Biz ki, / “Osmanlının çeşmesinden / /Su içmeyen” Pir-i fanilerin / Devr- û devranına / Der û diyarına / Gidiyoruz!
Dün, Yaban Anası Lıl Xatun’da, bizimkilerin Bıçka Şirî dedikleri namlı Kırmanç ziyafetini yedikten sonra Ağdad’a doğru yola çıktık.
(Oraya, hatırlıyorum, dedem “Memnu Mıntıka” derdi. Bildiğim kadarıyla Osmanlı kayıtlarında da adı “Lêrtig” diye geçiyor. ‘Jar u diyar ülkesi’ diyenler de var. Nitekim onca hercümerçten sonra şimdi artık bilmeyen yoktur herhalde. Ağdad Dağı, Evlad-ı Kerbela’dan Sêyd Rıza’nın kadim yurdudur. Yüreği insanoğlunun dünyada en son sığınağı olan vicdandan mürekkep, bir yaşlı Rayber’in yurdudur.)
Yaban Anası, adı üzerinde, yabanda yaşıyor. Yıllar var ki kendini adeta Kafkas kaması gibi saplayıp durmuş üç doruğun bağrına. Kocası öldükten sonra bile terk etmemiş orayı. Koca konak iki ineğiyle birlikte ona kalmış.
Bizim yönümüz Rayber’e doğru olduğu için yemeğimizi yer yemez himmetini alıp kalkıyoruz. Bokır Dağı’yla Buyer Dağı arasında başı göğe eren Sultan Baba Dağı’nı kıble bilip yola düşüyoruz.
Bir yabanı terk edip öbür yabana ayak bastığımızda önümüzde çalkalana çalkalana akıp giden kutsal çayı takip etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Eski Tornova’ya vardığımızda sola meyledip yokuş yola vuruyoruz.
Yanımda her zamanki gibi yine Hecoğli var. Hecoğli’nin bu diyarda bilmediği yer yok. Gençliğinde buralarda adeta fink atmış. Dilinde “zelzele çocuğu” Ali Ekber Çiçek’in upuzun bir havasıyla yanıp duruyor. “Seher vakti bu yerde kimler ağlamış!”
Tornova dediğimiz de zaten hatırlayanlar bilir. Vakt-i evvelinde toy düğünken şimdi harabe evleriyle hazin bir viranelik. Son arbede buraları deyim yerindeyse hallaç pamuğuna çevirmiş. Bir hışımla söküp atmış herkesi yerinden yurdundan. Göçüp gidenlerin sadaları da tıpkı JUYAMA’nın manilerinde dediği gibi; “phepug kuşunun avazında yankılanan ağıtta” kalmış.
Biz yukarıya, yüksek rakımlı tepelere doğru çıktıkça suyun karşı yakasında Sêyid’in baba ocağı beliriyor. Yanımızdaki, işte “Derê Arêy” diyor. “Pirin ata dedelerinin ilk ocağı” demeyi de unutmuyor.
Gerçekten de bir derenin içinde, zümrüt yeşili ormanlarla kaplı, çayırları, tarlaları ve sularıyla cevreyleyip duruyor orada. Uzaktan da hayli büyülü gözüküyor.
***
Az değil, epey bir menzilden sonra ayağımız yere bastığında kendimizi Sultan Baba Dağı’nın karşısındaki mezarlığın başında buluyoruz. Mihmandarımız “Sêyd Rıza’nın cümle nesebinin yattığı yer işte burası,” diyor. Kabristanın güney tarafında da zaten eskilerin “Gomê Sêyd Rızay” dedikleri mevki var. Ne ki oradan şimdi ordunun devasa bir gözetleme kulesi yükseliyor.
Dikkatimizi çeken ilk şey; eteklerinden indiğimiz üç namlı doruğun habitatıyla buranınkinin birbirine hiç mi hiç benzemiyor olması. Orda meşe çok çam yok. Burda meşe az çam çok. Havası da başka. Su gibi. Temiz mi temiz. İnsanın içini ferahlatan cinsten.
İlk molamızı bu yarın başında veriyoruz. Meğer Sêyd Rıza’nın üslendiği yerin başı var sonu yokmuş. Bu vadi belli ki vakt-i zamanında bir uçtan bir uca onun hırs u asabıyla yoğrulmuş.
Pirin vicdanlı olduğu kadar pederşahi bir asabiyete de sahip olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Heyhat! Kim bilir ne çok nağra atmıştır bu dipsiz vadide Rayber?
Orada Sultan Baba Dağı’nın gökle buluşmuş zirvesine saplanıp kalıyoruz. Ve düşünmeden de edemiyoruz. Bizimkilerin “sair” dediği, jan üstadı dediği, alim dediği, Alser Efendi ökseye geldiğinde acaba dağın hangi mağarasındaydı?
(Aklıma “Tertele”den sağ kurtulanların anlattıkları geliyor. “Allah’ın dünyadan yüz çevirdiği bir zamandı bıko bıko” derlerdi.)
Kıraç dağla (bakıp durduğumuz) meşe ormanının arasında bir vadi var ki, sanırsınız ki dipsiz kuyu. Sadece gök gözüküyor. Bir tek mübarek asmen gözüküyor.
İhtimal Sêyid’in kolcuları buradan girip nehrin öbür yakasından çıkıyorlarmış. Zaten Ağdad dedikleri de stratejik bir yer. Bir yanı eski Dersim’e, bir yanı Pülümür vadisine, Sansa Boğazı’na, öbür yanı da Xozat’a ve Gola Vacuğê dedikleri diyara uzanıyor.
Denildiğine göre yukarda kale bile varmış. (Herhalde Gregoryen zamanlardan kalmadır!) Anlayacağınız mikro bir uygarlığın kalıntılarıyla bezeli bu eşsiz vadi belli ki birden çok kavme ev sahipliği etmiş vaktiyle.
***
İmdi. Birazdan “Yuvarlak Oda” tabir edilen metruk ocağa doğru ineceğiz.
Orada meğer Rayber sigaya çekiliyor, cem tutuluyor, (kim bilir belki de) camate Kırmanciye yapılıyormuş. Dediklerine göre Baba’nın ocağı aşağ’daymış. Küçük oğulun yukarda. Rayber’inki de daha yukarda, bir tepenin bağrında.
Üç ocağın ortak karakteristiği; Kapıları sabah akşam mübarek Sultan Baba Dağı’na açılıyor olması. Ocağın sakinleri belli ki fecir sökümü kalkıyor, eşiği öperek “ya heq tı esta” deyip, dualar edip işe öyle başlıyor.
Bütün bu anlattıklarımı siz elbette somut bir şey gibi algılamayın. Zira ocakların yerinde şimdi -deyim yerindeyse- yeller esiyor. Öyle ki, un ufak olmuş taş yığınından başka hiçbir şey yok ortalıkta artık.
Yalnız Rayber’in asıl konağının hemen altında Zeliha (Bizde galiba Zelxa derler) hatunun ya da “Ana” mı diyelim, binbir emekle (ez u cefayla) yaptırdığı küçümen bir ocak var.
Bizi adabı gereği o nurani yüzüyle orada karşıladıktan sonra başlıyor anlatmaya. “Burayı yirmi yılda ancak vücuda getirebildim. Her şeyi kendim yaptım.”
Sahiden de acemi işi olduğu her halinden belli. Kâh tuğla kâh eski usul taşlar kullanmış Zelxa Ana çünkü. Belli ki taşlar virane konaktan kalma. Ama bir bahçesi var ki, insana dünyanın huzurunu bahşediyor. İçinde enva-i türlü yemiş var.
“Garptan çıkıp geldiğimde vadide ‘wergê yabani’ dışında kimse yoktu. Ayılarla, domuzlarla, kurtlarla yatıp kalkıyordum. Sonra yavaş yavaş herkes Sêyd Rıza’nın vadisini kendince talan etmeye başladı. Şimdi davalarla, devletle, köylülerle, yırtık pırtık tapularla uğraşıp duruyorum işte.”
Kardeşlerim;
Bu kadını size mutlaka anlatmalıyım. Tane tane, hurdi hurdi behemehal anlatmalıyım. Tıpkı “Yaban Günceler”de dediğim gibi; “İnsanın içine acı, umut, sevinç eken yüzler vardır. İsa’nın, İbrahim’in, Frida’nın, Lisa dedikleri Mona’nın suratları aynı böyledir. Onunkindeyse adeta katmer katmer efkâr fışkırıyor dünyaya.
Heywağ hey!
Ne diyordu Rilke: “Çok daha ağırdır yaşamak, her şeyin ağırlığından.” Hele bir kadın için. Bu yaşta hastalıklarıyla baş başa kalmış yapayalnız bir kadın için. Kimi kimsesi kalmamış bir kadın için. Tüm nesebi vaktiyle kırıma uğramış, kalan diğerleri de orda burda helâk olmuş bir kadın için. Kırılgan, nazenin, duyarlı, ince mi ince bir kadın için!
Zelxa Ana o ay aydınlık cemaliyle kâh anlattı kâh durdu. Kâh dinlendi kâh konuştu. Arada da asmaların altında neler ikram etmedi ki bize. Meğer bu ocağa gelip de bir şey taam etmeden gitmek usulden değilmiş.
En çok yakındığı şey de sivil inisiyatiflerin muayyen aralıklarla gelip ‘mış gibi’ yapıp, diskur çekip gitmeleriydi. “Bol bol fidan dikiyorlar” diyor. Bugüne kadar somut herhangi bir yararlarını görmüş değilim.
“Mıhemmed’in nuru” her yerden çekilip yalnız Sultan Baba’nın zirvesinde kaldığında kalkıyoruz. Dağın karşısında, bağ u bahçenin içinde, enva-i türlü yemişin arasında, Zelxa Ana’nın su gibi berrak sesine doymadan kalkıyoruz.
Yazık ki, Zelxa Ana artık müşkül. Bir ayağı da şiş. Anlayacağınız ömrünün altın çağı yavaş yavaş geçmiş. Belleği de zayıflamış. Kişi adlarında, tarih ve yer adlarında az biraz zorlanıyor.
Yalnız mah yüzünde bir asalet, bir kemalet var ki, insan veda ederken dönüp arkasına bakmadan edemiyor.
Elhasıl, (o bize biz ona doyamadan) zaman önce Kırmanciye’nin hırs u asabıyla dövülmüş, güngörmüş, günler görmüş bu başı sonu belirsiz vadide -bir yaban melekesini- Ana Fatma’nın, göğün ve her er vakti “ya Sultan Baba” dediği mübarek dağın şefaatine bırakıp ayrılıyoruz.
Ey vah ki, ne vah!
Ne diyordu pirimiz; Xatpet’te darağacına çekilirken?
“Evlâdı Kerbalayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.”