orada, ebeveynleriyle birlikte 40 yıl çölde dolaşan, o zorluklarda yetişen yeni neslin, bugün dünyayı nasıl kuşattığına tanık olduğumuzu anımsayalım. Ve fakat Alevilerde bunun tam tersine bir gidişatın kaçınılmaz acı sonuçlarını rahatlıkla görelim. Burada yeni Alevi nesilleri yetersiz ve elbette suçlu değil, lakin onları doğru bir temelde örgütleyemeyen, eğitmeyen kurum yöneticileri, bu hakikati iyi düşünmelidir.
Yeni bir yola girmek gerekiyor. Yeni bir yol açmak, yol almak, yolda yoldaş olmak, öze tutunarak tur atmakla bu işler oluyor. Buradaki en büyük aracı faktörün, kurumsal örgütlenmenin olduğu gerçekliğidir. Bu gerçeklik artık çırılçıplaktır.
Çünkü genç Alevi neslinin morglara ihtiyacı yoktur. Bilim dışı hurafelere değil, modern çağımıza uygun akılcı yeni bilgilerin üretildiği, işlendiği okullara ihtiyacı vardır. Genç Alevi neslinin, çağımızda yaşatılamayan atıl kalmış geleneksel uygulamalara ihtiyacı yoktur. Fakat üzerinde düşünülüp, zamanı etkileyen bilimsel tezlerin ortaya konulduğu bütün sanatsal estetik eserlere ihtiyacı vardır.
Tekrar etmeliyim ki; Alevi örgütlülüğünde 30 yıllık bir sürenin aşıldığı, 40 yıllık riskli bir süreye adım adım yaklaşıldığını artık görmeliyiz. Bu vesileyle çağdaş bilimsel bilgiye, eleştirel düşünceye ve evrensel değerlere dayalı bir eğitim ortamına ihtiyaç olduğunu anlamalıyız. Buna göre:
Çağı yakalayan, aydınlanmacı bir inancın mensupları mı olacağız, yoksa hala 1400 yıl önceki Arap kültürünün modern günümüze yansıyan kırıntılarıyla mı zamanımızı dolduracağız?
Çocuklarımızı, özellikle de kızlarımızı evrensel değerlerle yetiştirip, onları ayakları üzerinde duran birer dünyalı mı yapacağız, yoksa masallarla-ninnilerle-ağıtlarla uyutup, tıpkı İsrail Oğullarının eski nesillerinde olduğu gibi çöllerde boşu boşuna dolaştırıp, ruhsal sağlıklarını bozup, hayatlarını mı karartacağız? Takdir sizlerindir!
Hak ile kalın!