“Anlatılan Senin Hikâyendir”
(Horatius)
Kadim tarihte Ermeni toprağı olup zaman sonra Kırmanç yurduna dönüşen “çığ ülkesi” Xawaçur’a bakıyorum. Meğer vaktiyle her yerinden bal, süt ve engür şırasının aktığı bir müstakil diyarmış. (Işkın, mantar, kenger de cabası.) Şimdi boş hem de bomboş!
Viranem Kırklar’a, Mar Dağı’na, oraya ve sıralı dağlara bakıyor ya, aklıma nedense hep Yusuf’umun yol maceraları geliyor. Fecir vakti Şixo kirveyle Bılges yaylasından yağları alır katırlara, eşeklere, atlara yükleyip yola çıkarlardı. “Eğin dedikleri” yere giderken ilk uğrakları Xawaçur vadisi olurdu. Orası o zaman deyim yerindeyse toy düğündü daha. Sonra Barasor, ardından da ver elini deli Fırat kıyısındaki “EGIN!”
Şixo kirve hafif kekemeydi. Bu diyarın nüktedanlarındandı. Hoca Nasrettin gibi bir adamdı. Kadınlara meftunluğuyla tanınırdı. Yollarda, bağ bahçelerde, çalışan kadınlara rastladı mı dayanamaz, ağzını açar müstehzi bir ifadeyle sorarmış: “Ka- kadın- lar / Ko- koca- lar nerde?” Onlar da “bu amca da pek oynak bir adam” der kıs kıs gülerlermiş.
Bunları niye mi anlatıyorum? Elimde “GABAN DE JU ÇÊ (XAWAÇUR) alt başlığıyla bir kitap var da ondan! Türkçeye biraz alegori katarsak “Xawaçur Yamacında Bir Yalanuz Ev” diye çevrilebilir. Yazarı HÜSEYİN AYRILMAZ.
Nicedir okumaya çalışıyorum. Hem de dedemden kalma pek eski bir ritüeli yeniden dirilterek. Hatırlatayım. Dedem ömrünün kışına doğru anılarını sonraları kendini “büyük suya” atan ağabeyime yazdırıyordu.
(Ağabeyim önce saz ustasıydı. Sonra eğitimci, sonra gazeteci, sonra mizah yazarı oldu. Can Ozan mahlasıyla edebiyata bir sürü yapıt kazandırdı. Ama ne yazık ki dedemin anılarını koruyamadı. Kaybetti.)
Elinde Agota Kristof’un “Büyük Defter”ine benzer kara kaplı bir defter vardı. Ben daha “doman”dım o zamanlar. Biraz meraklı olduğum için yanlarına fark ettirmeden ilişiverirdim.
Ritüel aynı şuydu: Açık havalarda masayı çardağa kurup üzerine üç şey indirirlerdi. Bastık, Eğin dutu, su dolu bakır taslar. Dedem, hem dutları atıştırır hem de “Koe Muzıri” dediği sırlı dağlara baka baka mırıldanırdı. “Yaz verekem” der başlardı anlatmaya.
Tesadüfe bakın ki, aradan onca zaman geçmesine rağmen ben de aynı şeyi yapıyorum. Konağın ondan kalan yıkık dökük çardağına kürsüyü atıp başlıyorum kıraata. Yalnız bir farkla. Önümde Eğin dutu değil de bizim Çaqê’nin eli mahsulü bastıklar oluyor. Hafiften tada tada, tam karşıma düşen Xawaçur Boğazı’na bakıp süze süze çeviriyorum sayfaları.
Bu kitabı bana Devo gönderdi. (Devrim Tekinoğlu!) Gerçi dili pek sorunlu (!) ama duyarlığı yanan bir dağdan insan yüzüne fışkıran lav gibi.
Sorunlu diyorum; çünkü çözene kadar bir hâl oldum. Hatta itiraf edeyim ki, bazı demeleri, ağızları, yazılışları ve sözcükleri hâlâ daha anlamış değilim. (Eskeftan, Zivinga, Hermetu, Elmat, gibi!)
Yazımı niye bu kadar karışık olmuş elbette merak ediyorum. Hadi diyelim ben metnin püriten ruhuna kapılıp hummalı bir edayla okuyup bitirdim kitabı. Peki ya yazarın ithafına mazhar olan Kırmanç gençleri bunu nasıl başarsın?
Sahi bu nere ağzı oluyor ki?
Yoksa Xawaçur havalisi vaktiyle böyle mi konuşuyormuş? Tamam ben dile pek hakim değilim ama yazar da sanki anamın diline pek yakın durmuyor bazen. Düşünürken evet ama yazarken birden uzaklaşıveriyor.
Bir sürü örnek var aklımda ama ben şunları demekle yetineyim Dağa; Kowan diyor. Yola; Rawa diyor. Ağıta; Şuwari diyor. Çobana; Şuwanu diyor. Erkeğe; Cuwamerd diyor. Halbuki bizdeki karşılıkları malum. Hatta “malumu ilam!” Ko, Raa, Şarı, Şanê, Camerd.
Bu yüzden ne yalan söyleyeyim. Kitap boyunca yer yer kürtçe bir metin okuduğum zehabına kapılmadım değil. Çünkü insan ister istemez şu soruyu sormadan edemiyor. Yazarken hangi alfabeye müracaat etmiş olmalı ki müellif?
Öyle ya, kitabın konusu tepeden tırnağa “Gola Vacuğe” dediğimiz ovanın suyundan, toprağından, havasından fışkırıyor. Öyleyse neden şu soruyu sormamazlık edelim? Sahi bu oranın (onların) ağzı mı, yoksa?..
Neyse ki düşünürken öyle değil. Düşünürken Kırmanciye’nin tam döşüne mevzileniyor yazar. Aklına, kalbine, ruhuna ve rüyasına dönüveriyor. Öyleyse doğru yerden yani buradan takip edeceğiz yazarı.
Çünkü romanın kendisi bizi -ısrarla ve inatla- ezeli aktöremize çağırıp duruyor. Henüz hiçbir taşın yerinden oynamadığı Kırmanciye’nin en saf ve parıltılı zamanlarına!
Kitabı Ayrılmaz önce kızına ardından da tüm bir Kırmanç gençliğine armağan etmiş.
Anlatıya ikrar kapısını çalarak giriyoruz. Yazarın demesi aynı şu:
“Bir gün bir elçi geldi “iqrariyê” kapısını çaldı. On iki dağdan destur istedi. Sessiz sedasız Xawaçur üzerine bir iki söz mesel söyledi. O gün Xawaçur yamacında sırtını yaralı taşa yasladı dağların haline ahvaline daldı. Eski zamanlara gitti kendi kendine konuşmaya başladı.”
Eserin yaratıcısı belli ki anlığındaki ışıltılı projeksiyonu Xawaçur dediği toprakların ilk ve en eski sahiplerine değil de sonradan gelenlere çevirmiş. Ve çocukluğuna, hatıralarına, aklına, rüyasına, birikimine yaslana yaslana ilk cümleyi kurmuş:
“Sêvê tarî biye.” (Gece karanlıktı.)
Unutmayın. Yazıda ilk söz ya da ilk cümle her şeydir. Sonrası kendiliğinden gelirmiş. Valéry öyle dermiş.
Sanırım Marks’ındı. Belleğim beni yanıltmıyorsa dede Marks’ındı. “Kültür” diyordu; “Doğanın yarattıklarına karşı insanoğlunun yarattığı her şey.”
Söylemeye bile gerek yok. Kitapta tüm bir Kırmanciye aktöresi yeterince var. Hatta (hem de) elifi elifine var. Onun için kitabı önce kızına, sonra Kırmanciye gençliğine armağan etmesi pek uygun ve anlamlı olmuş yazarın.
Öyle ya, tüm yapıp etmeleriyle Kırmanciye; kültürel iklim olarak şu değil midir? Yaşantı, yol, itikat, istikamet, anlayış, töre ve alışkanlıklar!..
O halde okunduğunda bunların hepsi de fasıl fasıl görülecektir zaten kitapta fazlasıyla.
Aslında size bir şey diyeyim mi? Dilindeki o malum hâller (!) olmasa bu kitap dört dağın uslanmaz kavmi için bir kült eser olarak kalplerde tüm zamanlarda yer edebilirmiş ama gelgelelim ki, yazımı biraz karışık.
Örnek mi? (Kitap, Çok’a; Pir diyor. Orman’a; Bir diyor. Üzüm’e; sikici (!) diyor. Köprü’ye; Pird diyor. Kardeş’e; Bira Diyor.) Diyor da diyor. Liste uzun. Yeter ki uzatmaya çalışalım.
Çünkü yazar öyle sahici, içten ve içerden bir duyarlıkla örmüş ki metnini; kendinizi bir an -kuş uçmaz kervan geçmez- bir boğazda, yolda kalmış “gış yolcusu” olarak Xelil Ağa’nın kapısında buluyorsunuz.
Kapıyı tıklattığınızda da sizi aklı az biraz karışık Gowê karşılıyor. (Sanırım anam yaşasaydı Goyê derdi.) Goyê’nin, evin kızı Gewere’nin mürüvvetini gördükten sonra sırra kadem basmasıyla da bitiyor.
Tesadüfe bakın ki, 1888’lerde Tiflisli seyyah Antranik’in, gelip bir dağdan baktığı ve silme kızılbaş vahası dediği “Deşt”in batı ucundaki boğazlarından biri olan Xawaçur, kitabın en baş konusu.
Meğer Ermeniler vaktiyle kızlarını buradan sala bindirip ta Mercan’a izdivaca yollarlarmış. Evvelce gölmüş çünkü. Sular çekildikçe zamanla dümdüz bir ovaya dönmüş. Bizimkiler onun için “Gola Vacuğe” der hâlâ bu yemyeşil ovaya.
Yazar buradan el alıyor işte. Buradan ve “Xawaçur Gabanı”ndan el alıyor.
Tarihi ters yüz eden içtimai alt üst oluşa laser (sel) diyor. Hangi “laser”se diyor; gelmiş silmiş süpürmüş her şeyi. Toprağın ilk sahipleri öyle yitmiş. Sonra gelenler şimdi yaşayan Kırmançlardır.
İki gözünü birbirine bakan iki dağın arasında yer alan derin vadideki bir sırta dikip başlıyor onları anlatmaya.
Ve bizi daha ilk sayfada büyülüyor.
Bu uzak yamaçta neler yok ki! Ayılar, domuzlar, çakallar, geyikler, kuşlar kuşlar…
En önemlisi de kendine has habitatıyla müstakil koyakta yapayalnız bir ev. Aşağıda, vadinin ortasında, bir çay akıyor ki aman Allah’ım; hırçın suyun dalgalı sesi nerdeyse göğe ağıyor.
Evin sahibi Xelil Ağa namıyla maruf bir mir-i Kırmanç! (Ben Xeylağa diyeceğim.) Burası aynı zamanda ezeli beri atların toynak sesleriyle şahlanıp-şenlenen kervan yolu.
Xeylağa mal mülk sahibi. Ata-dedelerinin ayak izinden yürüyor. Karısı da öyle. Sofraları geniş mi geniş. Güneşin altına serilmiş gibi.
Zelxa Xatun’la Xeylağa’nın üç oğlu bir de kızları var. ( Omed, Sefkan, Hemed ve Gewerê!) Yanlarına sığınmış aklı karışık Goye de işin cabası. Evin çobanı Saan’ı da unutmayalım. Dağların arasındaki bu ıssız mı ıssız Xawaçur Gaban’ında onları esirgeyen tek şey asmen dedikleri mübarek gök. Boğaz kışları hariç envai çeşit nebatatıyla adeta bereket saçıyor. Sürü çok, köpek çok, at çok. Theyr u werg onlardan da çok!
Nevbahar geldi mi önce keklikler zuhrediyor. Ardından “suqulingî” (galiba turna) dediği kuşlar, sonra thüye (gece kuşu) sesiyle sabah ediliyor. Sabah da hiç dinmeyen bir kuş curnatasıdır alıp başını gidiyor. Sanıyor ki insan kırk sada birbirine karışmış ıssız Xawaçur Gabanı’nda sema dönüyor.
Kardeşlerim;
Edebiyat bahsinde kim ne derse desin. Eskiden beri tüm zamanlara sirayet eden olmazsa olmaz amentü şudur. “Birini anlatırsan hepsini anlatmış olursun!” Ne demişti Montaigne? “Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.”
Elimdeki romanda da anlatıcı tam da bunu yapmış. Xeylağa ailesinin şahsında ahiri değil de evveli zamanlara doğru bir yola çıkmış ve odağına aldığı tüm bir Kırmanç aktöresini sekans sekans resmetmiş.
Kamerasını önce dönemin yaşam biçimine kurmuş. Bir tümseğin başındaki ev, Xawğaçur’u ortadan ikiye bölen aşağı çaya bakıyor ya, daha şafak atar atmaz güneşe çıkılıyor, eşik öpülerek“ya sabah güneşi ışığını ve bakışını üzerimizden eksik etme” deniliyor, peş peşe bir sürü dualar ediliyor, ocaklar yakılıp yayık yayılıyor ve sürü salınarak işe başlanıyor.
Ev öyle varlıklı ve hakkaniyetli ki, kimilerinin deli, kimilerinin aklı yırtık dediği Goyê bile gele gele bu eve gelmiştir. Gelmiş ve evin Xatun’uyla er zamanda eşdeğer olmuştur. Evde kimse kimseden ayrı gayrı değildir. Evin çobanı dahil! Hepsi de “Raa Heq” dedikleri yolun ezeli ve ebedi takipçileridir. Karakışta Gağan’ı, Xızır’ı, Hawtemal’ı tespih çeker gibi iple çekerler.
Konak 6-7 aylık kış kapanmasından sonra bütünüyle tabiatın kucağındadır. Baharda vadi adeta gül-gülistana döner. Dört çadır çatılarak daha yukarda, dağın koynunda yaylaya çıkılır.
Ve bir gün at sırtında, aksakallı bir derviş gelir. Çadırda mihman edilir. Ateşin başında Kırmanciye’nin dini, imanı, itikatı konuşulur. (O itikatın kapısı ki, her zaman yere, göğe, suya ve sabah güneşine açılır.)
Ondan sonra Xeylağa’nın hayatı tümden değişir.
Aileyi toplar, himmet ister ve yollara düşer. “Herde Devreşi” dediği toprakları bir baştan bir başa kat eder. Tek sırdaşı atı Sewliye’dir. Onun sırtında Çheme Muzıri, Sultan Baba, Duzgın Baba, Bamasur derken ta Anadolu bozkırındaki dergâhlara kadar gider. Eve nece zaman sonra döner.
Xeylağa artık başka bir adam olmuştur. Adeta anadan üryan olup arınmıştır.
Heyhat! Bu yol ki, “saz teli gibi ince ve uzun”dur. Sürene aşk olsun.
Yollarda neler görmez, neler öğrenmez ki? Gökle hemhal Duzgın Baba’ya çırçıplak ayaklarla yürür. Yürür ve gördükleriyle alt üst olur. Oraya varır ki, (kadın erkek) kimi tenbûr çalıyor, kimi sema dönüyor, üç yerde de mum yanıyor. Şaşırarak ve büyülenerek bir kenarda oturur.
Ayakta dönenler durduğunda “Hoş geldin yolların elçisi, nereden gelirsin?” der. O da “Sırlı Munzurlardan” der. “Peki ya siz kimsiniz?” “Biz Kırklarız. Qırxleran dedikleri yerden geliyoruz. Üç gün gecedir ki burada çiledeyiz.” “Büyüğünüz kim? Sizi kim temsil ediyor.” Onlar diyor ki, “Bizde büyük küçük yok. Beraber söylüyoruz. Beraber çalışıyoruz. Beraber yiyoruz. Bizler yaratılırken aramızda fark yoktu ki. Siyah beyaz hepsi eşitti. Ne uzun ne kısa vardı. Nefis tüm kötülüğüyle hortladığında her şey bozuldu. O zaman ne fakirlik ne zenginlk vardı. Bu adetleri insanoğlu çıkardı. Bizim yolumuzda hiç kimse kimseden üstün değil. Duzgın Baba bizden bunu istiyor. Onun için diyor ki, kim ki huzuruma çıkıyorsa çırçıplak gelsin, tertemiz gelsin. Kimin içi darsa yanıma yöreme uğramasın. Muhannetlik insanın içindeki darlıktan, fesatlıktan çıktı. İnsanın tadı tuzu ondan sonra bozuldu.
Bunları duyan Xeylağa durur mu hiç yerinde. Yönünü güneşe çevirir kıymet bilene doğru yürür ha yürür. Ondan önceki haline nasıl da hayıflanıyordur şimdi. Artık şu yerkürenin üstünde hiçbir kötülük olsun istemez.
Dönüşte de “Camate Kırmanciye” denilen meclislere katılır. Tarla-tum yüzünden birbirini vuranlar pir u rayber huzurunda dara çekilir. Kararlar katidir. “Bundan sonra kim kan çıkarırsa hak yolundan yürüyenler kapısından içeri girmesin. Kimse komşuluk etmesin. Kurbanlarını almasın. Lokma vermesin. Ne ölümde ne yaşamda üzerinde kapı açmasın.”
Gelgelelim onun yokluğunda öyle bir aşk peydahlanmıştır ki vadide. İmkansız mı imkansız! Keklik güzeli kızıyla çoban bir birbirine vurulmuştur. Çoban ki, daha öksüzken on beş yaşında onun yanına gelmiş, dağlarda boy ata ata gürbüz bir erkek olup çıkmıştır. Yakışıklıdır. İşini bilendir. Güzel klam uydurup söyleyendir.
Ve Gewerê’nin babası kimsenin yapamadığını yapar. Kızının evin çobanıyla evliliğine rıza gösterir. Çünkü yollarda büyük arınmayı yaşarken uykuda aksakallı pir-i fani ona görünmüştür. Bir gün kızının bir sırrı olacağını ve onu kırmaması gerektiğini fısıldamıştır ona.
Onlar eredursun muradına aynı gün hiç evlenmemiş aklı yırtık Goyê ortadan kaybolur.
Goyê ki, kapalı bir yaradır o evde. Ama bir gün Xeylağa’yla ateşin başında yayıktan üzüm şırası içerken içini tüm ev halkına birden açar. Vaktiyle hali vakti yerinde bir adamın kızıdır. Gönlünü filinta gibi bir delikanlıya kaptırır. Baba önce karşı çıkar sonra “tamam” der. Nişanlanırlar. Ama delikanlı bir gün dul bir kadınla aldatır onu. Ondan sonra safrası acı acı koyulaşır.
Goyê ki, “verdi mi adama her şeyini veren”dir. Kara sevda aklını karıştırır. Yola yolağa vurur. Rüzgâr onu nereye götürürse yürür gider. En sonunda gelip bu hakkaniyetli evi bulur.
Gözden kaybolur dedik ya, (karışık saçlı karışık akıllı Goyê) şimdi güya siyahlara bürünmüştür ve dağ be dağ dolaşıyordur. Kim kime kem gözle bakıyorsa onlara görünüyordur. Evlilik çağındaki kızlara fesatlık edenlere ürkü salıyordur. Bazıları Abdal Musa’nın askerinin önünde görür onu. Kimileri de “Elka Sewê” donunda!
Ve kitap böyle biter.
Keşke hiç bitmese diyeceğim ama ne çare ki biter.
Yazarın son paragraftaki ilk tılsımlı cümlesi aynı şöyledir:
Gowê şîye pê xo de xeyal verda. (“Goyê gitti ardından hayal bıraktı.”)
Velhasıl bu kitap, (derin Anadolu’daki İslami tazyike rağmen silme Kızılbaş vahasında) kadim bir kavmi, kadim bir aşkı, kadim bir aktöreyi işlediği için elimizde çok eski ve pek ciddi bir klasik gibi duruyor.
Okuyucu nasıl ki Firdevsi’den Fars’ı, Şerefname’den Kürd’ü, Dede Korkut’tan Türk’ü öğreniyorsa bundan da Kırmanciye’nin evveli halini harf be harf okuyup öğreniyor.
Sanki yeraltında ham haldeyken çıkarılıp işlenmiş ve simyaya dönüşmüş bir yapıt var huzurda. Okurken insanın aklına nedense Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” geliyor.
O yüzden kıymet verilmeli, ciddiye alınmalı, her açıdan gözden geçirilerek yeniden redakte edilip basılmalıdır.
Tasarımında da hamlıklar yok değil. Daha ilk sayfada künyedeki yazılar insanın gözüne iri taşlar gibi çarpıyor. İştah bozuyor. Fazla bold. Yeni bir görsellikle daha kreatif bir mizanpaj düşünülebilir. Dizgi hataları da çok. Tashih deseniz gırla!
Ve son söz:
Bu roman behemehâl Türkçeye çevrilmeli. İyi bir çevirmen bulunup bir an önce Türkçeye çevrilmeli. (Ya da önlü arkalı Kırmançki-Türkçe olarak da basılabilir.
Çünkü zaman önce ‘Xawaçur Gabanı’ndaki bu yalanuz Kırmanç evi okunmayı fazlasıyla hak ediyor.
Hamiş: Bu demektir ki, Hüseyin AYRILMAZ’ın basılmış bütün kitaplarına ulaşıp okumak şart oldu.