
2008 yılında bir kitap yazıldı. 2020 yılında Türkçeye çevrildi. Ben ilk defa 2021 yılında bu eseri okumuştum. Psikoloji dersleri aldıktan sonra, aynı kitabı yeniden okuma gereği duydum. Hemen belirtmeliyim ki; büyük bir keyif aldım. Okurken ruhumun sıfır noktasına ulaşmaya çalıştım. Ve kısa bir cümleyle diyebilirim ki; “bana iyi geldi”. Bilinç altı çöplüğümü, tez elden boşaltmam gerektiğini düşündüm. Bu kitabı, sizlerin de mutlaka okumanızı öneririm. Bu makalemle, söz konusu bu kitabın ana omurgasını oluşturan bazı köşe taşlarına dikkatlerinizi çekmek isterim. Hazırsanız, başlayalım:

“İnternet’in Buddha’sı” olarak da bilinen Amerikalı yazar Joe Vitale, 2008 yılında bir kitap yayımladı. Dünyada, farklı dillere çevrilen ve milyonlarca satan bu kitabın adı “Zero Limit.” Yani “sıfır noktası.” Kitabında Joe Vitale; ruhsal iyileşmenin tekniklerini veriyor. Bu kitap, üniversitelerde yardımcı kitap olarak okutuluyor. Kitapta önerilen tekniklerle, akıl hastanelerindeki hastalar üzerinde deneyimlerle sonuç alınıyor. Kısacası “hayatınızdaki bütün sınırları kaldırın” mottosuyla; bedende tursak edilen ruhun, aydınlığa çıkarılması isteniyor. Bunun da aslında çok basit olduğunu bizlere gösteriyor.
Peki bu çalışmayı, dünyada böylesine popüler kılan ve içeriğinin temel şifresi nedir? diye sorulduğunda, tek kelimeyle bunun “SEVGİ” olduğu anlaşılıyor. Dünyanın değiştirilerek güzele, iyiye everilmesi için sevgiye ihtiyaç olduğuna işaret ediliyor. Bilinçaltımızdaki olumsuz-kötü anılardan kurtulup, onları tekrar yaşamamak için sevgiyle arınmamız öneriliyor. Var olan ön yargılarımızdan ve sorgusuz ön kabullerimizden sıyrılmamız gerektiğini, bize salık veriyor.
İyilik, doğruluk, rahatlama ve huzura erme konumuna ulaşmanın ancak sevgiyle elde edilebileceğine vurgu yapılıyor. Sevginin; beden ve ruhtaki sıkışıp kalmış olan negatif enerjiyi, dönüştürdüğünü ve pozitife çevirerek serbest bıraktığını hatırlatıyor. Sevginin, insanları değiştirdiğini ve bu yasanın istisnasının olmadığına okuyucusunu ikna ediyor.
Kitap; İnsanın, ister kendi kendine sessizce yada sesli olarak zihninden geçirmesi, isterse karşısındakine tekrar edilmesi gereken 4 temel cümleden söz ediyor. Yazar, bu dört sihirli cümleyi şöyle sıralıyor:
Seni seviyorum
Özür dilerim
Beni affet
Teşekkür ederim
Ne kadar doğal ve sıradan basit sözcükler değil mi? Tekrar etmek istiyorum: “Seni seviyorum, Özür dilerim, Beni affet, Teşekkür ederim.” Hepsi bu kadar! Aslında kitabın özeti de zaten bundan ibaret! Kısaca bunların açılımlarına değinmek istiyorum. Eksikleri, siz tamamlayın lütfen!
“Seni seviyorum” cümlesi, öylesine gizemli bir beyan ki; bunun eş anlamlısının hala bulunamadığı, edebi metinlerde de sıklıkla göze çarpıyor. İçten dile getirilen bu cümlenin yerini dolduracak, iki kelimelik başka bir cümlenin olmadığı anlaşılıyor. Söyleyenin ses tonunu bile değiştiren bu şiirsel anlatı; daha çok sadece sevgiliye, eşe ve bazen de çocuklara hediye ediliyor. İşin aslını söylemek gerekirse; bunlar da zamanla unutuluyor. Dudaklar arasına gizlenen dil, bu sırlı cümleyi adeta hiç kullanmaz oluyor.
Ve hatta zamanla ne hikmetse “seni seviyorum” cümlesi hafızalarda bile siliniyor. Oysa “Seni seviyorum” sözü, insanın; başka birini derin bir sevgiyle, bağlılık ve şefkatle sevdiğini ifade eden bir cümledir. Bu ifade, sevilen kişinin seveni tarafından övülmesi, onun mutluluk ve güvende olmasını ona hatırlatıyor. Bir ilişki içinde, bu cümle duygusal bir bağın güçlendiğini ve karşılıklı sevgi ile iletişimin kurulduğunu gösteriyor. Karşıdaki insana seni seviyorum demek, bütünleşmenin simgesel bir kanıtı oluyor. Peki öyleyse bu cümle, nasıl oluyor da ağızdan zor çıkıyor? Kullanmak istense de neden sıkılan dişler buna direnç gösteriyor? Neden?
“Özür dilerim” ifadesi, özür dileyecek insan için adeta bir işkence gibi geliyor. Kişi; kendisinin hatalı olduğunu, yanlış yaptığını itiraf olarak görüldüğü için, bu zarif cümleyi asla kullanmıyor. Lügatinde, edata bu cümleye yer vermiyor.
Özür dilemek; empati eksikliğiyle birlikte kibir, gurur, korku, öfke ve kendi kendine şişirdiği imajını koruma gibi nedenlerle zor olabiliyor. Kişi hatasını, eksiğini kabul etmek yerine, sorumluluğu başkasına atmayı tercih ediyor. Zira o, hep “haklı” modunda duruyor. Çünkü dünya, sanki onun etrafında dönüyor! Bir adım daha ileri gidersek; özür dilemenin zayıflık olarak görüleceğine inanılıyor. Ayrıca, psikolojide, özür dilememenin aslında örtülü bir narsistik kişilik bozukluğu olduğuna işaret ediliyor. Daha çok da bu kategorideki insanlar, özür dilemede zorluklar çekebiliyor. Ve fakat, ne acıdır ki; onlar da asla iyileşemiyor. Oysa özür dilemek zayıflığa değil, tam aksine erdemliğe işaret ediyor. Peki hatalı olan, başkasını kıran-yaralayan bu insan, neden özür dileyerek iyileşmek istemiyor? Ruhuna iyi gelecek bir samimi özür, bu kadar mı zoruna gidiyor? Neden?
“Beni afet” yakarısı, bir insanın içine düştüğü hataları için pişmanlık duyduğunda, karşısındakinden af ve bağışlanma talep ettiğinde kullanacağı, mahcubiyet arz eden bir ifadedir. Oysa hatalı insan, af dilemek zorundadır.
Mesela samimiyeti daha derinden anlatmak için “Seni kırdığım için üzgünüm, özür dilerim, beni affet” cümlesi, kişinin kenedi kusurunu, haksızlığını görüp, kabul etmesi, bir daha aynı hataya düşmemesi için kendi ruhsal yarasını iyileştirmesiyle ilgilidir. İnsan bu davranışıyla, aynı hatasını tekrar etmeyeceğine bir oto sansür getirmektedir.
Öte yandan kırdığı, haksızlık yaptığı, gücendirdiği insandan “af dilemesi, özür dilemesi” bir acizlik değil, tam aksine bir alçakgönüllülük, iyi niyetlilik olarak algılanacaktır. Af dilemek, başlı başına bir ahlaki sorumluluktur. Beni afet cümlesi; ahlaki olarak iyi kabul edilen bilgelik özelliklerindendir. Öyleyse neden hatalı olduğumuz halde, kalbini kırdığımız, yanlış yaptığımız insanın; yaraladığımız duygularını, bir af dilemekle okşamıyoruz? Ondan af dileyerek, kendimizi yeni hatalardan arındırmıyoruz? Neden?
“Teşekkür ederim” cümlesi, sadece görülen bir iyilik karşısında o an için, öylesine söylenmiş sıradan bir söz olarak söylenmiyor. “Teşekkür ederim” ifadesinin tınısı bile, hem söyleyeni ve hem de kabul edeni ruhsal bir derinliğe çekiyor. Bu ritmik tını; bir iyiliğe veya eyleme karşı duyulan minnettarlığı ve dahası bir gönül borcunu anlatmak için kullanılıyor.
Türkçeye, Arapçadan geçen “şükretme” manasına gelen “taşakkur” kelimesinden türetilen bu sözcük, insanın evrensel değerini yansıtıyor. Teşekkür sözcüğü, bütün dillerin evrensel değerlerinden ortak bir şifredir. Bu kısa cümleyi telaffuz etmek, bireysel ve toplumsal sosyal ilişkileri güçlendiriyor. Bunu kullanan kişinin kendi çevresinde pozitif duyguları ve öz saygısı artarak gelişiyor.
“Teşekkür ederim” sözünü duyan insan, teşekkür ederim cümlesini dile getirenden daha çok mutlu olduğunu, anlık bir sinerjiyle karşısındakine de yansıtıyor. Bu tarifi imkansız içsel duygu, her iki tarafı, ortak frekanslarla mutlulukta buluşturuyor. O zaman en küçük bir güzellik, iyilik karşısında dolu dolu bir ses tonuyla, teşekkür etmesini neden bu kadar önemsemiyoruz? Bize yapılan bir güzelliğin, iyiliğin karşılığı olarak sadece bu iki kelimelik cümleyi, kurmaktan neden bu kadar zorlanıyoruz? Neden?
Sonuç olarak, “Zero Limit”in özünü oluşturan; Sevginin dört kapısını, yani “Seni seviyorum, Özür dilerim, Beni affet, Teşekkür ederim” cümlelerini, hayatımızın vaz geçilmez ve unutulmaz birer parçası yaparak, bilinç altımızdaki travmatik sorunlarımızı bir nebze de olsa çözebiliriz. Ruhsal yaralarımızı iyileştirebilir ve zinde bir bedene sahip olabiliriz.
İsterseniz ironi olarak gelin buna farklı bir mana verelim: O zaman hep beraber kalkıp, Malatya/Arguvan’a gidelim. Orada; Cafer Doğan ile Ali Bakır’a kulak verelim: “Mürşid-i kamilden dersimi aldım. Menaref sırrına erdim uyandım. Şu fani dünyayı bir kapı sandım. Meğer tek mil imiş dört kapı çıktı” Evet o tek kapı, insanda vücut bulan dünyanın kendisidir. Bu kapının anahtarı sevgidir. Açıp içeri girildiğinde, ruhsal alanda dört kapıyla karşılaşılacaktır. Bu dört kapı, ancak tek bir anahtarla açıla bilinir. O anahtar, sevgidir.
Bana göre bu kapılar; Zero Limit’in yani hayatın “sıfır noktası” ndaki; “Seni seviyorum, Özür dilerim, Beni affet, Teşekkür ederim” dir. Bu denklemi çözmek için, kalkıp bu defa da Maraş’ın Yoğunoluk köyüne uğramalıyız. Orada, Hüdai Babanın (Sabri Orak) kapısını çalmalıyız. Zira bu denklemin formülünü, henüz Zero Limit kitabı yazılmadan yıllar önce, Hüdai Baba’nın çoktan çözdüğünü göreceğiz. Onun vereceği cevap, açık ve nettir: “Canan bizim canımızdır, Teni bizim tenimizdir, Sevgi bizim dinimizdir, Başka dine inanmayız!”
İnsanlardaki bu dört sözcüğün telaffuzundaki zorlanmaların, elbette bir çok temel nedenleri vardır. Ve fakat bunların da üstünde en önemli nedenlerden birisi, bireysel ve toplumsal kültürel kodlardır. Ön kabuller, ön yargılar ve bir türlü doyurulmayan bitmez tükenmez ezik egolardır. Bir diğeri de maalesef dinsel ve kesin inançsal boyutlardır.
Sevgi ile, Hak ile kalın!
- Joe Vitale, “Zero Limit” İngilizceden çeviren Zeyneb Esin, Pegasus yayınları, 2008-274s
