Havada Yusuf’umun ahı var

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Çıkayım dağlara da kurt yesin beni.”

                                             (Eski bir Erzurum türküsü)                          

 

Bir çocuk gökle komşu tepeden alaşağı edilir. Zaman eskidir. İnsanlar kafilelerle sürgün yolundadır. Bir çağ parlamış -ve fakat- alevler göğü sarmadan sönmüştür.

Şimdi “Hay Way” zamanıdır!

Bir çayın kıyısındadır artık çocuk. Ruhu yukarda kendi aşağıda kalmıştır.

Bu çocuk, yerde ve gökte aranan bir eski Sefkan’ın oğludur. Adı Yusuf’tur. Yusuf ona kastedenin dilinde “ah edip inleyen”dir.

Sürgüne gitti gidecekken kurtulur.

Onu kurtaran “Pulur Ağası” dedikleri zattır. Asıl namı “Mamud Ağa”dır. Öz be öz dayısıdır. Sırrı yüzbaşının elinden zor bela kurtarmıştır onu.

Cangılın oğlu yabandan düze indirilmiştir ya, yeni ocağı Çedagı dedikleri çok eski bir köydür. Muktedir yukarda “taş üstünde taş baş üstünde baş” bırakmamıştır.

Burası Deşt’tir. Sıralı dağların eteğidir. Vaktiyle gölken-göletken şimdi uzun mu uzun yemyeşil bir ovadır.

Üstte (Karagöl olmak üzere) bir dizi krater göl kaynar, altta da tılsımlı bir nehir akar. Nehir suyu kâh dalgın, kâh hırçın, kâh dalgalıdır.

Kal u beladan beri olmasa da ‘tertele’den bu yan bu hep böyledir.

İninden kopartılan çocuk nice sonra boynunu ipe geçiren kız kardeşi Hurê’yle burada büyüyecektir işte.

Eyvah ki ne vah!

Her şey bir anda, göz açıp kapayıncaya dek olup bitmiştir sanki. Gök boşalmış, yer yarılmış ve onlar mübarek saydıkları göğün altında kimsiz kimsesiz kalmıştır.

Derken her taşın altında, her ağacın gölgesinde, her suyun başında aranan bir dönemin uslanmaz sefkanı baba faka basar. İhtimal kendi kavminden biri onu ihbar etmiştir. Derdest edilip dosdoğru Manisa Salihli’ye sürgüne yollanır.

Aydınê Usıvu ele geçmiştir. Devletin elinde onlarca evrakı bulunan nam-ı diğer Aydın Ağa garba düşmüştür.

Kasımoğlu’nun söz bittiğinde “benim mührüm ondadır” dediği namlı serasker havasından suyundan mahrum kalmıştır.

(Araya zaman dedikleri ilaç girer. Uzun yollar, uzun kışlar, uzun gedikler girer. Ele avuca sığmayan dağlı zürriyetin evladı durur mu yerinde hiç? Kerelerce firar eder.)

   Hatta bir keresinde dağı taşı aşıp gelip evlatlarını bağrına basar -ve fakat- aman verilmeden enselenip tekrar geri gönderilir.

Yusuf’um tam dokuz yıl yol gözler. Bılges doruğuna ay ışığı vurdu mu çayın kıyısına oturup hınçla ve hasretle kara meşe ormanlarına bakar.

Zamanın birinde yedi kardeşin yedi ayrı yerden kopup gelerek kurduğu dağlı bayırlı köyü bomboştur. Kömü konağı yakılmış, tarlası-tumu bozulmuş, bağı bostanı viran olmuştur.

Şimdi gözleri yatırıp ıraklara beklemekten ve yol yolak gözlemekten başka çaresi yoktur.

Ama sürgün de bitermiş. Yabanın kuşları-baykuşları yıkık dökük bacalara tüneyip yol gözleyedursun, meğer sürgün de bitermiş.

Ve müjdeli haber bir seher vakti gelirmiş. Ulağın kapıyı üç kere çalmasıyla gelip onu bulurmuş.

    Her vuruşmada kurtulan, hiçbir cenkte yenilmeyen, üzerinde tek kurşun izi dahi bulunmayan “uz adam” geri dönüyordur.

Onun yurdu dört dağın kalbidir. Alser Efendi’nin deyişiyle “Tilkilerin asla giremediği aslanlar diyarıdır.” Öyleyse dört dağın her yeri şimdi bahar bahçedir.

Sürgünden dönen Sefkan toprağına ayak basıp turab olduktan sonra “mayna surê” dediği kırmızı soluklu atına atlayıp -evladını da terkisine alarak- Bılges’e doğru dörtnala sürer.

Sonrası mı? Sonrası malum. (Hatta eskilerin demesiyle malûmu ilâm!)  Yolu yok. Küle bakan kavmin insanı kendini külden yeniden var edecektir.

Şimdi üç namlı doruğun eteğine kurulup yeniden (geç kalmış bir hasretle) efsunlu Kızılbaş dağına bakmanın zamanıdır.

Akşam yıldızı şavkını Kırklar’a vurduğunda Raybergil’den kalkan atlı soluğu seneler sonra yeniden parlayan ve sönen bir çağın sefkanında alacaktır.

(Sahi bu dağların kartalı Saan öldüğünde her şey manideki gibi mi olmuş? Sönmüş mü gerçekten yıldızı Kırmanc ülkesinin?)

Kim ne derse desin. Onca hercümerçten, alt üst oluştan sonra olup biten aynen şu: Garba düşenler her şeylerini yitirmiştir. Döndüklerinde (ellerinde değil de) kulaklarında türkü söyleyen otların hüzünlü sesinden başka bir şey kalmamıştır.

Ne var ki, Yusuf’um bahar dalı gibi serpilip boy vermiştir.

Sırtını sıralı dağlar misali birbirine vererek çoğalan dağlı kavmin çocukları zamanla atın, itin, sürünün sahibi olup çıkmıştır yeniden.

Söylenir denilir ki uzun boylu, uzun burunlu, uzun sakallı dedem öldüğünde yüz yirmi yaşındaymış. Peki ya oğlu? Şaşıracaksınız ama Yusuf’um da bir asra damgasını vurdu nerdeyse!

      Hamiş:

     Bizimkilerin “derd ayı” dedikleri nisan öncesi martta nefesini Allah’ın elçisine teslim eden Yusuf’um -kronolojik olarak- böylesi bir tarihsel toplamdan çıkıp gelendi işte.

      Heywağ hey!

Tüm o yaşadıkları içinde kabuk bağlayıp bir “yara” olarak duradursun, son kanlı arbedeye de tanıklık ettikten sonra (Çhor, Salım, Koraniye, Zelzele) derken o da göçüp gitti bu üç günlük dünyadan.

Bu demektir ki, Kırmanciye’nin dağarından bir cevher daha eksildi.

Tevekkeli değil. Son deminde ölümden söz edenlere “lacê mı” derdi, “İnsan bir düğün eder / Bilmem hangi gün eder / Allah’ta bildiğini eder.”

Kardeşlerim; “Sizin hiç babanız öldü mü?”

Biliyor musunuz? Sansa Boğazı’nın iri gözlü şairi “Cemo kurban”* bir şiirinde ne der?

“Benim bir kere öldü / Kör oldum!”

 

   *Cemal Süreya
    İlgilisi bilir ya da hatırlar. Ahmed Arif mektuplarında ona hep böyle seslenir, “Dağlar kadar” da severmiş.

Havada Yusuf’umun ahı var
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA