Alevilik, Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin toplumsal, kültürel ve siyasal yapısında tartışmalı ve çoğu zaman sorunlu bir konumda olmuştur. Alevi inanç sistemi iktidarlaşmayı ve devletleşmeyi reddeden, bütünüyle “rıza” ilkesine dayalı bir felsefeye sahiptir. Bu özelliğinden dolayı Aleviler, tarih boyunca hem asimilasyon politikalarının hem de katliamların hedefi olmuşlardır.
Tarihsel süreçte kimi dönemlerde yok sayılan, kimi dönemlerde ise dönüştürülmek istenen Alevilik, 21. yüzyılda da güncel tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Günümüzde Aleviler, bir yandan örgütlenme sorunlarına çözüm ararken, diğer yandan devletin “Türk-İslam sentezli” politikalarıyla karşı karşıya kalmaktadır.
Alevi İnancının Temel Felsefesi
Alevi inancının özünü oluşturan “Yol bir, sürek bin birdir” anlayışı, farklılıkların bir arada yaşamasını ve çoğulculuğu esas alır. Aynı şekilde “72 milleti bir nazarda görmek” öğretisi, Aleviliğin evrensel ve eşitlikçi felsefesini ortaya koyar. Bu bakış açısı; dil, kimlik ve inanç farkı gözetmeden tüm toplulukların eşit kabul edilmesini içerir.
Ancak modern Türkiye’de siyasal sistem, bu çoğulculuğu dar bir milliyetçi çerçeveye sıkıştırma eğilimindedir. Alevilik, giderek daha fazla “Türkçülük” ve “İslamcılık” sentezi içine hapsedilmeye çalışılmaktadır.
Asimilasyon Politikalarının Tarihsel Dönüşümü
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devletin temel politikalarından biri, etnik ve inançsal çeşitliliği “homojen” bir ulusal kimlik altında eritmek olmuştur. Uzun yıllar boyunca sürdürülen “Kürt yoktur” söylemi, bu politikaların en görünür yansımalarından biridir. Günümüzde ise bu söylem, Alevi topluluklarını Türkleştirme ve tekçi bir kimlik altında toplama çabalarıyla yer değiştirmiştir.
Bir dönem dağlara yazılan “Ne mutlu Türküm diyene” ifadelerinin, günümüzde “Anadolu’nun Horasanı Tunceli” gibi sloganlarla yer değiştirmesi, bu politikaların sembolik göstergelerinden biridir. Bu tür ifadeler, Kürt Alevilerinin tarihsel ve kültürel köklerini yeniden tanımlama ve onları Türk kimliği içine entegre etme girişimlerinin bir parçası olarak okunabilir. Baskılara rağmen Aleviler, kendi cem ritüellerini, gulbenklerini, deyişlerini ve duaz biçimlerini ana dillerinde yaşatmayı sürdürmüştür. Yazılı kaynakları yok edilmesine rağmen sözlü edebiyat kuşaktan kuşağa aktarılmış ve günümüze kadar taşınmıştır.
Sanat ve Asimilasyon Tartışmaları
Bir toplumun hafızasını silmenin en etkili yollarından biri, o toplumun sanat dilini ve konuşma dilini yok etmektir. Türkiye’de özellikle 1930’lardan sonra Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması ve okullarda uygulanan baskıcı politikalar bu bağlamda önemlidir. Çocukların, ailelerin ve toplumun hafızasına müdahale edilerek, Alevi ve Kürt kimliği büyük ölçüde asimilasyona maruz bırakılmıştır.
Asimilasyon yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel araçlarla da yürütülmüştür. Sanat bu süreçte merkezi bir rol oynamıştır. Oysa sanatın temel görevi; bir kimliği başka bir kimliğe entegre etmek değil, toplumsal özgürleşmeye katkıda bulunmak, ezilenlerin sesi olmak ve dönemin eleştirel bilincini üretmektir.
Tarihsel olarak Pir Sutan Abdal dara götürülürken söylediği “Elin attığı taş değmez bana, dostun attığı gül yaralar beni” sözü, Alevi toplumu için güçlü bir metafor olarak güncelliğini korumaktadır. Bugün sanatçıların devlet politikalarıyla uyumlu tutumları, Alevi toplumunu aynı şekilde yaralamaktadır.
Latin Amerika örnekleri bu noktada dikkate değerdir. Şilili sanatçı Víctor Jara, askeri cuntaya karşı halkıyla birlikte direnirken katledilmiştir. Jara, sanatını halkın özgürlük mücadelesine adarken, Türkiye’de bazı sanatçıların sisteme entegre olması Alevi toplumunda kırgınlık yaratmaktadır
Son yıllarda Erdal Erzincan ve Sabahat Akkiraz gibi sanatçıların söylemleri, Alevi toplumu içinde yoğun biçimde tartışılmaktadır. Bu isimler, Aleviliği çoğu zaman yalnızca kültürel veya folklorik bir öğe olarak ele almakla eleştirilmekte; inancın özünü ve derinliğini içselleştirmemekle suçlanmaktadır.
Sadece Alevi deyişlerini ya da türküleri icra etmek, bir kişiyi sanatçı yapmaya yetmez; çünkü sanatçının toplumsal döngü içinde yaratıcı, dönüştürücü ve eleştirel bir rol üstlenmesi gerekir.
Bu nedenle Kürt Alevi toplumunda sıkça dile getirilen “Kurme dare le dareye” (Ağacın kurdu içindendir) sözü, bugünkü durumu açıklamaktadır. Asimilasyonun en etkili biçimi, toplumun kendi içinden çıkan aktörler aracılığıyla yürütülmektedir.
Sonuç olarak Türkiye’de Alevi gerçekliği, tarih boyunca inkâr, baskı, asimilasyon ve entegrasyon politikalarıyla şekillendirilmiştir. Günümüzde bu politikalar, özellikle Kürt Aleviler üzerinden yeni biçimler kazanmıştır.
Aleviliğin çoğulcu, eşitlikçi ve evrensel felsefesi ile devletin tekçi yaklaşımı arasındaki çelişki, yalnızca siyaset sahasında değil, kültür ve sanat alanında da görünür durumdadır. Dolayısıyla Alevilerin kimlik ve inanç mücadelesi, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel bir direniş alanı olarak varlığını sürdürmektedir.
Bu mücadele, hem toplumsal hafızanın korunması hem de geleceğin demokratik bir toplumsal düzen içinde kurulması açısından belirleyici bir öneme sahiptir.